Current Research in Social Sciences

ISSN: 2149-1488 Current Research in Social Sciences Cilt 1, Sayı 3, Eylül 2015 Volume 1, Number 3, September 2015 Aizonia Publishing www.aizonia.co...
Author: Oz Gulden
28 downloads 0 Views 6MB Size
ISSN: 2149-1488

Current Research in Social Sciences Cilt 1, Sayı 3, Eylül 2015 Volume 1, Number 3, September 2015

Aizonia Publishing www.aizonia.com

Current Research in Social Sciences (Hakemli Uluslararası e-Dergi / Peer-reviewed international e-Journal) Cilt: 1, Sayı: 3, 2015 / Volume:1, Number: 3, 2015 Basım T arihi / Publishing Date: 30.09.2015 Sahibi / Owner Beste T ÜRKOĞLU Yayın Müdürü / Managing Editor Emir Alper T ÜRKOĞLU Editör / Editor-in-Chief Yakup KARAT AŞ, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, T ürkiye Editör Yardımcıları / Assistant Editors Fatma KOPUZ ÇET İNKAYA, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, T ürkiye Gökhan ÇET İNKAYA, Kırıkkale Üniversitesi, Kırıkkale, T ürkiye Meryem DOYGUN, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, T ürkiye İçerik Editörü / Content Editor Duygu T ÜRKOĞLU, İnönü Üniversitesi, Malatya, T ürkiye Yayın Kurulu / Editorial Board Ahmet Nurullah ÖZDAL, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, T ürkiye

Karl VOCELKA, University of Vienna, Avusturya Masoumeh DAEİ, Payame Noor University of Tabriz, İran

Ali Yalçın T AVUKÇU, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye Mehmet YAVUZ, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon, T ürkiye

Besim ÖZCAN, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye

Muhsine BÖREKÇİ, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, T ürkiye

Burak ÇINAR, Niğde Üniversitesi, Niğde, T ürkiye

Ömer KUL, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, Türkiye Cihan PİYADEOĞLU, Medeniyet Üniversitesi, İstanbul, T ürkiye Dündar Ali KILIÇ, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye

Pavlo KUTUEV, National Technical University of Ukraine ‘Kyiv Polytechnic Institute’, Kiev, Ukrayna

Emrah İST EK, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, Türkiye

Sinan KOCAMAN, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, Türkiye

Eyüp KUL, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize, Türkiye

Şener BİLALLİ, International Balkan University, Makedonya

Fatih KAYA, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı, Türkiye

Veyis DEĞİRMENÇAY, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye

Fatma KALPAKLI, Selçuk Üniversitesi, Konya, Türkiye

Yıldız AKPOLAT, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye

Gülay SARIÇOBAN, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, Türkiye

Yusuf ÖZ, Kırıkkale Üniversitesi, Kırıkkale, Türkiye

Hüseyin ODABAŞ, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, Türkiye

Zinaida SABIT OVA, University of Helsinki, Finlandiya

Current Research in Social Sciences; Uluslararası, dört (4) ayda bir yayınlanan (Ocak, Mayıs ve Eylül aylarında) hakemli bir dergidir. Derginin yayın dili T ürkçe ve İngilizce’dir. Dergide yayınlanan makale ve bilimsel yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. It is an international, tri-quarterly (in January, May and September) peer-reviewed published journal. The official languages of the journal are Turkish and English. The responsibility of articles and scientific papers published in the journal belongs to their authors. Yazışma adresi / Address for Correspondence Polsan Blokları 46478 Ada 1B No: 17 Eryaman, Ankara +90 507 094 9678 [email protected]

Hakemler / Referees Current Research in Social Sciences’ın birinci cildinde

We greatly appreciate the scientists* who contributed the

katkıları bulunan bilim insanlarını* takdim etmekten

first volume of Current Research in Social Sciences.

büyük bir mutluluk duyarız. Ahmet Nurullah Özdal

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Ahmet Selçuk Akdemir

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Akif Arslan

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Altan Çetin

Gazi Üniversitesi

Ayhan Bulut

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Bayram Arif Köse

Artvin Çoruh Üniversitesi

Cengiz Atlı

Iğdır Üniversitesi

Cihan Piyadeoğlu

M edeniyet Üniversitesi

Esra Çelikpazu

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi

Fatih Kaya

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Fatih Öztop

Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

Fatma Kalpaklı

Selçuk Üniversitesi

Gonca Sutay

Iğdır Üniversitesi

Gülay Sarıçoban

Hacettepe Üniversitesi

Hicabi Kırlangıç

Ankara Üniversitesi

İlhan Erdem

Ankara Üniversitesi

İshak Taşdelen

Sinop Üniversitesi

M ehmet Gedik

Siirt Üniversitesi

M urathan Keha

Atatürk Üniversitesi

Oğuz Erdoğan

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi

Oktay Yağız

Atatürk Üniversitesi

Servet Tiken

Atatürk Üniversitesi

Şener Bilalli

International Balkan University

Veyis Değirmençay

Atatürk Üniversitesi

Yasemin Yaylalı

Atatürk Üniversitesi

Yusuf Öz

Kırıkkale Üniversitesi

Zeynep Güngörmez

Akdeniz Üniversitesi

*

Yukarıda isimleri geçen hakemler derginin birinci cildine bir veya iki kez katkı

vermişlerdir (The referees above contributed the first volume of the journal once or twice).

İndeks kaynakları / Indexing sources Open J-Gate Advanced Science Index Research Bible Academic Researches Index

İÇİNDEKİLER / CONTENTS Araştırma Makalesi / Research Article Siyâveş-i Kesrâyî ve Âreş-i Kemângîr (Okçu Âreş) Adlı Şiiri Siāvash Kasrāī and his poem called Ārashe Kamāngīr Gökhan GÖKMEN ......................................................................................................................... 44-51

Araştırma Makalesi / Research Article Klasik Türk Şiirinde Kıt’a ve Kıt’alardaki Poetik Söyleyişler In Classical Turkish Poetry Kıt'a and Interviews Poetics in the Kıt’a Nazire ERBAY ………………………………………………………………………………….. 52-62

Araştırma Makalesi / Research Article Mahmud Yalavac’ın Moğol İmparatorluğundaki Faaliyetleri Mahmoud Yalavac Activities in the Mongol Empire Özkan DAYI ……………………………………………………………………………………… 63-68

Araştırma Makalesi / Research Article Osmanlı Divan Teşkilatı ve 1281-1296/1864-1879 Tarihli 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defterinin Tarihi Kıymeti The Council Organisation of the Ottoman Empire and the Historical Significance of Erzurum Province Ahkâm Registers Numbered 19, Dated 1281-1296/1864-1879 Meryem AYDIN……………………………………………………………………........................ 69-83

Araştırma Makalesi / Research Article Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türkiye’de Kadın Women in Turkey from Constitutional Monarchy to Republic Harun AYDIN …………………………………………………………………………………… 84-96

Araştırma Makalesi / Research Article İkinci Dünya Savaşı’nda Alman 13. SS Dağ Tümeni “Hançer” German 13th SS Mountain Division “Handschar” in the Second World War Burak ÇINAR …………………………………………………………………………………… 97-110

EDİTÖRDEN Sevgili okurlar, Current Research in Social Sciences (ISSN: 2149-1488) olarak üçüncü sayımızla karşınızda olmanın gururunu yaşıyoruz. Her şeyden önce bu sayının vücut bulmasında emeği geçen tüm katılımcı ve paydaşlara teşekkür etmem gerekir. En özel teşekkürlerimi de yaz ve bayram tatillerine rağmen türlü fedakârlıklarda bulunarak hakemlik görevini üstlenen hocalarıma iletmek isterim. Edebiyat ve Tarih alanlarında en son araştırma ve bulguları sizlerle paylaşmak üzere çıktığımız bu yolda -gelinen noktada- ikisi edebiyata dördü de tarihe ait olmak üzere altı kıymetli çalışmayla yolumuza devam ediyoruz. Böylece bir yılı geride bırakmış olarak %80 kabul oranıyla ilk cildimizi de tamamlamış bulunmaktayız. Araştırmacılarımızın üzerinde çalıştığı alanlardaki gayret ve hevesleri, bizlerin de bu çalışmaları okuyucuyla buluşturma yönündeki şevkini artırmakta ve daha titiz çalışmamız gereğini hissettirerek sorumluluğumuzu ağırlaştırmaktadır. Bu bilinçle ikinci sayımız itibariyle uluslararası indekslere girmeye başladığımızın müjdesini ilk elden vermeyi bir borç bilirim. Sizlerin katkılarıyla tanınırlığımızın artacağından ve daha farklı akademik platformlarda yer alacağımızdan şüphem yoktur. Dergimizin görülme ve yayınlarımızın indirilme sıklığı konusunda Tübitak Ulakbim Dergipark E-Dergi Sistemi’nden aldığımız rakamlar bizleri ziyadesiyle memnun etmiştir. Bu başarının verdiği heyecanla 19 Aralık’ta Ankara’da birincisi gerçekleştirilecek olan Aizonia Ödülleri gecesinde buluşarak pek çok paydaşımızla bir araya gelecek olmanın mutluluğunu da ayrıca yaşamaktayız. Aizonia Ödülleri gecesine tüm yazar, hakem ve okurlarımızın davetli olduğunu da belirtmek isterim. Twitter’da @AizoniaPublish etiketi ve yine internette www.aizonia.com adresinde yerimizi alarak yayın hayatımız ve faaliyetlerimizle ilgili gelişmeleri paylaşmaktayız. Bu anlamda dostlarımızın her türlü önerisi bizlere ışık tutacaktır.

Yrd. Doç. Dr. Yakup KARATAŞ Editör

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 44-51

Gökhan Gökmen* * Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Kırıkkale, Türkiye Öz İran Edebiyat tarihinin en büyük hamasi manzumelerinden ve doğunun en tanınmış epopelerinden biri, Firdevsî‟nin Şahnâme adlı eseridir. Çağdaş şairlerden Siyâveş-i Kesrâyî, bu manzumeden esinlenerek İran-Turan sınırını belirlemek için ok atmakla simgeleştirdiği Âreş-i Kemângîr‟i akıcı ve etkili dizeleriyle ölümsüzleştirmiş; Âreş‟i millî bir kahraman olarak nitelemiştir. Bu çalışmada Kesrâyî‟nin hayatına, eserlerine ve edebî üslûbuna kısaca değinilmiş; Âreş-i Kemângîr adlı manzumesi hakkında bilgi verilmiş ve bu manzumenin çevirisi sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Siyâveş-i Kesrâyî, Âreş, Âreş-i Kemângîr, Nîmâ, Firdevsî, Şahnâme.

Siāvash Kasrāī and his poem called Ārashe Kamāngīr Abstract One of the biggest epic poems in the history of Persian literature and one of the well-known Eastern epics is Ferdowsi‟s work called Shahnāmeh. Modern poet Siāvashe Kasrāī, was inspired from Ferdowsī‟s epic poem, immortalized Ārashe Kamāngīr, who is symbolized with shooting arrows, with effective and fluent verses to draw the line of Persia and Turan; described Ārashe as a national hero. In this study, Kasrāī‟s life, works and literary style were mentioned briefly, information about Ārashe Kamāngīr was given and this poem‟s translation was presented. Keywords: Siāvashe Kasrāī, Ārash, Ārashe Kamāngīr, Nīmā, Ferdowsī, Shahnāmeh.

Sorumlu Yazar: Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Kırıkkale, Türkiye [email protected]

Siyâveş-i Kesrâyî, 1305/1925 yılında Isfahan‟da doğmuştur (www.kasrai.com; Şerîfî, 1391 hş./2012, s. 9; Kanar, 1999, s. 186). Ancak Rûzbih‟in “Edebiyyât-i Muâ‟sır-i Îrân” adlı eserinde Kesrâyî‟nin Tahran‟da dünyaya geldiği ifade edilmektedir (Rûzbih, 44

1381 hş./2002, s.178). Fakat Rûzbih‟in bu ifadesine başka kaynaklarda rastlanılmamıştır ve Kesrâyî‟nin doğum yerinin Isfahan olduğunu beyan eden kaynaklar birden fazla olduğu için doğum yerini Isfahan olarak ifade etmemiz mümkündür. Tahran‟a yerleştikten Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Nîmâ‟nın istekli ve yetenekli öğrencilerinden biri olan Siyâveş-i Kesrâyî‟yi, Nîmâî şiirin en önde gelen temsilcileri olarak bu dönemde Nîmâ Yûşic‟in ardından anabiliriz ve Nîmâ tarzı şiiri daha da geliştirenler arasında sayabiliriz (Yıldırım, 2012, s. 129). Üslûbu ve tarzı Nîmâ gibi olan Kesrâyî, şiirlerini de Nîmâî kalıplarda söylemiştir (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414). Nîmâ tarafından uygulanan serbest aruz vezni, 1947 yılından sonra bazı şairler tarafından kabul edilerek kullanılmış ve bunlar arasında bulunan Siyâveş-i Kesrâyî de vezin ve anlamla uyumlu bir ahengin oluşumunda ve şiir konularında büyük bir başarı elde etmiştir. Bu dönem şiiri, Nîmâ‟nın temelini attığı sosyal sembolizm sayesinde aşamalı olarak yol kat etmiş ve ideolojik bir hale bürünerek politik bir güce dönüşmüştür. Şiir söylemeye gençlik yıllarından itibaren başlayan, şiirin yanında politikayla da meşgul olan Kesrâyî‟nin şiirlerinde bu açıkça görülmektedir. Edebî faaliyetlerin yanı sıra, üyesi olduğu Tudeh partisindeki (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414) politik faaliyetlerden de uzak durmamıştır. Devrimden (1979) sonraki yıllarda şiir söylemesi yasaklanmış fakat sonunda mecburen sürgün edilmiş ve son on iki yılını İran dışında, yani önce Kabil‟de, daha sonra da Moskova‟da geçirmiştir (www.kasrai.com). Kesrâyî, daha çok politik şiir sahasında şöhret kazanmıştır ve bu şiirleri “Âvâ (Ses)” adlı şiir kitabında bir araya getirilmiştir (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 179). İlk şiir kitabı olan “Ses” (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414-418), 1957 yılında basılmıştır ve bu eser 28 şiir ile birkaç rubâîden oluşmaktadır (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414-418). Siyâveş-i Kesrâyî‟nin ayrıca yedi bölümden oluşan şiir kitabı ve 1381/2001 yılında Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Tahran‟da basılmış “Âmin Kuşunun İsteğiyle” adlı bir de kitabı vardır. Şiir kitabı, 946 sayfa olarak Nigâh yayınları tarafından basılmıştır. Bu kitapta şu şiirler yer almaktadır: Ses (1336/1957), Okçu Âreş (1338/1959), Siyâveş‟in Kanı (1342/1963), Taş ve Şebnem (1345/1966), Suskun Demâvend‟le (1345/1966), Evcil (1346/1967), Ateşin Kor Renginde Dumanın Tadında (1355/1976), Tutsaklıktan Zaferi Müjdeleyen Horozun Sesine Kadar (1357/1978), Benim İran‟ımın Ayaklanışı (1358/1979), Amerika Amerika (1358/1979), Kırk Kilit (1360/1981), Baltanın Darbeleri (1362/1983), Bağ (1363/1984), Toprak İçin Armağan (1363/1984), Şafak Vakti Yıldızları (1369/1990), Kırmızı Bilye (1374/1995), Siyâveş‟in Kanından (1378/1999), Güneşin Arzusu (1381/2002). Eserlerinin en önemlileri arasında Okçu Âreş, Siyâveş‟in Kanı, Taş ve Şebnem, Suskun Demâvend‟le ve Evcil yer alır (www.kasrai.com). 1979‟a kadar bütün şiirleri Tahran‟da yazılıp basılmıştır. Kesrâyî, “Ateşin Kor Renginde Dumanın Tadında”, “Sessizlik Zamanı Değil”, “Tutsaklıktan Zaferi Müjdeleyen Horozun Sesine Kadar”, “Amerika Amerika” adlı şiirlerini tamamen politik amaçla yazmıştır (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 180). “Suskun Demâvend‟le” adlı eseri, Kesrâyî‟nin önceki şiirlerinden daha olgun ve daha zor bir dille yazılmış Nîmâî tarzda bir şiir kitabıdır (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 347). Şiirleri, sözün akıcılığı ve uzun mazmunlar açısından çok değerli ve etkili (www.kasrai.com); kelimelerin anlamı ise derindir (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 346). Şiirlerini çok duygulu ve çok etkili dile getirmiştir. Şiiri bir propaganda aracı olarak kullandığını söyleyebiliriz; bunu da şiirlerinin muhtevasından ve tam bir manifesto tarzında kendi sesiyle okuduğu “Okçu Âreş” adlı şiirinden anlamak mümkündür. Şairin diğer şiirleri de Nîmâî şiir kalıplarında söylenmiştir. Siyâveş, çocuklar için “Köyümüzde Kıştan Sonra” adlı bir de hikâye kitabı kaleme almıştır (www.kasrai.com). Siyâveş-i Kesrâyî, toplumsal düşünce çerçevesinde hem aşk şiirleri hem hamasi (kahramanlık) şiirler söylemiştir (Kanar, 2000, 45

ARAŞTIRMA MAKALESİ

sonra Tahran Üniversitesi‟nde, Siyasî Bilimler ve Hukuk Fakültesini (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 178) bitirmiş, bir süre Belûçistân Üniversitesi‟nde hocalık görevinde bulunmuştur. Aklında sürekli politik ve sosyal içerikli şiir yazmak var olmuş, beşerî ülküler ve sosyal adalet onu şiir yazmaya iten en büyük nedenler olmuştur. Avusturya‟nın başkenti Viyana‟da kalp rahatsızlığı sonucu 1374/1995 yılında hayata veda etmiş ve bu ülkede defnedilmiştir (www.kasrai.com).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

XXII, s. 426-427; Yıldırım, 2012, s. 121-122). Şiirleri sosyal realizmden izler taşır. Edebiyyât-i Kârgerî (İşçi Edebiyatı) olarak tanınan bu tür ve bu şiir örneği, siyasî süse bürünmüştür. Ayrıca hem klasik hem de modern üslûpta güzel şiirler söylemiştir. Modern şiir tarihinde birçok şiir meşhur ve kapsayıcı olmuştur, ancak çok azı halkın her kesimi üzerinde bu kadar etkiye sahiptir. Kesrâyî‟nin arzusu ve hevesi şiirlerinde açıkça görülmektedir, bu şevkin vermiş olduğu hisler belki onun isyanından, baskıdan, belki de heyecan ve coşkusundan kaynaklanmaktadır. İran kültürü ve toplumunda büyük bir yankı uyandıran Okçu Âreş, İran‟da modern üslup ve modern bir bakış açısıyla yazılmış ve bu açıdan yol açıcı bir etkisi olan ilk hamasi manzumedir (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 498). Eserlerinin hiç biri, form ve içerik açısından bu eserinin önemini ve konumunu yakalayamamıştır (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 180). Fikri güçlü ve tahayyül yeteneği gelişmiş olan ve şairane hissinden hep övgüyle söz edilen Siyâveş-i Kesrâyî, “Okçu Âreş” adlı manzumesini, epik bir destan olan ve Firdevsî tarafından kaleme alınan “Şahnâme”nin en ünlü hikâyelerinden olan Okçu Âreş destanı üzerinden yazmıştır. Firdevsî‟nin Şahnâme adlı eserindeki Âreş‟le benzerlik göstermektedir. Bu şiir toplumda geniş bir yansıma bulmuş; şairin daha çok sevilmesine ve tanınmasına sebep olmuştur (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 179). Kimileri şu görüştedirler: “Okçu Âreş, modern şiirin ortaya çıkışından 1357 hş./1978 yılına kadar en meşhur ve en kapsamlı Farsça modern şiirdir (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 179; Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 493).” Bu şiirin toplumsal ve tarihi açıdan, destansı şiir ve gazel söyleme açısından üslûbu ve muhtevasıyla farklı bir özelliği vardır. Siyâveş-i Kesrâyî şiirlerinde ümitsizliğe yer vermeyen ender şairlerdendir, bu bakımdan ümit dolu ifadeler şiirinde çokça yer tutmaktadır. Özellikle “Okçu Âreş” adlı şiirinde bu özellik belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır ve hemen hemen her yerde ümit dolu hitaplar, Nevruz Amca‟nın yürekleri yumuşatan ifadeleri, hayatın güzellikleri vasfedilmiştir. Bu manzumesinde de

46

çokça ümit belirtilerine yer vermiş olması eserinin bir diğer özelliğidir (www.kasrai.com). Eski bir İran efsanesi vardır, Okçu Âreş. Rivayetlere göre eski hikâyelerde uzun yıllar İran ve Turan arasında bir savaşın varlığından söz edilmiştir. İlk defa İran‟ın baş düşmanı Turanlı Efrasiyab İran‟a hücum etmiş ve Ceyhun‟dan geçerek Mazenderân‟a kadar ilerlemiştir. İran padişahı Menûçehr, düşman karşısında direnmiştir, fakat düşman kuvvetli ve asker sayısı da çoktur. İranlılar, zaferden ümitsizliğe kapılarak endişelenmiştir. Günler zor geçmiştir. Sabır ve beklemekten başka çare yoktur. Turan ordusunun da beklemekten ve azıklarının azalmasından dolayı canı burnuna gelmiş, iki taraf da çaresizce uzlaşma yolunu seçmiştir. Yapılan antlaşmayla İran ve Turan sınırının, İranlı pehlivanlardan birinin bir ok atımı mesafesiyle belirlenmesine karar verilmiştir (Zulfikârî, 1388 hş./2009, s. 28; Yıldırım, 2008, s. 66). Bundan sonra İranlıların umut dolu gözleri bu oka dikilmiş ve hepsi ok ne kadar uzağa giderse İran toprakları da o kadar genişleyecek diye düşünmüşlerdir. Deneyimli, bilge bir yiğit ve Menûçehr ordusu arasında en meşhur okçu (Dihhodâ, 1388 hş./2009, I, s. 106) olan Âreş, bu oku atmak için öne atılmıştır. Âreş ok atmadan önce soyunup vücudunun hiçbir yerinde kusur olmadığını halkına göstermiş ve kendi canını halkı için feda edeceğini söylemiştir (Bîrûnî, 1923, s. 220; Zulfikârî, 1388 hş./2009, s. 28). Şiirde anlatıldığı üzere Âreş ok ve yayı almış, Elburz Dağına çıkmış, iman ve can gücüyle oku yaydan bırakmıştır. Ok bir buçuk gün uçmuş; dağlardan, derelerden, ovalardan geçerek Ceyhun nehrinin kenarında bir ceviz ağacının dibine düşmüştür. Orayı da bundan sonra İran ve Turan sınırı olarak belirlemişlerdir. Merakla bekleyen halk, bu büyük zaferi kutlamak için Âreş‟i dağın tepesinde hiç durmadan aramışlar, ancak bulamamışlar ve vazgeçip geri dönmüşlerdir. Orada Âreş‟in kendisi yoktur, sadece yay ve oksuz ok kuburu kalmıştır. Çünkü bütün gücünü ve bedenini o okta toplamış, onunla birlikte yaydan çıkmıştır. Âreş yaya kendini, kendi canını koymuş, yüz binlerce kılıcın ve askerin yapacağı işi yapmıştır. Bir milleti, ölümün eşiğinde teslim

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Bu efsane birkaç şekilde yeniden yaratılmıştır; bunlardan biri Kesrâyî‟nin tercüme ettiğimiz ve ele aldığımız nazım olarak kurguladığı efsane, diğeri de Behrâm-i Beyzâyî‟nin nesir olarak kurguladığı efsanedir (Zulfikârî, 1388 hş./2009, s. 28). Bu manzumenin esin kaynağı şüphesiz Firdevsî‟nin “Şahnâme” adlı eseridir. Ancak Siyâveş-i Kesrâyî bu destana taze bir ruh kazandırmıştır. Firdevsî‟nin Âreş‟i, kendi cismani gücünün tamamını bir oku fırlatmak için koyduğu güçlü ve kuvvetli kollara sahiptir; ama Kesrâyî‟nin yarattığı Âreş, gücünü düşüncesinden alır ve bedeninin toz toprak olması da bunun göstergesidir. Kesrâyî‟nin Âreş-i Kemângîr adlı manzumesindeki “Nevruz Amca” hikâyesi, tabiatın yenilenmesi, baharın, umudun ve mutluluğun habercisi olarak beyan edilir. Nevruz Amca‟nın çocuklara olan hitabı da, aslında gerçekten ümit dolu olması gereken bir nesil içindir. Bu manzume, hamasi manzume olmasının yanı sıra hem metin ve özellikle mazmun hem de kalıp ve ifade tarzı açısından büyük bir öneme sahiptir.

Okçu Âreş Kar yağıyor; Kar yağıyor kayaların ve taşların üzerine. Dağlar suskun, Dereler üzgün; Yollar, çan sesiyle kervanı beklemede…

Ateşin alevinin yanı başında, Kendi çocukları için hikâye anlatıyordu Nevruz Amca:

ARAŞTIRMA MAKALESİ

olmaktan ve çaresizlikten kurtarmış, bir hayat daha bahşetmiştir.

“… hayat güzeldir demiştim. Söylenmiş ve söylenmemiş nice hikâyeler buradadır. Bulutsuz semâ, Altın gibi güneş, Çiçekli bağlar, Tensiz ve bedensiz ovalar, Karın içinde bir çiçeğin galebe çalması, Suyun billurunda bir balığın raks ederkenki latif kıvrımı, Dağda yağmur yemiş toprağın kokusu, Mehtabın pınarında buğday tenlilerin uykusu, Gelmek, gitmek, koşmak; Âşık olmak; İnsanoğlunun derdiyle hemhâl olmak, İnsanların mutluluklarıyla mutlu olmak, Çalışmak, çalışmak, Dinlenmek, Kuru ve susuz çöllerin manzarasını görmek, Yeni bir testiden berrak su yudumları içmek, Koyunları seher vakti dağa sürmek, Âvâre bir dağın bülbülleriyle dost olmak, Tuzağa düşmüş âhu yavrularına süt vermek, Öğleye kadarki yorgunluğu derenin gölgesinde bırakmak;

Evlerin çatısından bir duman yükselmiyorsa, Lambanın zayıf ışığı bize bir mesaj getirmiyorsa ya da, Ayak izleri belli olmuyorsa yollarda, Biz ne yapıyorduk âhın gönlü bulandıran kar fırtınasında? Şimdi, şimdi aydınlık bir hücre, Tepede, benim karşımda…

Zaman zaman, Sis kaplamış çatıların bu seramik tavanının altında, Kederin karmakarışık öykülerini yağmur damlalarından işitmek, Kımıltısız, gökkuşağı beşiğini Çatının kenarında görmek, Ya da karlı gecede, Ateşlerin önünde oturmak, Alevin ateşli ve mütemadiyen rüyalarına gönül vermek…

Kapı açtılar, Şefkat gösterdiler bana. Hemen anladım ki, soğuk ve hararetli öfke masalından uzakta,

Evet, evet, hayat güzeldir. Hayat, hiçbir zaman sönmeyecek bir ocak gibidir. Eğer onu alevlendirirsen, her sahilde alevinin raksı bellidir.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

47

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Yoksa sönüktür ve suskunluk da günahımızdır.

Düşmanların otak yeri coşkulu.

Yaşlı adam, yavaşça ve gülümseyerek, Solmuş can ocağına bir odun atar. Gözleri, odanın karanlıklarında dolaşıyordu; Mırıldanarak usulca, kendi kendine konuşuyordu: “Hayatı alev tutuşturmalı; Alevleri odun yakmalı.

Ülkenin sınırları, Fikrin etek genişliği, düzensiz hudud gibi. Şehrin kuleleri, Kırık ve virâne, kalbin çeperi gibi. Düşmanlar kaleden ve sınırdan geçti.

Sen varlık ormanısın, ey insan! Ey özgürce yeşeren, Dağların üzerine korkusuzca yelken açmış orman, Kuş yuvaları senin parmak uçlarında ebedî, Pınarlar senin gölgeliğinde kaynar, Güneş, rüzgâr ve yağmur, başına fedâî, Canın, ateşin emîri… Kıvançlı ve taze ol ey insan ormanı! “Hayat alev istiyor” diye seslendi Nevruz Amca, Odun, alevleri yakıp kavurmalı. Çocuklarım, bizim masalımız Âreş‟ten idi O, cân u gönülden ateş bahçesinin hizmetçisi idi. Bir zamanlar, Acı ve karanlık bir zaman. Talihimiz, kötülüğümüzü isteyenlerin yüzü gibi simsiyah. Düşmanlar kastetmiş canımıza. Sille yemiş şehir, sayıklamakta; Dillerde nice perişanlık hikâyeleri dolaşmakta. Hayat taş gibi soğuk ve kara; Kötü şöhretli bir gün, Utanç zamanı. Kölelik zincirine gayret dolanmış, Aşk, gönül solgunluğu hastalığında cansız. Mevsimlerden kıştı, Seyir sahnesi kayboldu, oturmak haremlikte gerçekleşti. Sessizliğin hareminde, Düşüncelerin çiçeğinden unutkanlık kokusu sızıyordu. Korku vardı ve ölüm kanatları; Kimse kımıldamıyordu, dalın üzerindeki yaprak bile. Özgürlerin siperi sessiz;

48

Hiçbir kalp kin biriktirmiyordu. Hiçbir gönül sevgi beslemiyordu. Hiç kimse bir kimseye el uzatmıyordu. Hiç kimse bir başkasının yüzüne gülmüyordu. Arzu bahçeleri yapraksız, Gözyaşlarının seması bulutlu. Temiz yüzlü özgürler esarette; Namertler de işte. Düşmanlar toplandı defalarca Düşman, elçileri topladı. Kirli yüreklerindeki sinsi planlarıyla Kendi elimizle yenilgiye uğratsınlar diye Arsız, onların hassas düşünenleri bile Aman, gözümüz iyi gün görmesin artık Aradıkları büyüyü, buldular nihayetinde Gözler, dehşetle göz hapsinde Her tarafı sorup soruşturuyorlardı; Bu haberi, her bir ağız anlatıyordu gizlice. Son ferman, son aşağılama… Sınırı, karanlığın uçuşu çiziyor. Eğer yakınlara inerse, Evlerimiz dar, Arzularımız mezar… Eğer uzağa uçacaksa Ne zamana dek? Nereye kadar? Âh! Çelik kol nerede ve nerede imanın pençesi?” Her bir ağız, bu haberi anlatıyordu. Gözler, konuşmadan her tarafı soruşturuyordu.” Yaşlı adam, kederli, bir elini diğer eline ovuşturuyordu. Uzak derelerin arasından, yorgun bir kurt inliyordu. Karın üzerine kar yağıyordu. Rüzgâr kanadını, pencerenin arkasına sürüyordu.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Savaşta kalbinizin kadehini ezdikçe; Kin kadehi, taştandır. Meclisimizde ve mücadelemizde testi ve taş, (birbirine) düşmandır.

Gökyüzü, yıldızlarının elmasını elinden yitirmişti. Karanlık, sabahın ağzında nefessiz kalıyordu; Rüzgâr tüy döküyordu Elburz Dağının açık ovasının üzerine.

Bu çekişmede, Bu işte, Halkın kalbi vardır avucumda; Suskun, sessiz halkın ümidi de sırtımda. Galaksinin yayı elimde, Usta okçuların okçusuyum Hızla kayan yıldız, benim hissem, Dağın kıvançlı zirvesi, benim meskenim, Yeni doğan güneşin gözünde yer ettim. Benim okum ateşin korundandır. Rüzgâr bana itaat eder. Lakin bugün güç ve mertlik çare değildir. Kurtuluş, gençlik gücü ve çelik bedenle olmaz. Bu meydanda, (Düşmanın) varlığını yok eden, (bizi) huzura kavuşturan okun ucuna Uçuştan geri kalmasın diye candan bir tüy gerekir.

İran orduları ızdırap içinde çok eziyet ettiler, İkişer ikişer ve üçer üçer fısıldaşarak birbirlerinin etrafında; Çocuklar çatıda, Kızlar oturmuş pencere önünde, Kederli anneler kapı eşiğinde. Yavaş yavaş, gizlice fısıldaşarak zirveye geldi. Toplum, köpürdü bir deniz gibi, Coştu; Kükredi; Dalgaya kapıldı; Toplumun göğsünden çıkmışçasına sedeften bir inci Bir yiğit belirdi: “Benim Âreş! O adam öyle bir başladı ki düşmanla; Âreş benim, asker hür bir adam, Okluk kuburundaki tek okumla acı oyununuzu bozarım İşte burdayım. Soyumu sor(uştur)mayınız. Ben zahmet ve çabanın evladıyım; Göktaşı gibi geceden kaçanım, Sabah gibi kavuşmaya hazır. Kutlu olsun savaşta giydikleri o elbiseye; Afiyet olsun zafer esnasında içtikleri o şaraba. Şarap ve elbise Afiyet ve mübarek olsun size! Kalbimi ellerimin arasında tutuyorum Ve yumruğumla onu sıkıyorum, Gönül, kinle dolu, kanla dolu bu kadehi; Gönül, öfkenin bu takatsizliği… Mecliste zaferinizin şerefine içtikçe; Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

İşte o zaman semaya doğru başını kaldırdı, Başka bir ahenkle bir başka konuştu: “Hoşça kal, ey sonuncu sabah, ey seher hoşça kal! Çünkü senin Âreşle bu son vedalaşman olacak. Dosdoğru sabaha yemin olsun! İyi niyetli, sevgi yayan güneşin sırrına and olsun! Çünkü Âreş‟in canı karanlıkta kalacak, İşte o zaman, vakit kaybetmeden o yaydan çıkacak. Yeryüzü bunu biliyor, gökler de, Çünkü beden kusursuz ve can temizdir. İşimde ne bir hile var ne de bir büyü; Başımda ne bir korku var ne de içimde bir endişe.” Durdu ve dudak sessizliğe büründü birdenbire. Nefes, takatsiz bir biçimde coşar gönüllerde. “Önümden ölüm, Bir peçe, korkutucu bir biçimde geliyor yüze. Dehşete düşüren her adımda, Beni gözetliyor kanlı gözlerle. Akbabanın kanatlarıyla uçuyor başımın çevresinde, Yoluma oturuyor, yol kesiyor; 49

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Sabah oluyordu -yaşlı adam yavaşça (güne) başladı, Dost askerleri düşman ordusunun karşısında; Çöl değil, askerden bir deniz…

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Yüzüme sevimsizce gülüyor; Acı gülümsemenin sesini dağa ve dereye döküyor, Ve tekrar geri alıyor. Gönlüm ölümden bezmiştir; Çünkü şeytan huylu ölüm, hakir bir adamdır. Ama üzüntülerden yaşamın ruhunun karardığı o an, İyiliğin ve kötülüğün savaş yolunda olduğu o an, Ölümün arzusuna saplanmak tatlıdır. İşte özgürlüğün gerekliliği budur. Binlerce konuşan göz ve suskun dudak, Beni, ümidimin habercisi belliyor. Binlerce titrek el ve coşkulu gönül Bazen beni yakalıyor bazen de önüne katıyor. İlerliyorum. Gönlümü ve canımı insanlık süsleriyle donatıyorum. Yaşamın gözde ve gülümsemede olduğu gücüyle Peçeyi, ölümün korku uyandıran çehresinden çıkaracağım. Dua için yere koydu iki dizi(ni). Semâya doğru açtı ellerini: “Doğ ey güneş, ey ümidin azığı! Yüksel ey güneşin salkımı! Sen bir kaynayan pınar, ben ise takatsiz bir susamış. Çık, can suya kanana kadar dol taş! Öfkeli bir ölümün arzusuna adım atmışken İçimde melun şeytanla cedelleşirken, Aydınlık dalgalarda yıkanmak istiyorum; Ey altınımsı gül, senin gül yaprağından renk ve koku istiyorum. Siz, ey alnı, korku uyandıran gök gürültüsüyle parlatan, Gecenin sekisi üzerinde rüya gibi bir manzaraya sahip Güneşli günün gümüş demirlerini omuzda döven, Ateş bulutunu bağrına basan suskun asi zirveler, Gururlu ve kıvançlı olunuz! Seher vakitlerinin rüzgârına meyli olan perçemler gibi umudumu yüceltiniz Dağda ve bayırdaki o kaplanlar gibi gururumu saklayınız.” Yeryüzü suskundu ve gökyüzü de. 50

Sanki bu dünya Âreş‟in sözünü dinliyordu Güneşin pençesi kaydı yavaş yavaş dağların ensesine. Binlerce altından mızrak saçıldı gökyüzünün gözüne. Âreş şehre doğru göz gezdirdi usulca. Çocuklar çatıda; Kız çocukları oturmuş pencere pervazına; Anneler kederli kapı kenarında; Adamlar ise yolda. Sözcüksüz bir nağme, üzüntü verici bir dertle Gözlerden yükseliyordu beraberindeki sabah esintisiyle. Hangi nağme dökebilir acaba, Acaba hangi makam icra edebilir, Yokluk tarafına doğru yiğitçe giden sağlam adımların sesini Bile bile giden adımların sesini? Sessizlikte bıyık altından gülen düşmanları, Yol açtılar. Çocuklar çatılardan onu çağırdılar. Anneler ona dua ettiler. İhtiyar adamlar göz gezdirdiler. Kız çocukları, gerdanlıkları sıkıştırmış avuçlarda, Yoldaşını, yaptılar aşkın gücü ve vefa. Âreş, aynı şekilde suskun, Elburz Dağı‟nın eteklerini yırtarak tırmandı Ve onun peşinden, Gözyaşı perdeleri indi art arda.” Bir an gözlerini kapadı Nevruz Amca, Dudaklarında gülümseme, boğulmuş rüyasında. Çocuklar, yorgun ve meraklı gözlerle Yiğitliklerden dolayı hayretler içinde. Ateş kıvılcımları uçuşmakta, Rüzgar ise kargaşada. “Akşamları, Âreş‟i dağın tepesinde hiç durmadan arayanlar, Vazgeçtiler, döndüler geri, (Orada) yoktur Âreş‟in kendisi Kalmıştır sadece yay ve oksuz tiğliği. Evet, evet, Âreş oka kendi canını koydu. Âreş, yüz binlerce kılıcın yapacağı işi yaptı. Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Güneş, Kendi telaşsız firarında Dünyanın çatısına ayağını sürerek doğdu yıllarca. Mehtap, Gece gezmelerinden nasipsiz, herkes sessiz Her sokağın ve her mahallenin ortasında Uğradı her avluya ve her kapıya Güneşi ve ayı da gezdi Yıllar geçti Yıllar ve yeniden, Elburz Dağı‟nın tamamında, Bir uçtan bir uca gördüğünüz kederli ve sessiz bu tepeler, Gördüğünüz bu karlı derelerin içinde Geceleyin yolda kalan yolcular Âreşin adını sürekli dağlarda anıyorlar Ve muratlarını (ondan) istiyorlar. Âreş, dağın kayalıklarının diliyle cevap veriyor. Onlara yolların iniş çıkışından haber veriyor; Ümit veriyor Ve yol gösteriyor.”

Kaynakça Bîrûnî, Ebû Reyhan Muhammed b. Ahmed, (1923). elÂsâru‟l-bâkiye „ani‟l-kurûni‟l-hâliye (nşr. Eduard Sachau). Leipzig: Otto Harrassowitz. Dihhodâ, Ali Ekber. (1388 hş./2009). Âreş (c. I, s. 106). Tahran: Lugatnâme. Kanar, M. (1999). Modern İran Şiiri Antolojisi. İstanbul: Şule Yayınları. Kanar, M. (2000). İran (c. XXII, s. 426-427). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Lengrûdî, Şems (Muhammed Takî Cevâhirî-i Geylânî). (1377 hş./1998). Târîh-i Tahlîli-i Şi„r-i Nov, I-IV. Tahran: Neşr-i Merkez. Rûzbih, Muhammed Rızâ. (1381 hş./2002). Edebiyyât-i Muâ‟sır-i Îrân. Tahran: Neşr-i Rûzgâr. Şerîfî, Feyz. (1391 hş./2012). Şi„r-i Zemân-i Mâ, Siyâveş-i Kesrâyî. Tahran: Muessese-i İntişârât-i Nigâh. Yıldırım, N. (2012). Ahmed-i Şamlu ve Şi„r-i Sepîd. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Mecmuası. Yıldırım, N. (2008). Fars Mitolojisi Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Zulfikârî, Hasan. (1388 hş./2009). Fârsî-i Umûmî (Ber Gozîde-i Mutûn-i Zebân-i Fârsî ve Âyîn-i Nigâriş). Tahran: Neşr-i Çeşme. www.kasrai.com, Erişim tarihi: 19.05.2014.

Kulübelerin dışına yağıyor Kar yağıyor kayaların ve taşların üzerine. Dağlar suskun, Dereler üzgün, Yollar, çan sesiyle kervanı beklemede… Çocuklar çoktandır uyuyorlar, Nevruz Amca da uyuyor. Ateşliğe bir kucak odun atıyorum Alev bütün yakıcılığıyla yükseliyor.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

51

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Âreş‟in okunu, sabahtan ertesi günün öğlesine kadar Ceyhun‟a doğru yol alan süvâriler, İri kıyım bir ceviz ağacının gövdesine saplanmış olarak buldular. Ve orayı, ondan sonra, İran‟ın ve Turan‟ın sınırı olarak yeniden adlandırdılar.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 52-62

Nazire Erbay* * Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Erzurum, Türkiye Öz Kıt‟a nazım şekli klasik Türk şiirinde, birçok nazım şekline göre sayı olarak azdır. Kıt‟a, hemen hemen her konuda yazılabilir. Şairler de kıt‟anın bu yazma imkânından faydalanmışlardır. Kıt‟alardaki şiir ve şair hakkındaki düşünceler önemli orandadır. Bu düşünceler, poetika kavramı ile değerlendirilebilir. Sanatkârlar, kıt‟alarında söz, şiir ve şair hakkında fikirlerini ifade etmişlerdir. Şairler, dönemleri itibariyle şairin niteliklerini ve şiirin önemini anlatan mısralar söylemişlerdir. Bu çalışmada, kıt‟a ve sanatkârların şiir ve şair hakkındaki fikirlerinin kıt‟alara yansımaları ele alınmaktadır. Ayrıca, bu fikirlerin poetika açısından değeri ortaya konmaktadır. Anahtar Kelimeler: Klasik Türk şiiri, kıt‟a, poetika.

In Classical Turkish Poetry Kıt'a and Interviews Poetics in the Kıt’a Abstract Kıt‟a number of verse form is less as compared to many classical Turkish poetry divan in verse form. Kıt‟a, can be written on almost every issue. Poets have the benefit of this writing opportunities kıt‟a. Thoughts on poetry and poets in the kıt‟a the poet is significant. These ideas can be evaluated with the concept of poetics. Craftsmen, said the kıt‟a, have expressed their ideas about poetry and poets. Poets, as the nature of the poets of the period and they sing verses about the importance of poetry. In this study, kıt‟a and discussed the ideas of artists and poets about poetry reflected the continent. These ideas are set out in terms of the values of poetics. Keywords: Classical Turkish poetry, kıt‟a, poetics. Giriş Sorumlu Yazar: Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Erzurum, Türkiye [email protected]

Kıt’a Nazım Şekli Kıt‟a nazım şeklinin, klasik Türk şiirindeki birçok nazım şekline göre sayı itibariyle az yer alması ya da bilhassa gazel başta olmak 52

üzere diğer şiirlerin öncelikli olarak tanınması, itibar görmesi okunurluk ve bilinirlik açısından arka planda kalmasına Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Kıt‟a nazım şeklinin, klasik Türk şiirindeki birçok nazım şekline göre sayı itibariyle az yer alması ya da bilhassa gazel başta olmak üzere diğer şiirlerin öncelikli olarak tanınması, itibar görmesi okunurluk ve bilinirlik açısından arka planda kalmasına sebeptir denebilir. Buna rağmen kıt‟a, geleneksel metnin bir unsuru olarak, hemen hemen bütün klasik şairlerin eserlerinde yer alan bir nazım şeklidir. Kıt‟anın ne olduğuna dair belli tarifler söz konusudur. Dünden bugüne bu konuda ortaya konulan düşüncelerin tamamını sıralamak mümkün olmasa da, çalışmada ele alınan konuyu aydınlatmak bakımından birkaç kıt‟a tanımı yapmak yerinde olacaktır. Kıt‟a yazılış itibariyle kısa ve öz düşünceleri içinde barındıran bir nazım şeklidir. Tahir‟ül Mevlevi‟de kıt‟a, en mârûf kullanıma göre aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir mana ifade eden nazım parçası olarak tanımlanır (Tahir‟ül Mevlevi, 1973, s. 88). Arap edebiyatından ziyade İran ve bilhassa Türk edebiyatında kullanılan bir nazım şekli olan kıt‟a, sözlükte ise, “parça, kısım” anlamına gelir (Aksoy, 2002, s. 505). Kıt‟a genel olarak gazele çok benzer ve gazelle sıklıkla karıştırılır. “Kıt‟anın beyitlerle yazılan nazım şekillerinden ayrılmasını sağlayan en belirgin özelliği, birinci beytinin mısralarının aynı kafiyede olmaması ve umumiyetle bütün beyitlerinde aynı konunun ele alınmasıdır. Bu bilgilere ilaveten, bendler halinde yazılan nazım şekillerinin her bendine de kelimenin sözlük anlamından hareketle kıt‟a denilmesi de ayrı bir özelliktir” (Aksoy, 2002, s. 505). Bu nazım şekli ile ilgili ayrı bir dikkat de, klasik Türk edebiyatı şairlerinin her konuda kıt‟a yazabilmeleri, kendilerini değişik konularda ifade Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

etme imkânı bulmalarıdır. “Kıt‟aların mısraları arasında anlam bütünlüğü vardır. Kıt‟alar her konuda yazılabilir, ancak hikmetli sözler, tasavvufi düşünceler, divan şiiri malzemesine ve atasözlerine dayalı nükteler, çeşitli hadiselerin tarihleri, şairlerin kendilerine ve başkalarına yönelik övgü, yergi ve nasihatleri iki beyitlik kıt‟alarda en çok işlenen konulardır.” (Aça, Gökalp ve Kocakaplan, 2012, s. 214). Bu zengin konu çeşitliliğine birkaç örnek, şu mısralardır: Ömrüm oldukça güzel sevmeyeyin dirdüm lîk N‟ideyin bu dil-i şeydâ beni yalan itdi

Yine bir şûh-ı cefâ-pîşe güzel cânânuñ Ugrın ugrın bakışı gönlünü tâlân itdi (Bâki, 16/12)1 *** Elfâz-ı perîşânını cem itmek içün Tevfikin umar abd-i siyeh-rû yâ Rab

Dîvânına da rehber idüp tevfikin Kıl na‟t-ı Habîbinde sühân-gû yâ Rab (Leylâ Hanım, 4) *** Şâh-ı gül teşbih ederdim sana ısbât eyledin Nev-behâr ardınca geldin sâgar-ı sahbâ tutup

Gördüm ol âhû-nigâh ardınca ser-gerdân gönül Gird-bâd âsâ giderdi dâmen-i sahrâ tutup (Nedim, 16) Konu seçimindeki imkânlar, kısalığı ve aruzun her kalıbıyla yazılması gibi kolaylıklarının yanında, kıt‟alar genellikle klasik Türk şiirinde geleneksel kalıplar içindeki söyleyişlerle, sanatkârların kendilerini ifade etme aracı olarak, divanlarda belli sayılarda var olabilmiştir. Bu bilgilere ilâveten, İran edebiyatındakine benzer özellikler 1

Çalışmadaki metinler, numaralandırma yapan eserlerde, şair/ kıt‟a no şeklinde verilmiştir.

53

ARAŞTIRMA MAKALESİ

sebeptir denebilir. Buna rağmen kıt‟a, geleneksel metnin bir unsuru olarak, hemen hemen bütün klasik şairlerin eserlerinde yer alan bir nazım şeklidir. Kıt‟anın ne olduğuna dair belli tarifler söz konusudur. Dünden bugüne bu konuda ortaya konulan düşüncelerin tamamını sıralamak mümkün olmasa da, çalışmada ele alınan konuyu aydınlatmak bakımından birkaç kıt‟a tanımı yapmak yerinde olacaktır.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

gösteren kıt‟a, Türk edebiyatında iki veya daha çok beyitten meydana gelen bir nazım şekli olup matla ve mahlası (taç beyti) bulunmayan, gazel gibi beyitlerinin ikinci mısraları birbiriyle kafiyelidir. Dört mısralık kıt‟aların birinci ve üçüncü mısraları da genellikle birbiriyle kafiyeli bir nazım şeklidir. Klasik Türk şiirinde bu tür kıt‟alar daha çoktur. İki beyitli kıt‟alar ise, ilk beyitlerinin kafiyelerine, hatta vezinlerine bakılmaksızın nazm ve rubâi ile karıştırılır. Tezkireler ve şiir mecmûalarında kıt‟a veya nazm yerine rubâi, nazm yerine kıt‟a denildiği gibi, mürettep divanların çoğunda da bu üç şekil “rubaiyyât” ve “mukatta‟at” başlıkları adı altında bir arada toplanır. İlaveten kıt‟a, iki veya daha çok, 9-10 beyte kadar yazılır ve gazel gibi kafiyelenen (xa xa xa) bir nazım şeklidir (İpekten, 2013, s. 54). Bu noktada kıt‟anın gazelde olduğu gibi sadece belli konularda yazılmadığını hatırlamak yerinde olacaktır. Bunun yanında klasik Türk şiirinde iki beyitten az kıt‟alarda mahlaslarını kullanmayan şairler, kıt‟a-i kebire adı verilen, iki beyitten uzun kıt‟alarda, mahlaslarını çoğunlukla kullanmışlardır. Ek olarak, kıt‟a-i kebireler genel olarak gazele benzetilse de, gazelden yine konu yönüyle ayrılırlar (Pala, 1989, s. 298). Ayrıca, kıt‟a-i kebirelerin özellikle tarih düşürmede, methiye ve hiciv yapmada nihayet dinî konularda yazılması, kıt‟alardan farklı olarak kendine has özellikleridir. Yukarıda ifade edildiği gibi, klasik Türk şiiri geleneği içinde sayı olarak az yer almasına rağmen, kıt‟a çok sayıda şair tarafından tercih edilmiştir. Bunlardan; Necâti Bey, Fuzûli, Edirneli Nazmi, Nev‟i, Bâki, Ruhi Bağdadî, Nâbi, Sâbit, Abdülbâki Ârif, Nedim, Beliğ, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, Enderunlu Vasıf, Keçecizâde İzzet Molla, Mustafa Eşref Paşa divanlarında en çok kıt‟a yazan şairlerdendir (İsen, Horata, Macit, Kılıç ve Aksoyak, 2014, s. 227). Klasik Şiir ve Poetika Hemen hemen her dönemin belli bir şiir anlayışı olduğu gibi, klasik Türk şiirinin de belli bir düzen ve kural içinde oluşmuş, şiiri ve şairi anlatan anlayışı söz konusudur. Daha açık bir ifadeyle, 54

şairin yanında sözün ifade edilme şekli klasik Türk şiiri açısından özel bir önem arz eder. Çünkü, söz kutsaldır. Buradan hareketle kutsal metinlerden yola çıkılarak söylenecek olursa, söz yaratandan ve yaratıcının muhteşem varlığından mütevellit ulvi maksatlar için kullanıldığı için, şairin işi kolay olmadığı gibi, sıradan da değildir. Şairin ayrıca eşref-i mahlûkat olan insana dair olanları anlatması gerektiği düşünüldüğünde, kutsal maksatlar için sanatını icra ettiği muhakkaktır. Söz, dolayısıyla şiir, insan ve varlık açısından ehemmiyet arz etmesinden dolayı, birçok klasik Türk şairi, şiirde kullanılan kelimelerin sıradan olmaması gerektiği düşüncesi ile hareket ederek eserlerini oluşturmuşlardır. Bu sebepten şairler, söze verdikleri kıymeti ifade etmek için, şiirde mutlak surette estetiğin yanında, ilmin olması gerektiğine ait görüş ve düşüncelerini ifade ederler. Divanlar, incelendiğinde görülür ki, klasik Türk şairleri açısından ister şekil, isterse de şiirin dilinin ve muhtevasının nasıl olacağına dair metinleri bir değerlendirmeye tabi tutmak, üzerinde söz söylemek bir ihtiyaçtır. Bu bakışla şiir, klasik Türk şairlerine göre, hakkı ve hayrı söylemelidir. Şairin bunu yaparken şiirine ilmin yanı sıra inancı da katması esas olandır. Bunda Kur‟ân-ı Kerim‟de geçen, “Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?” (26/224-225-226) ayetinin şairlerin kendilerini ifade etmeye yöneltmesine etkisi çok fazladır. Eser oluşturmada klasik Türk şairlerinin esas kaynaklarından biri olan Kur‟ân-ı Kerim‟deki bu ayetinde de belirgin olan etkisiyle, klasik Türk şiirinde şuarâ tezkireleri başta olmak üzere divanların dibâcelerinde, kasidelerde ve sözü, manayı, şairi, şiiri anlatan bazı gazellerde şiir ve şairlik hakkında belli düşüncelere rastlanır. Bunlara ilaveten, klasik Türk şairi için sözün önemine dair birkaç tespit yapmak yerinde olacaktır. Sözün İlâhî menşe‟li kutsiyetinin yanında toplumsal olarak şiir ve şair hakkında pek de olumlu yargıların olmadığı açıktır. Şairlerse bunun tam tersi olarak, yaptıkları işin kendilerine, Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Bu bilinçle, söz söylemenin daha doğrusu sözü iyi, doğru ve faydalı söylemenin önemi, insanlar tarafından idrak edildiğinden beri, şiir üzerindeki değerlendirmeler de her zaman yapılmıştır. Sözün, bahsedilen öneminden dolayı, şiir sanatı hakkında genel değerlendirmeler, “poetika” kavramı adı altında yapılmıştır. Şair ve şiir sanatı ilgili yapılan bu değerlendirmelerin tümüne yapılan adlandırmalar ile, “Poetika, şiirin girdiği bütün alanlarla, şiirin anlamlarıyla, yaptıklarıyla yapmadıklarıyla, şiirin dedikleriyle ve demek istedikleriyle kısacası şiirin her şeyi ile uğraşır. Bu yönüyle poetika da şiirin tarihi kadar eskidir.” (Erkal, 2009, s. 319). Poetika, şiir sanatının bir yönüyle ilgilenmez. Poetik bakış, şiiri şekil ve muhteva yönüyle her dönemde belli değerlendirmelere tabi tutar. “Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepi‟si olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki, bu, insan için karakteristiktir. Sanat yapıtları karşısındaki yaşantılarımız bunu kanıtlar.” (Aritoteles, 1987, s. 16). Her şeyde ve sözde olduğu kadar şiirde de iyi ya da kötü söz konusudur. Şiire daha doğrusu söze Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

atfedilen kutsallıktan dolayı şiirdeki iyi ve kötünün ayrılması gerekmektedir. “O halde taklit edenler [sanatçılar], eylemde bulunanları taklit ettiklerine göre, buradan zorunlu olarak şu sonuç çıkar: Eylemde bulunanlar ya iyi ya da kötüdürler; insanlar, karakter bakımından iyi ya da kötü olmaları bakımından birbirlerinden ayrıldığına göre, bütün ahlaksal özelliklerimiz dönüp dolaşıp sonunda bu iyi-kötü karşıtlığına varır. (…) Adı geçen taklitlerden [sanatlardan] her biri, birbirinden farklı olan [iyi, gerçeğe uygun ve kötü] eylemleri taklit etmesi bakımından ötekinden ayrılmaktadır.” (Aritoteles, 1987, s. 1314). Buradan hareketle sanatkârlar da şiir ya da şair anlamında iyi ve kötü ayırımı yapmak maksadıyla da şiir hakkında düşüncelerini edebi metinlerinde ifade etme gereği duymuşlardır. Başka bir dikkatle de poetika kişiseldir. Kalıplaşmış söylemlerin olduğu dönemlere ait poetika belirlemek zordur. “Poetika, çoğunlukla, kişisel şiir anlayışlarının ortaya çıktığı dönemlerde kaleme alınır ve bu dönemlerde bir anlam taşır. Belli bir edebî geleneğe bağımlı olan divan şairinin poetika yazmasına çok ihtiyaç yoktur. Çünkü şiire daha önceki şairlere nazire yazarak başlayan divan şairinin poetikası ve şiir tarzı büyük ölçüde belirlidir.” (Coşkun, 2011, s. 59). Geleneğin şekillendirdiği klasik şiirin malzemesinin hazır olduğu muhakkaktır. “Divan şairi gördükleri ve yaşadıklarından ziyade okuduklarıyla, yani geleneğin kendisine sunduğu hazır edebî malzemeyle şiir yazmıştır.” (Coşkun, 2011, s. 59). İfade edildiği gibi, klasik Türk şiirinin belli kuralları ve temel ilkeleri olmasına rağmen, her şairin kendine has bir şiir anlayışının ve şiirdeki zaten var olan malzemeyi kullanma şeklinin gerçekliği de söz konusudur. “İmgeleri ve mazmunlarıyla bir ayrıntı şiiridir. Klasik şairin „eda‟sını bu ayrıntıya dayanan öznel söylemi belirler.” (Bek, 1996, s. 135). Kısaca değerlendirilirse, klasik Türk şiirindeki gelenekçi özellik, bir yönüyle düşünüldüğünde yüzyıllarca kabul görmüş dönemsel olarak belli bir poetika etrafında sanatkârlarca şekillendirilse de, şairler, şiir ve şair hakkında tekrar tekrar kendi düşüncelerini ifade etmekten geri durmamışlardır. Ayrıca bu mevzuda, o dönemin kuralcı bakışının 55

ARAŞTIRMA MAKALESİ

yaratan tarafından verilmiş bir hediye olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Çünkü “Allah, kâinatı yaratırken Kur‟ân‟da sekiz yerde geçen „kün‟ (ol) emrini kullanmıştır ki bu yüzden ilk yaratılan “söz” (suhan, kelam) olmaktadır. Günlük yaşayışımızda, ilim öğrenmemizde kullandığımız “söz”, Kur‟an ve hadisin de kaynağıdır. Bunun yanında söze, özellikle kutsal metinlerde atfedilen ehemmiyetinden dolayı bazen şair ve şiir hakkında ağır eleştirilerin yöneltildiği görülmektedir. Bunun için de, “Ali Şir Nevâyi‟den itibaren dibâce yazan şairlerimizin çoğunun bu konuya girerek şiirin ve şairin müdafaasını yapma mecburiyeti hissetmeleri, İslam dünyasının genel olarak bir kısım kötü ve iyi şiir ve şairin bulunduğu ortaya konarak iyilerin ibrâsı yapılmakta, ayet ve hadisler ile şiir arasındaki farklılıklar üzerinde durulmaktadır.” (Üzgör, 1990, s. 24-26).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

şiir üzerindeki etkisine rağmen, şairler yeni fikir beyan etmekten de çekinmemişlerdir. Kıt’a ve Poetik Söylem Yukarıda bahsedildiği üzere, klasik Türk edebiyatında şairler, divan dibacelerinde, kasidelerde, gazellerde olduğu gibi kıt‟alarda da poetik düşüncelerini mısralarına yansıtmışlardır. Genel olarak, divanlardaki kıt‟aların sayılarının az olmasına rağmen, klasik Türk şairinin söze, şiire ve şairliğe verdiği önemden dolayı, her vesileyi bu kavramı ifade etmek için değerlendirmişlerdir. Söylenenlere ilaveten ve genel bir bilgi olarak, klasik Türk şairlerinin yaptığı işin hüner göstermek, sözle oyun oynamak olduğu belirtilse de, şairlerin; şiirin ve şairin nasıl olması veya olmaması gerektiğine dair fikirlerini ısrarla ifade etmekten vazgeçmedikleri de ayrı bir hakikattir. Şurası da muhakkak ki, bir “Sanat kuramının varlığını yoklamak için sanatsal etkinliğin var olma koşulları ve olanakları üzerine ortaya koyduğu bilgi türü ve ortaya koyuş tarzı üzerine, bireyin bireysel yaşamını ve toplumsal ilişkilerinin biçimlemede taşıdığı etki gücü üzerine tutarlı görüşler ve çözümlemeler aramak gerekmektedir.” (Sümer, 1996, s. 7). Bu durum şiir ve şair açısından değerlendirildiğinde, bir dönem edebiyatının maksadı, oluşum şartları, şiirin çerçevesi gibi hususların dikkate alınarak üzerinde söz söylenmesi elzem gözükmektedir. Bahsedilen dikkat, ayrıca bir dönem edebiyatının, özel anlamda şiirin ve şairin belli bir çerçevesinin çizilmesi gerektiğini de açığa çıkarmaktadır. Dolayısıyla, poetika kavramı ile şekillenen ve ilk çağda Aritoteles‟in yaptığından beri, geleneksel ve modern söyleyiş içinde de şiir ve şair hakkındaki düşüncelerin ifadesini, çeşitli tarzdaki edebi eserlerde görmek mümkündür. Bu çalışmada, diğer nazım şekillerinde olduğu gibi, sanatkârların şiir ve şair hakkındaki kıt‟alara yansıyan fikirleri ele alınmaktadır. Klasik Türk şiirinin ilk örneklerinden, Batılılaşma sürecine gelinceye kadar edebi manada yaşanan süreç düşünüldüğünde, hemen hemen her yüzyılda bu konuda söz söyleyen şairlerin, divanlarındaki kıt‟alarda da bu konuyu ihmal etmemiş olmaları,

56

hem sanatsal hem de toplumsal olarak önemlidir. Sanatkârlar, kıt‟alarında söz, şiir ve şairin ne olup olmadığı veya nasıl olması gerektiği hakkında dikkate değer oranda mısra söylemişlerdir. Bu açıklamaların desteği ile bakıldığında, divanlarında yer alan kıt‟alarda poetik düşüncelerini yansıtan şairler ve eserlerine yönelik değerlendirmeler şu şekildedir: Yazdığı kıt‟alar ile bu konuya eserinde yer veren şairlere ilk örnek, Ahmet Paşa‟dır. Şair, divanında yer alan bir kıt‟asında sözün kutsallığına gönderme yaparak, hiçbir şeyin sözden önemli olmadığını ifade eder. Çünkü, varlık söz sayesinde ancak vücuda gelebilmektedir. Söze atfedilen kutsallık da düşünüldüğünde, sözün candan daha ehemmiyetli olması gayet tabiidir. Buradan ayrıca şiirin insanları etkileme anlamında gücü düşünüldüğünde, şairin seçeceği kelimelerin önemi açığa çıkacaktır. Kelimeler vasıtasıyla mananın sıradan olmaması gerektiğine dair bir bakış da bu noktada söz konusu edilebilir: Sana bir diyeyin anla ki bin candan yig Söz ki cândan yig ola nesne mi var andan yig (Ahmet Paşa Divanı, 19) Revâni‟ye göre ise şiir, hevesle yapılabilecek bir iş değildir. Yine şiir, gayret ve çaba ile ortaya konulacak bir sanat değildir. Klasik Türk şiiri bağlamında düşünüldüğünde şairin, „Elüne câm alup ser-hoşlanursın‟ mısraından yola çıkarak, belli geleneksel çerçeve içinde şiir yazmaya çalışmak da, Revâni‟ye göre, insanı rezil bile edebilecek bir tavırdır. Buradan şairliğin insana yaratan tarafından verilmiş bir lütuf olduğu, bu yeteneğin sonradan kazanılamayacağı, yorumu çıkarılabilir: Revânî bu nice dîvânelikdür Ki dîvân yazmağa ikdâm idersin

Elüne câm alup ser-hoşlanursın Hemân sen kendüni bed-nâm idersin (Revâni) Fuzûli, poetik düşüncesini ifade etmek bakımından birçok klasik şairden öndedir. Şairin

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ayrı bir yere koymaktadır. Şairin sözleri, hatta varlığı bile Allah‟ın lutfu ve keremi ile başkadır: Zihî Sâni‟ ki levh-i câna kilk-i hüsn-i tevfîkı Ezelden iktizâ-yı nazm-ı can-perver rakam kılmış Kemâl-i şi‟r kesbi mümkün olmaz bî-meded andan Ana minnet ki tab‟ı nazm lutf etmiş kerem kılmış (Fuzûli)

Ey hoş ol kim tab‟-i mevzûniyle bahs-i şi‟r idüb

Fuzûli bir diğer kıt‟asında yine şairlik ve şiirin önemi üzerinde durur. Bu kıt‟adan yola çıkılarak söylenecek olursa, şiirden anlamayanların şairleri eleştirmemesi gerekmektedir. Çünkü şairlik, herkesin anlayabileceği bir yetenek değildir. Şairleri kınayanların, aslında kendi cehaletleriyle yüzleşmeleri gerekmektedir. Çünkü şairlik, Allah‟ın lütfuyla insana bahşedilmiştir. Bu işi sihirle beraber düşünmek yanlıştır. Şair ve onun yaptığı iş, temelde Mutlak Varlık‟ı aramaktır. Dolayısıyla, ehl-i tasavvuf için “Sanatın gayesi bedeni mertebeden, yanılsamalar mertebesinden başlayarak basamak basamak ruh ve erdem güzelliklerine erip oradan da bizatihi „güzel‟e (elCemîl) ulaşmak olunca bu eylem bir tür gerçekleştirme (tahakkuk) ve bir tür yaratma (poiesis) eylemi olmaktadır. Bu durumda sanat, güzelde doğmak ve doğurmak için bir yaratma, bir poiesis eylemidir. Ancak bu basamaklardan geçip, yüksek mertebelere erip, o Mutlak Güzel‟de (Cemâl-i Mutlak) fâni olunca O‟nun bir bakıma „konuşan dili, yazan eli olan‟ (!) kişinin ruhunda bu sayede yaratıcı güç meydana gelir.” (Kılıç, 2004, s. 164). Bu sebepten, çoğu klasik şairin poetik bakışında tasavvufi manada şair ve yazdıkları, sıradan sözden ayrı bir yerdedir:

Hûb-rûlar vâkıf-ı mazmûn-ı eş‟âr olalar

Şi‟r zevkinden olmayan âgâh

Demedin fehm edeler keyfiyyet-i esrâr-ı aşk

Ehl-i nazmı mezemmet eylemesin

Âşık-ı bî-çâre hâlinden haberdâr olalar (Fuzûli)

Kendi cehline i‟tiraf etsin

Fuzûli, aşağıdaki kıt‟asında şairliğin sıradan bir yetenek olmadığını belirtir. Bu yetenek, şaire Allah tarafından verilmiştir. Allah‟ın yardımı ve mağfireti olmadan şair, asla şiir yazamaz. Fuzûli bu söyleyişi ile aslında yine şairi diğer insanlardan

Her kerâmâta sihr söylemesin (Fuzûli)

Ol dür-i dürc-i enâ efsah ki hikmet dâyesi Şi‟r şehdiyle leb-i cân-perverin ter kılmamış Şi‟r bir zîverdir ammâ biz kimi nakıslara Ol ki kâmildir anı muhtâc-i zîver kılmamış (Fuzûli) Fuzûli, bir kıt‟asında dikkat çekici bir şekilde şairi ve şiir hakkında düşünen, şiiri seven insanları över. Fuzûli‟ye göre, şiirde ele alınan mevzularla güç bulanlar ne hoştur. Açıkçası, şair ve şiir üzerinde konuşmak bile, insanların ayırıcı bir vasfıdır. Bu insanlar, şiirlerin mazmunlarına vakıf olan güzel yüzlülerdir. Ayrıca aşkın sırlarındaki niteliklerini de bu insanlar idrak ederler, başkaları anlamazlar. Bu kişiler aynı zamanda, bîçare âşığın halinden haberdar olurlar. Bu mısralar sayesinde, Fuzûli‟nin algısında sözün ayrıcalıklı oluşu açığa çıkmaktadır:

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Bâki de Fuzûli gibi kıt‟alarında söz, şiir ve şairlik hakkında fikirlerini beyan eder. Bu kıt‟aların birinde Bâki, o dönem itibariyle yerleşik bir 57

ARAŞTIRMA MAKALESİ

divanında diğer nazım şekillerinde olduğu gibi kıt‟a ile söylenmiş çok sayıda poetik ifade yer alır. Bunlardan birinde Fuzûli‟ye göre, şair, adeta insanlık için görevlendirilmiş biridir. Bu bağlamda şiir de sıradan sözler değildir. Şiir, bir süs olmasına rağmen, bazı eksik ya da yeteneksiz kişiler bu kıymetten bî-haberdirler. Mısradaki bir diğer husus da şiirde ilim taraftarı olan Fuzûli için, gösterişe ve süse çok rağbet etmemek gereğinin yer almasıdır. Yine, mısralardan hareketle yorum yapılacak olursa, şair ve şiir hakkında toplum tarafından özellikle dillendirilen kötü niteliklerin, hal ve tavırların sergilenmemesi gerekmektedir. Kıt‟ada, şiirin süsten ibaret olmadığı düşüncesi bu maksatla da vurgulamaktadır:

ARAŞTIRMA MAKALESİ

düşünce olan şiirin sihirle beraber düşünülmesi fikrine gönderme yapar. Şaire göre, gönüller, başkaları tarafından, sihir olarak düşünülen şiir sayesinde adeta şeker tadındadır. Klasik şairlerin kendi şiirlerinin büyü ya da sihir etkisi olmadığını ispat etme düşüncelerinin temelinde yukarıda ifade edilen Şu‟ara suresinin etkisinin dışında, Bâki‟nin mısralarında olduğu gibi, şiirin insan üzerindeki etki gücünden bahsetmek için de kullanmışlardır. Şiirin tarih boyunca toplumları ve özelde insan ruhunu etkileme gücü düşünüldüğünde, hakikaten de bir büyü kadar insan ruhunu çepeçevre sardığı ortadadır. “Büyüye benzer bir etkisi var şiirin; ama büyüler belli sonuçlar elde etmek için kurulmuş formüllerdir. Şiirin açık seçik amacıysa bir düş etkisi uyandırmaktır.” (Eliot, 1988, s. 32). Bâki‟ye göre de şiirin bu büyük etkileme gücü eleştirilse de, şiir zaten gönüllere çoktan yer etmiştir. Şair, kendi şiirlerinin büyüleyici bir niteliğe sahip olduğunu söylerken, dolayısıyla şiirin etki gücünü de aslında buna bağlamaktadır. Şair yine aynı kıt‟asında başka şairlerin şiirlerini de eleştirir. Başkalarından kopya edilmiş, derme çatma sözlerle şekillenen şiirlerin yanında, kendi şiirlerinin diğerlerinden farklı ve kıymetli olduğunu söyleyen Bâki, sözün ayrıcalıklı olmasının, herkes tarafından tanınmaya da vesile olduğunu ifade eder: Tab‟-ı sâhir-pîşene Bâkî göñüller meyl ider Şekker-i şi‟r-i dil-âvîzüñ meger efsûnludur

Derme çatma geydürür iller libâsı şi‟rine Hil‟at-i nazm-ı cihân-girüñ senüñ altunludur (Bâki, 8/1-2) Bâki‟nin diğer bir kıt‟ası, esas itibariyle hem poetik düşünce anlamında, hem de klasik şairin şiire bakışını yansıtması yönünden önemlidir. Şair, burada yine sözün önemi üzerinde durur. Söz, bütün klasik şairlerin yaptığı gibi burada da inciye benzetilir. Bâki‟nin aynı kıt‟ada önemle vurguladığı konulardan biri de, söz ve şiirin kıymetinin bilinmesidir. Söz ve şiire ait bu kıymeti herkesin bilemeyeceği de açıktır:

58

Söz degül dürr ü güher nazm itsem Kadr ü kıymet bilenüñ bendesiyüz (Bâki, 19) Nâbi de Divanı‟nda yer alan bir kıt‟asında sözün ve mananın değerinden habersiz olanların, onun şiirleri hakkında değerlendirme yapmaması gerektiği görüşündedir. Şair, şiirdeki söz ve mananın ehemmiyetini kendisinin kavradığını ve bu uğraşta samimi olduğunu belirtir. Ayrıca, mana yönüyle şiirin kutsiyeti çerçevesinde yorum yapıldığında, Nâbi için, şiir mecraı bir davadır: Nâbiyâ lafz ile ma‟nâdan olanlar âgâh Sıdk-ı da‟vâmı benüm eylemesün istiskâl (Nâbi, 62) Nâbi, diğer bir kıt‟asında şiirin anlattıkları itibariyle, etkisinin büyüklüğünden bahseder. Şairin kullandığı kelimeler önemlidir. Buradan şairin iyi şiir yazanlara yönelik takdir edici bir bakışının olduğu manası da çıkarılabilir: İtdün kalem-i cûdun ile kalbümi mesrûr Şâkk-ı kalemün cûy-ı murâd eylesün Allah (Nâbi, 1) Divanında yer alan kıt‟alarla şiir ve şair hakkında sıklıkla düşüncesini belirten şairlerden biri Necâti‟dir. Necâti, bir kıt‟asında şiir ve şairlik anlamında gelenekle yeni arasında bir değerlendirme yapmaktadır. Şaire göre, eskiden yani gelenekten vazgeçen şairler yazdıklarıyla bu sahadaki birçok cahili mağdur etmektedirler. Geçmiş, geleceği biriktirdikleriyle beslemekte, ayakta tutmaktadır. Necâti‟nin şiir anlayışına göre de geleneğin takibi şiirin varlığı açısından önemlidir: Hemânâ yeni şâirler geçip eski olanlardan Söz alıp iletip mağrur iderler nice nâdânı (Necâti, 90) Necâti, başka bir kıt‟asında da şiirdeki mecazlı yani hayale dayalı olarak şiir söylemeyenler üzerine düşüncelerini dile getirir. Ayrıca şiire hayalin dışında sadece reel ifadelerle bakan ve bu yolla şiir söyleyenlerin parlak ve etkileyici şiire engel olduğunu ifade eder:

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Kanı ol ma‟ni-i hâs ü kani ol tab cevlânı (Necâti, 90) Yine Necâti, divanındaki bir kıt‟asında şiirde nazire yapma konusuna değinir. Anlaşıldığı kadarıyla Necâti, şiirine “nazire diyenler” hakkında pek de iyi düşünmemektedir. Bu düşünce, şairin şiirlerinin başkalarını taklit hatta çalıntı olduğu anlamına gelmektedir. Şaire göre bu insanlar, edepsizlik yapmaktadırlar. Bunun yanında, şiirlerindeki vezin ve kafiye dâhil, diğer ifadelerinin başkalarından alındığını söylemek de yanlış olur. Necâti‟nin burada vezin ve kafiye gibi ahenge dayalı şiir unsurlarının, mısralardaki esas ahenk unsurları olduğuna dair de bakışı söz konusu edilebilir. Şiirleriyle övünen ve onlarda anlattıklarının yanında olan şair, yazdıklarına, özellikle, şahsi söyleyişler anlamında sahip çıkmaktadır:

klasik şairin söylediği gibi, iktidardakilerin varlığını şairlere borçlu olduğu düşüncesi üzerinde de durur. Çünkü sanatkâr kalemiyle belli bir gücü, elinde tutmaktadır. Bu kıt‟ada ayrıca şairin, yine şiirin varlığının ve gücünün ahenk unsurlarına bağlı olduğuna dair görüşünü de yorumlamak söz konusudur: Benim hançer-redif eş‟ârım ile Bilindi padişahın ihtişâmı Redifi hançer ettin amma sen Kılıcın ile alırsın ola mı (Necâti, 89) Hayâli, divanında yer alan bir kıt‟asında şiiri birçok şair gibi cevher, inci olarak değerlendirir. Şair, herkesten farklı söz söylemesinin toplum tarafından falcılık olarak değerlendirilmesi üzerinde de durur:

Ey benim şi‟rime nazire diyen

Husrevâ etti terbiyet çünkim

Çıkma rah-ı edebden eyle hazer

Himmetin şâ‟ir ile remmâli

Dime kim üşde vezn ü kafiyede

İşte ben bulduğum cevâhir-i nazm

Şi‟rim oldu Necâtiye hem-ser (Necâti, 23)

Versin ol dahi bulduğu mâli (Hayâli, 6)

Necâti‟nin bir diğer kıt‟asında da genel olarak şiire, yalan ve uydurma diyenlere karşı bir duruş sergileyerek, mısralar oluşturduğu görülür. Şiirin içinde yalan ve hile var diyenlere karşı şair, cevabını, şiir ve yalan arasında bir uygunluğun olmadığını, toplum dışı ve dine aykırı davranmaya dayalı bir örnekleme ile gösterir. Buradan Necâti‟nin şiir ve şairin, hakkı ve doğruyu söylemek gibi bir vazifesi olduğuna dair düşüncesi açığa çıkmaktadır:

Celîli Divânı‟nda yer alan bir kıt‟ada şair ve şiire farklı bir bakışın varlığı tespit edilebilir. Celîli bahsedilen kıt‟asının ilk beytinde şiirlerinin, ne anlatırsa anlatsın değiştirilmeden kaydedilmesini istemektedir. Bunun yanında şair, şiir yazanların bâki kalacağı bilinciyle, yazdığı şiirlerinin sonsuza kadar var olması arzusunu da dile getirir:

İçinde ne zûr var ne telbis Şi‟re ne için yalan diye halk Yalan ise de tefâvütü var Hiç ola mı bir zinâ ile calk (Necâti, 50) Necâti‟nin Divanı‟nda şiirin, anlatım gücü sayesinde, devlet iktidarından bile daha güçlü olan bir etkisi olduğunu ifade eden bir kıt‟ası vardır. Bu kıt‟ada şair, kendini metheder. Necâti ayrıca, çoğu

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Cânum ol kâtib gulâmı kim benüm eş‟ârumı Buldığı bigi yaza ger pür-şeker ger pür-nemek

Hâk ide levh-i bekâdan harf-i ömrin rûzgâr Kendüden ger eyleye geh sebt-i harf ü gâh hâk (Celîli, 9/1-2) Nev‟izâde Atâi‟ye göre de, söz şiir kavramı içinde bir şehri ifade eder. Bu çeşitlilik ve kıymet içindeki şehirde inciler vardır. Bu şehrin büyüklüğü ve çeşitliliği o kadar fazladır ki, hiç iki uç bir araya gelemez:

59

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Eğer kim vereler nazma hayâl-i gayr ile suret

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Şehr-i suhandan az güherler götürmedi Hâma iki ucını berâber getürmedi (Nev‟î-zâde Atâyi, 88) Beyâni Divanı‟nda yer alan bir Farsça kıt‟ada ise, şiirdeki fikir kavramı üzerinde durur. Fikir, şaire göre bir maden kadar kıymetlidir. Buradan çıkan taş, la‟l yahut yakut da olsa cevherin kıymetine zarar verebilmektedir. Çünkü, “Şiirin mistisizm anlayışıyla çokça ortak yönleri vardır. O, kendine özgü, kişisel, bilinmeyen, gizemli, kendisini fazla açığa vuran, gerekli tesadüfi anlatıştır. Şiir, ifade edilmeyeni ifade eder.” (Novalis, 2003, s. 36). Dolayısıyla fikir, şairin ifadesini de destekler nitelikte söylenecek olursa, her ne kadar kıymetli olursa olsun, mana ve duygu yönüyle eksikliği söz konusuysa, var olan bir „değer‟in de anlamını yitirmesine sebep olur: Sengi ez-kân-ı suhan tîşe-i fikrem beküned La„l u ya‟kût şeved kıymet-i gevher şikend (Beyâni, 1) (Fikir kazmamın söz madeninden çıkardığı taş, la‟l ve yakut olur da cevherin kıymetini düşürür.) Hamdullah Hamdi de Divan‟ındaki kıt‟alarda poetik söyleyişler dile getirir. Şair burada şiirin şekil ve muhtevasına yönelik kanaatler serdeder. Hamdullah Hamdi, kıt‟asında şiirin kısa ve özlü olması gerektiğine dair göndermeler yapar. Bu kısalık ve özlülük, şiirin daha çekici ve güzel olmasına vesile olmaktadır. Bunun yanında şair, kendi şiirlerini öven şairlere karşı da bir duruş sergiler. Aslında, şiirini öven şairlerin yanlış yolda olduğuna dair düşüncelerini aktaran şair, şiirlerinin ayrıcalıklı olduğunu, fakat kendisinin de bu tavrı sergilememesi için şahsına uyarıda bulunur: Muhtasardur sözüm egerçi velî Pür-şekerdür dehân-ı yâr gibi Hamdî medh itme sözlerüni sakın Sen de [şol] ehl-i iftihâr gibi (Hamdullah Hamdi, 190) Hamdullah Hamdi‟nin bir kıt‟ası da, şairin mesleki duruşu ile ilgilidir. Zamanının şairlerine 60

seslenerek, birbirinden şiir çalanlara karşı uyarı yaptığını ve bunun ayıp olduğunu söyleyen şair, bu uyarısının karşısında hüner sahiplerinin diğer şairleri sürüklediğine yani onları belli seviyelere getirdiğine dair cevaplar aldığını söyler. Hamdullah Hamdi, burada aslında kendi sanatsal duruşundan yola çıkarak, şairin, toplum içindeki duruşunun nasıl olması gerektiği hakkında da düşüncesini ortaya koyar: Şu‟arâ-yı zamânenün vârı Birbirinden ugurlar eş‟ârı Aybdur bu didüm birine didi Zî-hüner cerr iderse cerrârı (Hamdullah Hamdi, 191) Şeyh Gâlip Divanı‟nda yer alan bir kıt‟asında, temel olarak mazmunlu söyleyişe olan bakışını ortaya koyar. Gâlip‟e göre, kendisi gibi şanslı bir şairin mazmunlu sözlerini anlamamak ayıp olmaz. Şairin şiirleri inci ile eş değer olduğu için, bu durum aslında eşsiz bir incinin varlığının kaybına eştir. Aklı, denizlerin dibinden çıkaran inci avcıları, bu şekilde davranmaları ile nasipleri kaybolmuş olmaz. Yorum yaparak, düşünerek şairin mazmunlarındaki söyleyişleri anlamak mümkündür. Şeyh Gâlip, bu ifadeleri ile, şiir dilinin kapalı olması gerektiğine, mazmunlu söyleyişlerin şiirde bir gereklilik olduğuna dair poetik duruşunu sergilerken, bunları anlamanın da aslında kolay olmadığını dile getirmiş olur: Ol şâir-i kâm-yâb benim kim Gâlib Mazmûnlarımı anlamamak aybolmaz Yektâ-güher-i gayb-ı hüviyetdir hep Gavvâs-ı hıred behre-ver-i gayb olmaz (Şeyh Gâlip, 25) Klasik Türk şiirinde bu kıt‟aların yanında, tasavvufi bakışın da içinde yer aldığı poetik mısraları aktaran sanatkârlar da vardır. Bunlardan birisi İbrahim Hakkı Hazretleri‟dir. Bahsedilen tasavvuf içerikli kıt‟alar, örnek verilenlerde olduğu üzere, doğrudan poetika ile alakalı değildir. Ancak şairler, söz üzerine düşüncelerini değişik vesilelerle ifade ederler. Bunlardan, sözün kullanma şekli, başta gelendir. Şairlerin özellikle Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Mülk ü mâlı kıyl u kâlı her kemâlı hep unut Hâli ol aşk u cemâli vecd ü hâli dilde tut (İbrahim Hakkı) Sonuç Türk edebiyat tarihi geleneğinde şiir yazılmıştır, fakat poetik anlamda çok fazla metin ortaya koyma alışkanlığı yoktur. Oysa bir şair neyi nasıl yaptığını bütünüyle anlatamasa da, yaptığı işle ilgili yol gösterici fikir verici, düşündürücü bir takım kanaatler ortaya koyması önemlidir. İşte, şairlerin şiir hakkındaki düşüncelerinin ifadesi açısından poetika önemlidir. Bu ifade ediş, ister geleneksel, isterse de şairin şahsi fikirlerini açığa çıkarma anlamında olsun, sanatsal yönden ehemmiyet arz eder. Klasik Türk şiirinde, Cumhuriyet sonrasında olduğu gibi, müstakil manada Fuzûli gibi birkaç şair hariç, poetika oluşturulmamıştır. Fakat şairler, şiir hakkındaki fikirlerini, geleneksel bakış başta olmak üzere, içine şahsi düşüncelerini de katarak değişik vesilelerle ifade etmişlerdir. Klasik Türk şiiri nazım şekillerinin bazılarında ve divan dibacelerinde poetikadan bahsedilmiş ve bunlar değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Kıt‟a da bu nazım şekillerinden biridir. Divanlarda sayıca az yer almasına ve bu nazım şeklinin bilinirlik ve okunurluk oranının az olmasına rağmen, divanlarda dikkate değer sayıda şairin, şiir hakkında fikirlerini buradaki mısralarda ifade ettiği görülür. Buna, kıt‟a nazım şeklinin, her konuda yazılıyor olmasının şair için imkân

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

sağlaması önemlidir. Aslında kıt‟a gibi kısa yazılan bir nazım şeklinde bile şiir hakkındaki fikirlerini ifade etmeleri, dönem itibariyle klasik şairlerin söze, şiire ve şairliğe verdikleri önemi ortaya koymaktadır. İncelenen kıt‟alarda görüldüğü gibi, klasik Türk şairleri, şiir ve şair ile ilgili olarak methedici ifadeler kullanmaları ilk dikkat çekici husustur. Şairlik insana kerem sahibi Allah tarafından lutfedilmiştir. Şair, sıradan biri olmadığı gibi söyledikleri de sıradan değil, adeta inciye eş değerdir. Söz, kutsal olduğu için boş yere sarf edilmemelidir. Bunun yanında şair, şiirlerinde kesinlikle başkalarına benzememeli, kendine has söyleyişler geliştirmelidir. Şairin yaptığı işte kutsiyet söz konusu olduğu için, farklı söyleyişler mısralarına yansıyabilir, fakat bu onun işinde ne sihir ne de büyünün var olduğu anlamına gelir. Kıt‟a nazım şeklinden yola çıkılarak poetika üzerine yapılan bu tespit ve kısa değerlendirmenin de açığa çıkardığı gibi, klasik Türk şiiri bağlamında, şairlerin şiir sanatı hakkında düşündükleri farklı nazım şekillerinin ve türlerin içinde yer almaktadır. Bu eserlerde yer alan poetik fikirlerin, günümüz bakış açısıyla değerlendirmeye tabi tutulmasında kültürel açıdan faydası muhakkaktır. Kaynakça Aça M., Gökalp H. ve Kocakaplan, İ. (2012). Tür ve Şekil Bilgisi, İstanbul: Kesit. Ahmet Paşa Divanı, (haz.) Ali Nihat Tarlan, (1992). Ankara: Akçağ. Aksoy, H., (2002). DİA, “Kıt‟a” Y. 2002, c. 25. Aristoteles, (haz.) İsmail Tunalı, (1987). Poetika, İstanbul: Remzi Kitabevi. Baki Divanı, (haz. Sabahattin Küçük) http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/TR,78361/baki-divani.html (Erişim tarihi: 16.07.2015) Bek, K. (1996). Şiir ve Şiir Kuramı Üstüne Söylemler, “Divan Şiirinde Eda ve Söylem: Divan Şairleri Birbirine Benzemez”, İstanbul: Düzlem Yayınları. Beyânî Divanı, (haz.Fatih Başpınar) http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10599,beyanibpdf.pdf?0, (Erişim tarihi: 16.07.2015)

61

ARAŞTIRMA MAKALESİ

sözün nasıl sarf edilmesi yönünde sıkça fikir beyan etmeleri, bu mısraları değerlendirmek noktasında birkaç şey söylemeyi gerektirir. İbrahim Hakkı Hazretleri‟ne göre sözü çok kullanmak, sözün kutsal varlığı düşünüldüğünde, onu ziyan etmek anlamındadır ki, bu da uygun değildir. Şaire göre aslında, her türlü dünyalığı unutmak gerekmektedir. Her şeyin gönülde yaşanması en uygun olanıdır. Buradan da tasavvufi manada „susma‟nın önemi üzerine bir yorum yapılabileceği gibi, şiirde yer alan kelimelerdeki dünyaya dair söz israfından vazgeçme düşüncesinden de bahsedilebilir:

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Celîlî Divanı, (haz.) Şevkiye Kazan Nas, (2011). Isparta: Fakülte Kitabevi.

Leylâ Hanım Divanı, (haz.) Mehmet Arslan, (2003). İstanbul: Kitabevi.

Coşkun, M. Klasik Türk Şairinin Poetikası Üzerine, (2011, Kış) bilig: S.56.

Nabi Divanı, (haz.) Ali Fuat Bilkan, (2011). Ankara: Akçağ

http://kuran.diyanet.gov.tr/, (Erişim tarihi: 18.07.2015) Eliot, T.S. (1988), Denemeler, İstanbul: Remzi Kitabevi. Erkal, A. (2009). Divan Şiiri Poetikası, Ankara: Birleşik. Erzurumlu İbrahim Hakkı Dîvânı, (haz.) Numan Külekçi, Turgut Karabey, (1997). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Basımevi. Fuzûli Divanı, (haz.) Kenan Akyüz, Süheyl Beken, (2000). Ankara: Akçağ. Hamdullah Hamdî Divanı, Ali Emre Özyıldırım, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10616,metinpdf.pdf? 0, (Erişim tarihi: 12.07.2015) Hayâli Divanı, (haz.) Ali Nihat Tarlan, (1992). Ankara: Akçağ. İpekten, H. (2013). Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul: Dergâh. İsen, M., Horata, O., Macit, M., Kılıç F. ve Aksoyak İ. H. (2014). Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker. Kılıç, M., E. (2004). Sûfi ve Şiir, İnsan Yayınları, İstanbul: İnsan Yayınları.

62

Necâti Beg Divanı, (haz.) Ali Nihat Tarlan, (1992). Ankara: Akçağ Nedim Divanı, (haz.) Abdülbâki Gölpınarlı, (2015). İstanbul: İnkılap Kitabevi. Nev‟î-Zâde Atâyî Dîvânı, (haz.) Saadet Karaköse, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10637,nevi-zadeatayipdf.pdf?0, (Erişim tarihi: 07.07.2015) Novalis, Poetika, (haz.) Ahmet Sarı-Şahbender Çoraklı, (2003). Erzurum: Babil Yayınları. Pala İ. (1989) . Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara: Akçağ. Revânî Divanı, (haz.) Ziya Avşar, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10643,revanidivanizi yaavsarpdf.pdf?0 (Erişim tarihi: 16.07.2015) Sümer N., Şiir ve Şiir Kuramı Üstüne Söylemler, PoetikaKlasik Çağ, (1996). İstanbul: Düzlem Yayınları. Şeyh Galip Divanı, (haz.) Naci Okçu, (2011). Ankara: TDV. Tahir‟ül Mevlevi, Edebiyat Lügatı, (haz.) Kemal Edip Kürkçüoğlu, (1973). İstanbul: Enderun Kitabevi. Üzgör, T. Türkçe Divan Dibâceleri, (1990). Ankara: Kültür Bakanlığı.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 63-68

Özkan Dayı* * Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Erzurum, Türkiye Öz Cengiz Han‟ın kurmuş olduğu Moğol devleti, istila ettiği sınırlar itibarı ile geniş coğrafyalara ulaşmaktaydı. Bu genişleme hareketi, Moğol devletini tek bir kültürün ve idarî yapılanmanın dışına çıkmasına sebep oluyordu. Bu bağlamda yeni coğrafyalar devletin geleneksel anlayışına yeni yönetim sistemleri ve kadrolarının eklenmesine de öncülük etmekteydi. Böylece Moğol devletinin idarecileri arasında Uygur, Müslüman ve Çinli devlet adamlarının yer edindiğini görmekteyiz. Bu çalışma ile söz konusu olan Moğol olmayan ama Moğol devletinin idarî olarak işleyişine katkıda bulunan ve devletin temellerini bürokratik anlamda oluşturan devlet adamlarının faaliyetlerine değinmek ve onları tanıtmak amaçlamıştır. Bu çerçeve içerisinde Müslüman kimliği ile Mahmud Yalavac‟ın Moğol Devleti içerisindeki yerini tespit etmeye çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Moğol devleti, Moğol istilası, İdarî yapı, Bürokrasi.

Mahmoud Yalavac Activities in the Mongol Empire Abstract Genghis Khan's Mongol states that it has established, it was to reach as broad geographical boundaries with which invaded. This expansion movement of a single culture and made him get out of the Mongolian state administrative structure. In this context, a new geography was also spearheading the addition of new management systems and staff to the traditional understanding of the state. Thus, the Mongol rulers among the Uighur Empire, we see that Muslims and find a place for Chinese dignitaries.

Sorumlu Yazar: Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Erzurum, Türkiye [email protected]

This study concerned with the Mongols but the Mongols who contributed to the non-functioning of the administrative state and government to address the activities of the foundations of the bureaucratic state, which creates meaning and purpose to introduce them to the man. Within this framework, Mahmoud Yalavac with Muslim identity will try to locate within the Mongol Empire Keywords: Mongolian government, the Mongolian invasion, administrative structure, bureaucracy.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

63

En eski zamanlardan beri devletleri ayakta tutan, sisteme kavuşturan ve devleti oluşturan tüm unsurların bir düzen içerisinde çalışmasını sağlayan yapı şüphesiz ki; aslında fazla değinilmeyen ve tarihî anlamda bazen görüş açımızın dışında kalan idarî yapılar ve onların başında olan kadrolardır. Gerçekte bu yapıları kuran ve bu sistemlerin başında olan memur sınıfına mensup kişiler devletlerin devamını sağlayan aslî unsurlardır. Bu unsurlar tüm devletler içerisinde olduğu gibi Moğol devletinin içerisinde de yer almış ve büyük başarılara imza atan siyasî yöneticilerin arka plandaki destekçileri ve yardımcıları olmuşlardır. Bu bağlamda Moğol istilası sonucu yöneticilerin acil olarak gereksinim duyduğu ilk idari sınıf bürokratlar olmuştur. Bu ihtiyacın ilk sebebi hâkim olunan yeni coğrafyaları malî anlamda daha iyi tanımak ve düzene koymaktır. Ayrıca onların sayesinde Moğollar hâkimiyetleri altına aldıkları yeni ve yabancı halklar ile iletişim kurabilmişlerdir. Moğol dönemi bu ilk idarî kadro içerisinde özellikle yabancı devlet adamlarını görmekteyiz. Cengiz Han‟ın üç önemli bürokratı bulunmaktaydı. Bunlardan ilki Nayman devletinin Mühürdârı olan Uygur asıllı Taşatun, diğeri Harezm asıllı bir Müslüman olan Mahmûd Yalavac ve diğeri de Çinli Yeluçutsay idi (Kadyânî, 1384hş., s. 61; Âştiyânî, 1328hş., a., s. 94). Cengiz Han, Nayman Hanı‟nın mühürdarı Taşatun adındaki Uygur bilginini esir alıp onu evlatlarına öğretmen olarak görevlendirmişti. Moğollar yazıyı ilk olarak Naymanlardan öğrenmişlerdir. Uygur Taşatun ile Moğollar arasında Uygurca yayılmış ve 1204 yılından 1287 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Kubilay Han, Budizm‟i kabul edince Türkçe yerine Moğolca‟yı kullanmıştır. Cengiz Han‟ın divanında Uygurca geçerli olmakla beraber, yazı hangi millete gönderilecekse, o dil ile yazılırdı. Bu işin yapılabilmesi için dîvânda değişik dil bilen birçok kâtipler bulunmuştur (Yasin, 2011, 91-103; Yuvalı, 2002, VIII, s. 359363).

64

Cengiz Han zamanının bir diğer büyük bürokratı da Yeluçutsay‟dır, O, aslen Kuzey Çinli olup babası Çin sarayında vezâret makamında görevli idi. Daha sonra Cengiz Han‟ın yanında danışman olarak görev almıştır (Âştiyânî, 1390hş., b., s. 9495; Grousset, 1980, s. 227). Cengiz ve Ögeday Hanlar zamanında sivil idarenin tanzim edilmesinde emeği geçen devlet adamlarından biri de Yeluçutsay olmuştur. Çin‟den alınması gereken vergi çeşidi ve şekli konusunda Mahmud Yalavac ile anlaşamamıştır (Reşidüddîn, 1374hş., s. 564). Yeluçutsay, Ögeday Kaan zamanında da baş müşavir olarak görev yapmıştır (Âştiyânî, 1390hş., b., s. 120). Karakurum şehrindeki sarayın açılışında Ögeday Kaan, büyük bir ziyafet tertip etti ve ziyafette kendi eli ile Yeluçutsay‟ya kadeh sundu ve ziyafete katılanlara dönüp “Memleketinizde böyle bir vezir var mı?” diye sormuştur (D‟ohsson, 2006, s. 185). Özellikle Ögeday Kaan zamanında Yeluçutsay‟ın devlet teşkilatının gelişmesinde büyük yeri olmuştur. Ögeday Kaan bu dönemde ülkesini on vilayete taksim etmişti (Spuler, 2011, s. 305). Ögeday Kaan‟ın yaptığı idarî ve malî düzenlemelerde Baş vezirin tavsiyelerinden memnun kaldığı görülmektedir. Bu durum bizi, Moğol devletinde idarî mekanizmanın başı olan merkez teşkilatın görevine titiz ve yöneticileri memnun edici bir şekilde çalıştığı sonucuna götürmektedir. Ayrıca bu çalışmaların bizzat Han tarafından taltif de edilmektedir. Mahmud Yalavac’ın Moğol Devletinde İlk Faaliyetleri Harezmli bir Müslüman olan Mahmûd Yalavac‟ın ismi „Âkilî‟nin Âsârü‟l Vuzerâ adlı eserinde, Mecdüddîn Mahmûd Yalavac ve Nâsireddîn Münşî Kirmânî‟nin eseri Nesâ‟imü‟l Ashâr min Letâ‟imü‟l Ahbâr der Târîh-i Vuzerâ‟da ise Fahreddîn Mahmûd Yalavac olarak geçmektedir. Cengiz Han, Ögeday Kaan, Göyük Kaan ve Mengü Kaan zamanında üst düzey devlet adamı olarak Moğol devletinde görev yapmıştır (Âkilî, 1337hş., s. 273; Kirmânî, ty., s. 100).

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Giriş

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Cengiz Han‟ın elçisi olarak batı seferinde önce Harezmşâh hükümdarı Muhammed‟e elçi olarak gönderilmiştir. Harezmşâh onun Müslüman ve Harezmli olmasından dolayı kendisine hizmet etmesini söylemiş ve değerli taşlar hediye etmiştir. Harezm hükümdarı, Mahmud Yalavac‟a Cengiz Han‟ın Çin‟i zapt edip etmediğini sormuş; Mahmud Yalavac, bunun doğru olduğu teyit etmiştir (Handmîr, ty., b., s. 507-508). Mahmud Yalavac, Cengiz Han‟ın itibarını kazanmış ve oğlu Mesud Yalavac ile her hangi bir validen çok, malî işleri düzenleyen fevkalade kudretli üst düzey devlet memuru konumuna yükselmişlerdir. Ayrıca onların yanında muhafızlık ve diğer işleri düzenleyen başka Moğol idarecilerin de olduğu muhtemeldir. Batı seferi sonunda oğul Mesud Yalavac; Buhara, Semerkand ve Ürgenç gibi şehirlerin idaresinden sorumlu olmuştur. Mahmud Yalavac ise Cengiz Han ile birlikte Karakurum‟a gitmiş ve Pekin vilayetinin valisi oldu. Bütün vergi, para ve ceza ile ilgili işlerden onlar sorumluydu. Mahmud Yalavac‟ın Cengiz Han ve oğulları yanındaki asıl kıymeti, getirdiği vergiler ve tahsil etme biçimi olmalıdır. Zira Cengiz İmparatorluğu‟nda vergi ve maliye söz konusu olduğu zaman ilk akla gelen isim Mahmud Yalavac olmuştur. O, Cengiz Han İmparatorluğu içerisinde çalışan herkesten vergi almayı yani vergide çalışan şahsı esas alan “Dink” prensibini savunmuştur (Reşidüdîn, 1374hş., s. 565; Yuvalı, 1994, s. 124; Ögel, 1982 a., s. 335). Dink sistemine göre çalışıp para kazanan veya hayatını idame ettiren her birey vergi mükellefi olarak görülmektedir. Mahmud Yalavac‟a göre vergiler, Yeluçutsay‟ın savunduğu hane başına vergilendirmenin aksine, çalışan bireylere göre yapılandırılmalıydı. Mahmud Yalavac, bütün gayreti ile çalışarak Maveraünnehr Bölgesini özellikle Buhara‟yı mamur etti. Daha sonraki dönemlerde ise Mahmud Yalavac‟ın oğlu Mesud Bey‟in Buhara‟yı mamur hale getirmek için faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir (D‟ohsson, 2006, s. 193; Şeşen, 1992, VI, s. 363-367; Barthold, 1990, s. 507; Kirmânî, ty.,s. 100-101) Cengiz Han zamanında Moğol idarî sistemi içerisinde itibar edilen yetkili

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

isimlerden biri haline gelen Mahmud Yalavac‟ın, Kuzey Çin‟in zaptı sonrasında bu bölgede görevlendirilmesi Moğol devlet anlayışının da bir göstergesidir. En başından beri Moğol yöneticileri işlerine yarayan kişileri din ve milliyetlerine bakmaksızın farklı alanlarda ve yerlerde görevlendirmişleridir. Mahmud Yalavac‟ın Pekin gibi aslında Türk ve İslam coğrafyasından uzak bir yerde görevlendirilmesi bu anlayışın en güzel örneğidir. Daha sonraki dönemlerde biz bu anlayışı tüm Moğol devletinde ve tabi Moğol devletlerinde de görmekteyiz. Fars unsurların Uzakdoğu‟da ve Uygur Türklerinin İran‟da görev yapmaları bu duruma verilecek diğer örneklerdir. Ögeday Kaan Zamanında İdarî Yapı ve Mahmud Yalavac’ın Yeri Handmîr‟in Dustûrü‟l Vuzerâ adlı eserinde, Mahmûd Yalavac‟ın Cengiz Han‟ın vezâret işleri ile ilgilendiği ve Ögeday Kaan zamanında da bu görevine devam ettiği belirtilmiş, yine Handmîr‟in Habîb-üs Siyer adlı eserinde Kaan‟ın, Mahmud Yalavac‟ı Sâhib-i Dîvân ve hükümetin başı olarak atadığına dikkat çekilmiştir (Reşidüddîn, 1374hş., s. 564; Handmîr, 1333hş., a., III, s. 50; Handmîr, ty., b., s. 259). Handmîr‟in verdiği bu bilgiye rağmen Ögeday Kaan döneminde Mahmud Yalavac‟ın durumu hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Çünkü bu dönemde Ögeday Kaan‟ın, Çinli müşavir ve maliyeci Yeluçutsay‟a (Ye-Lu Ch‟u-ts‟ai) geniş yetkiler vererek, Çin‟de aile prensibi üzerinden vergi alınmasını uygun bulmuştur. Oysaki Mahmud Yalavac bunun aksine şahıs “Dink” sistemi üzerinden vergi alınmasını savunuyordu. Ögeday Kaan, zamanında Çinli müşavirin prensibi Çin‟de uygulanmıştır. Mahmud Yalavac ise Batı memleketlerinde kendi prensibi üzerinden vergi almayla görevlendirilmiştir. Bu iki ünlü maliyecinin görüş ayrılığı uzun süre devam etmiş, sonunda şahsı sistemi yani Mahmud Yalavac‟ın görüşü Çin dâhil bütün Moğol ülkesinde geçerli olmuştur (Yuvalı, 1994, s. 32; Ögel, 2002, b., s. 210). Ögeday Kaan tarafından Buhara‟nın yönetimi Yalavac‟ın usta ellerine bırakılınca, onun adalet mıntıkası oraya buraya dağılmış olan Buharalıları

65

Bu dönemde Yalavacların Maveraünnehr‟in imarına büyük önem verdikleri görülmektedir. O bölgenin yönetimi Vezir Yalavac ile onun dürüst ve çalışkan oğlu Emir Mesud Bey‟in yetenekli ellerine bırakmıştır. Onlarda akılları ve bilgileriyle eski yaraları sarmaya koyuldular. Çeşitli adlar altında toplanan vergi yükünden halkı kurtardılar (Cüveynî, 1329hş., I, s. 75; Âkilî, 1337hş., s. 273; Yazıcı, 1995, XXII, 375-377). Yeni kurulan Moğol devletinin aslında en büyük sorunlarından birisi bu dönemde vergi toplama sitemin nasıl ve neye göre yapılacağıdır. Aslında bu sorunun temel kaynağı da farklı ülkelerin büyük Moğol devleti içerisinde nasıl bir ahenk ile yönetileceğinden doğmaktadır. Farklı din, milliyet, iktisat ve yaşam tarzlarına mensup olan Orta Asya, Türkistan ve Çin ülkelerinin vergilendirilme sistemi ilk etapta yöneticilerin kafalarını bir hayli karıştırmış olmalıdır. Göçebeler ile yerleşik hayat sürenler, tüccarlar ile çiftçilerin tek bir sistemde buluşturulması akıllarda soru işaretlerine sebep olmuştur. Tabi bu karışık duruma değişik sistemleri savunan bürokratların çekişmeleri de şüphesiz ki eklenmiştir. Malî açıdan vergilendirme hususunda Yeluçutsay‟ın ortaya attığı hane sistemi ile Mahmud Yalavac‟ın savunduğu şahıs sistemi tartışmaların ana kaynağını teşkil etmekteydi. Naibe Töregene Hatun ve Mahmud Yalavac’ın Durumu Ögeday Kaan‟ın ölümü üzerine Kaan‟ın eşi Töregene Hatun naibe olmuştur (Nâsirîrâd, 1379hş., s. 121-132). Töregene Hatun, naibe olunca Vezir Cinkay‟ı azletmişti. Cinkay, aslen Uygur olup her gün imparatorun nutuklarını, Çin âdeti gereğince kaydetmeye memur idi. bu dönemde Abdurrrahman adlı bir tüccarın naibeye gözüne girmek için Çin‟de ağır vergiler koyduğu bilinmektedir. Türkistan ve Maveraünnehr valisi Yalavac‟ın oğlu Mesud Yalavac bu dönemde 66

Töregene Hatun‟un uygulamalarından çekinerek Batu Han‟a iltica etmişti. Naibe dönemindeki bu siyasî fırtınadan İran valisi Körgüz de nasibini almış ve yakalanarak, Töregene Hatun‟a getirilmiş ve naibe Körgüz‟ü haps ile Argun Aka‟yı onun yerine tayin etmişti (D‟ohsson, 2006, s. 220; Reşidüddîn, 1374hş., s. 564; Mîrhand, 1339hş., V, s. 186; Grousset, 1980, s. 335; Kadyânî, 1384hş., s. 69). Sivil bürokratların ayrıca kendi hayatlarını ve makamlarını tehlikede gördükleri zamanlarda Moğol devletini kuran ailenin farklı mensuplarına sığınarak devlet içerisindeki siyasî rekabetten de faydalandıkları açıktır. Ögeday Kaan‟ın 1241 yılında ölmesinden sonra, yerine niyabet eden Töregene Hatun‟un tesirinde kaldığı Fatma adlı bir kadının entrikalarından çekinen Mahmud Yalavac, geleceğinden endişe etmiş olacak ki, geri plana çekilmiştir (Mîrhand, 1339hş., V, s. 168-169; Cüveynî, 1329hş., I, s. 201-203; Âştiyânî,1328hş., a., I-II, s. 152; Handmîr, 1333hş., a., III, s. 55; Özen, 2010, s. 4445). Töregene Hatun‟un naibeliği sırasında Abdurrahman ve Fatma‟nın devlet işlerinde naibeyi etkileri altına alarak söz sahibi oldukları görülmektedir. Bu durum devlet ileri gelenlerinin kendilerini güvende hissetmemelerine sebep olmuştur. Özellikle başarılı iki idareci olan Uygur asıllı Vezir Cinkay‟ın ve İran bölgesi valisi Körgüz‟ün azli, Mahmud Yalavac‟ın geri plana çekilmesine ve diğer devlet adamlarının da nüfuzlu Moğol hanedanı mensuplarına sığınmalarına sebep olmuştur. Bu durum ise sadece devlet işlerinde değil, aynı zamanda hanedan ailesi içinde de huzursuzluğun çıkmasına sebep olmuştur. Göyük ve Mengü Kaan Dönemi ve Mahmud Yalavac’ın İdarî Sisteme Dönüşü 1246 yılında Göyük Kaan‟ın tahta çıkmasından sonra devlet hizmetinden uzaklaştırılmış olan Mahmud Yalavac, ve Cinkay gibi değerli idareciler tekrar görevlerine iade edilmişlerdir. Mengü Han iş başına gelmesi ile Mahmud Yalavac yeniden itibarını kazanmıştır. Mahmud Yalavac eski görevine iade edilmiştir. Bundan

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

tekrar vatanlarına çekti. Yalavac‟ın üstün gayretleri sayesinde şehrin imar işleri büyük bir ilerleme gösterdi ve tarihin en yüksek seviyesine ulaştı (Şeşen, 1992, VI, s. 363-367; Sa„îdî, 1386hş., s. 28; Cüveynî, 1329hş., I, s. 83-84).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

sonra ülkenin her tarafındaki vergi işlerini tanzim etmekle görevlendirilmiştir (Yuvalı, 1994, s. 124125; Reşidüddîn, 1374hş., s. 564).Göyük Kaan, tahta geçtikten bir müddet sonra annesi Töregene Hatun ölmüştür. İlk iş olarak annesinin müşaviri olup, tutum ve davranışlarıyla devlet hayatını karıştıran Fatma‟yı öldürttü, taraftarlarını da başta Abdurrahman olmak üzere çeşitli cezalara çarptırdı (Mîrhand, 1339hş., V, s. 170; Handmîr, 1333hş., a., III, s. 56). Bu dönemde Emir Argun‟un valiliği ile devletin batı kısmı sivil idarede uzman olan iyi bir devlet adamına kavuşmuş oldu. Daha sonraki hizmetlerine bakarak Cengiz İmparatorluğu‟nda doğuda Mahmud Yalavac ne ise; batıda da Argun Aka aynı görevi yapmıştır (Mîrhand, 1339hş., V, s. 167-168). Daha önce görevinden alınan Mahmud Yalavac tekrar maliyenin başına, gelmişti. Batıya gönderilmesi kararlaştırılan Elcigidey, batıda Moğol idaresinde bulunan yerlerden de silah altına alınan yerli askerlerden onda biri bu sefere yani Elcigidey‟in emrine verilecekti. Batıda Moğol idaresini kabul etmiş sultan, vali ve beyler de onun emrinde olacaklar ve mali yönden Ecigidey‟e hesap vereceklerdi. Büyük Han bu hususta özellikle Anadolu, Halep, Musul ve Diyarbakır işlerine dikkat etmesini tembih edilmişti (Abû‟l Farac, 1950, s. 546-547; Dehkhodâ, 1373hş., III, s. 3203; İbnü‟l-İbrî, 2011, s. 22). Ön Asya‟da Moğol hâkimiyetini kabullenen Ermeni, Gürcü ve Türkiye Selçukluları devleti yanında Kuzey Suriye hâkimleri arasında Moğollara yıllık hediyeler ve belirli miktarda vergi göndermek suretiyle mevcut statülerini korumuşlardır. Mengü Kaan ile başlayan merkezileşme siyaseti batıda Moğol hâkimiyetini yeni baştan tesis edecekti. Batıdaki Moğol topraklarının yönetiminde Noyanların yanında sivil valilerde önemli rol oynamışlardır. Mahmud Yalavac ise Moğol malî sisteminin kurucusu olarak karşımıza çıkacaktır (Yuvalı, 1994, s. 52). Mengü Kaan, kendisine karşı gelmek isteyenlerden kurtulduktan sonra askerine nizam vererek memleketler zapt etmeğe başlamış, garp Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

şehirlerinin maliye işlerini kardeşi Hülagu‟ya vermişti. Ceyhun kıyısından başlayarak Kuzey Çin şehirlerinin sonuna kadar olan yerleri esSâhib‟ül Mu‟azzâm Yalavac Mahmud‟a ve onun oğlu Mesud Yalavac‟a vermiştir (Reşidüddîn, 1374hş., s. 595-596; İbnü‟l-İbrî, 2011, s. 25). Mahmud Yalavac‟ın Mengü Kaan zamanında mertebesinin arttığı onun için kullanılan unvanlarda da göze çarpmaktadır. Burada Mahmud Yalavac için Ebû‟l-Ferec, “es-Sâhib‟ül Mu‟azzâm” unvanını kullanmıştır. Bu durum bize Mengü Kaan döneminde Mahmud Yalavac‟ın hem bahsi geçen bölgede yani Çin ve Türkistan ülkelerinin bir kısmında sivil idareci olduğunu göstermekte ayrıca bu unvan ile biz Mahmud Yalavac‟ın ülke genelinde sivil valilik görevinden başka Baş Vezir makamını da bir nevi yürüttüğünü bize göstermektedir. Yani Ceyhun nehrinin doğu kıyısından Çin ülkelerinin sonuna kadar valilik görevini oğlu Mesud Yalavac ile paylaşırken, aynı zamanda da ülkenin vezaret işlerine de baktığını anlamaktayız. Mengü Kaan döneminde Mahmud Yalavac, kudretli bir devlet adamıydı (Ögel, 2002, b., s. 214). Mengü Kaan, bu sırada Mahmud Yalavac‟ın tavsiyeleri doğrultusunda vergilendirme konusunda ülke genelinde yenilikler yapmıştır. Çin ülkesinde büyük zenginlerine yılda on beş ve diğerlerine bir dinâr; Horasan zenginlerine yılda on dinâr ve başkalarına yine bir dinâr vergi koymuştur. Otlaklarda otlayan hayvanların her türlüsünün yüzde birinin alınmasından ibâret olan kopçur sistemini yaygın hale getirmiştir. Yüzden aşağı olan hayvanlardan kopçur alınmaz idi. Ayrıca Mengü Kaan, Müslimleri ve Hristiyanları, Putperestleri ve kendilerini dine vermiş olanları her türlü vergiden muaf tutmuştur (Reşidüddîn, 1374hş., s. 596-597; İbnü‟l-İbrî, 2011, s. 25). Sonuç Kuruluş aşamasında Moğol devletinde aktif olarak yer alan Mahmud Yalavac‟ın süreç içerisinde siyasî, idarî ve malî hizmetlere imza attığı görülmektedir. Hatta onun devlet teşkilatı için önerdiği idarî sistemler Moğol ülkesinin hâkim olduğu diğer coğrafyalar içerisinde de kullanılmıştır. Dönem itibari ile askerî olarak 67

Kadyânî, Abbâs. (1384hş.). Târîh-i Ferheng-i ve Temeddon-i Îrân der Dovre-i Moğûl, Tahrân: İntişârât-i Ferhendg-i Mektûb.

Kaynakça

Kirmânî, Nâsireddîn Münşî. (ty). Nesâ’imü’l Ashâr min Letâ’imü’l Ahbâr der Târîh-i Vüzerâ (tsh. MîrCelâleddîn Hüseynî Urmevî). Tahrân: İntişârât-i Dânişgâh-i Tahrân.

Abû‟l Farac, G. (1950). Abû’l-Farac Tarihi, II. (Çev. Ömer Rıza Doğrul) Ankara: TTK.

Mîrhand. (1339hş.). Târîh-i Ravzatü’s Safâ, V. Tahran: İntişârât-i Pîrûz.

Âkilî, SeyfeddînHâcı b. Nizâm. (1337hş.). Âsârü’l Vüzerâ (tsh. Mîr Celâleddîn HüseynîUrmevî). Tahrân: İntişârât-i Dânişgâh-i Tahrân.

Nâsirîrâd, Mustafa. (1379hş.). Tehevvulât-i Câneşînî Çengîz ve Nakş-i Ân der Munâsebât-i Hâricî Îlhânân Îrân, Târîhî Revâbit-i Hâricî Dergisi. 4, 121-132.

Âştiyânî, Abbâs İkbâl. (1328hş.). Târîh-i Moğûl ve Evâyil-i Eyyâm-i Tîmûrî, I-II. Tahrân: İntişârât-i Nâmek.

Ögel, B. (1982). Türklerde Devlet Anlayışı. Ankara: TTK.

Âştiyânî, Abbâs İkbâl. (1390hş.). Târîh-i Moğûl. Tahrân: İntişârât-ı Sâhil. Barthold, V. V. (1990). Moğol İstilasına Kadar Türkistan (Haz. Hakkı Dursun Yıldız). Ankara: TTK. Cüveynî, Alâaddin Ata Melik bin Bahâeddin b. Muhammed bin Muhammed. (1329hş.). Târîh-i Cihânguşâ, I (tsh. Muhammed Abdulvahhâb Kazvînî). Tahrân: Donyâyî Kitâb. D‟ohsson, M. B. (2006). Moğol Tarihi (Çev. Ekrem KalanQiyasŞükürov). İstanbul: IQ. Dehkhodâ, Ali Ekber. (1373hş.). Elcigidey Noyan, Lugatnâme-i Dehkhodâ, (tsh. Muhammed Mu„în-Seyyîd Ca‟fer Şehîdî), (c. III, s. 3203) .Tahran: Çâp-i Dânişgâh-i Tahran. Grousset, R. (1980). Bozkır İmparatorluğu (Çev. Mehmet Reşat Uzmen). İstanbul: Ötüken. Handmîr, Gıyâseddîn b. Humâmeddîn el-Hüseynî. (ty). Dustürü’l Vuzerâ (tsh. Sa‟îd Nefîsî). Tahrân: Çâphâneyi İkbâl. Handmîr, Gıyâseddîn b. Humâmeddîn el-Hüseynî. (1333hş.). Habîbü’s Siyer, III. (tsh. Doktor Muhammed Debîr Siyâkî). Tahran: İntişârât-i Kitâbfurûş-i Hayyâm.

Ögel, B. (2002). Çingiz Han’ın Türk Müşavirleri, İstanbul: IQ. Reşidüddîn, Fazlullâh. (1374hş.). Câmiü’t Tevârîh (tsh. Doktor Behmen Kerîmî). Tahran: İntişârât-i İkbal. Sa„îdî, Gulnâz. (1386hş.). Berresîyî Nizâm-i İktisâdî ve Bâzârgânîyi Âsyâyî Merkezî der „Asr-i Îlhânî. Berresîhâyî Nevîn-i Târîhî Dergisi. 3, 26-40. Spuler, B. (2011). İran Moğolları Siyaset, İdare ve Kültür İlhanlılar Devri 1220-1350 (Çev. Cemal Köprülü). Ankara: TTK. Şeşen, R. (1992). Buhara (c. VI, s. 363-367). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Yasin, Y. (2011). Uygur Yazısının Tarihi Dönemleri ve Yayıldığı Bölgelere Genel Bir Bakış, Dil Araştırmaları Dergisi, Ankara, 9, s. 91-103. Yazıcı, T.(1995). Fergana (c. XXII, s. 375-377). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Yuvalı, A. (1994). İlhanlılar Tarihi I Kuruluş Devri, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları. Yuvalı, A. (2002). İlhanlılar, (c.VIII, s. 359-363). Ankara: Türkler Ansiklopedisi.

İbnü‟l İbrî, E. F. (2011). Târîhu Muhtasari’d-Düvel, (Çev. Şerefeddîn Yaltkaya), Ankara: TTK.

68

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

üstünlüğünü sağlamış olan Moğollar, Mahmud Yalavac gibi yabancı müşavirlerin varlığı ile bu başarılarını sağlamlaştırmışlardır.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 69-83

Osmanlı Divan Teşkilatı ve 1281-1296/1864-1879 Tarihli 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defterinin Tarihi Kıymeti Meryem Aydın* * Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ağrı, Türkiye Öz Osmanlı Devleti yazılı vesikaya saygı gösterme anlayış ve geleneğinin bir sonucu olarak çok zengin bir arşiv malzemesi biriktirmiştir. Bu arşiv malzemelerinden olan defterler, Osmanlı bürokrasisinde alınan kararların, hükme bağlanan konuların Divân ve Maliye kalemlerinde kaydedildiği serilerdir. Divân-ı Hümâyun görüşmeleri sonunda alınan kararların müsveddeleri temize çekilerek belirli adlarla, belirli defterlere, tarih sırasına göre özet olarak kaydedilmiştir. Divân-ı Hümâyun Sicilleri adı verilen bu defterler, ihtiva ettikleri çeşitli meselelere göre tasnife tabi tutulmuşlardır. Bu defter serilerinin en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz Ahkâm Defterleridir. Bu çalışmaya konu olan 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defterini kapsayan bu çalışma, 1281-1296/1864-1879 yılları arasında bölgede halledilemeyen meselelerin çözüme kavuşturulması için vatandaşların padişaha veya onun yetki vermiş olduğu kurumlara, kişilere başvurmaları sonucunda görüşülen meselelerle alakalı kayıtları ihtiva etmektedir. Bu kayıtların sağladığı veriler ışığında dönemin adalet anlayışının tespiti ve yargı mekanizmasının işlerliği açısından önemli bilgilerin gün yüzüne çıkarılması amaçlanmıştır. Öte yandan söz konusu kayıtlar Osmanlı tebaasının adli ve idari makamlar nezdinde hak arama çabalarını ve bu çabalara karşı ilgili makamların tavır ve yaklaşımını göstermesi açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Anahtar Kelimeler: Ahkâm Defterleri, Divân-ı Hümâyun, Erzurum Vilâyeti, Osmanlı Devleti.

The Council Organisation of the Ottoman Empire and the Historical Significance of Erzurum Province Ahkâm Registers Numbered 19, Dated 1281-1296/1864-1879 Sorumlu Yazar: Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ağrı, Türkiye [email protected]

Abstract The Ottoman State accumulated a very substantial archival material as a consequence of the understanding and tradition of respecting written documents. The registers that are from these archival materials are the series in which the decisions taken and the issues resolved in the Ottoman bureaucracy were recorded in the Council and Finance private secretaries.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

69

In the light of the data provided from these records, it is aimed to determine the sense of justice in that period and to reveal important information in terms of the functionality of jurisdiction mechanism. Besides, the given records are also important in the way of the Ottoman citizens’ effort to seeking a right in the presence of judicial and administrative authorities and because they show the manner and approach of the relevant authorities towards the effort. Keywords: Ahkâm Registers, the Imperial Council, Erzurum Province, Ottoman State Giriş XIII. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlığını sürdürmüş olan Osmanlı Devleti, tarihin uzun yaşayan nadir, siyasi yapılarından biridir. Osmanlı’nın tarih sahnesinde kaldığı altı asır ve uç beyliğinden imparatorluğa dönüşme süreci büyük ölçüde devletin bürokratik yönetim yapısı ve kurumlaşma süreci ile açıklanabilir (Güler, 2014, s. 4). Bu yapısı ile Osmanlı Devleti, İslamiyet’in kabulünden önce ve sonra kurulan Türk Devletlerin birikimlerinin başarılı bir sentezi olmuştur (Cin ve Akyılmaz, 2000, s. 169). Geniş bir coğrafyada uzun bir dönem hükümran olan Osmanlı Devleti, farklı toplum ve devletleri hâkimiyeti altında bulundurmuştur (Genç, 2014, s. 9). Devletin yönetim yapısına bakıldığında merkezde padişah ve saray bürokrasisi etrafında şekillenmiştir. Saray, padişahın özel hayatını sürdürdüğü hem evi hem de devlet işlerinin yürütüldüğü esas merkezdir (Ünal, 2007, s. 37). Devlet merkezinde birinci derece dairelerin bulunması tabi olduğundan diğer Türk-İslam devletlerinde görüldüğü gibi Osmanlı devletinde de Divân-ı Hümâyun ismiyle devlet işlerinde sorumlu büyük bir divan bulunmaktadır (Uzunçarşılı, 1988, s. 1). Sultan Orhan döneminden itibaren Divân-ı Hümâyun’un varlığından söz edilmektedir. Divânı Hümâyun toplantıları Sultan Orhan döneminden

70

Fatih Sultan Mehmet’in ilk devirlerine kadar her gün toplanmıştır (Mumcu, 2007, s. 2). XVI. yüzyıldan itibaren ise Divân-ı Hümâyun toplantıları haftada dört güne, XVII. yüzyıl ortalarında ikiye, XVIII. yüzyıl başlarında bire indirilmiş, hatta bir süre kaldırılmış ise de, görülen lüzum üzerine yeniden tertip edilerek önce haftanın salı günleri, bir müddet sonra da altı haftada bir toplanması kararlaştırılmıştır. Divân-ı Hümâyun toplantıları Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar Divanhâne de yapılmaktaydı. Kanuni devrinde Veziriazam Damat İbrahim Paşa’nın Kubbealtı denilen binayı yaptırması üzerine Divân-ı Hümâyun toplantıları burada yapılmaya başlanmıştır (Uzunçarşılı, 1988, s. 211). Divân-ı Hümâyun toplantıları sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam etmekteydi. Bitirilmeyen işlerin görüşülmesine ise ikindi divânında devam edilirdi. Divân-ı Hümâyun müzakeresi o günkü rûznâmeye (gündem) göre bittikten sonra Maliye hazinesi ile Defterhâne Veziriazamın mührüyle mühürlendikten sonra kapatılmaktaydı, Çavuş Başı’nın elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirmesiyle divan dağılırdı (Alkan, 2013, s. 35). Veziriazam, Vezirler, Kadı askerler, Defterdarlar ve Nişancı divan toplantılarına asli üye olarak katılırdı. Bunlardan başka Reissülküttab, Kapıcılar

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

A fair copy of the drafts of the decisions taken at the end of the Imperial Council meetings were made and saved into certain registers as a summary according to date order. These registers named Divân-ı Hümâyun Sicilleri were classified by various matters that they contained. One of the important ones of these registers’ series is undoubtedly Ahkam Registers. This study which includes Erzurum Province Ahkâm Registers Numbered 19 contains the records concerning the issues addressed after the citizens applied to the padishah or the people and bodies authorized by him to solve the unresolved issues in the region between the years of 1281-1296 / 1864-1879.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Kethüdası, Çavuş Başı da divan toplantılarına iştirak eder ancak divan hizmetkârı olmadıklarından oturmazlar, ayakta dururlardı (Mumcu, 1976, s. 50-51) Divân-ı Hümâyun toplantısında siyasi, idari, askeri, örfi, şer’i, adli ve mali işler, şikâyet ve davalar görüşülüp karara bağlanmaktaydı ve divan din, millet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın herkesime açıktı (Mumcu, 1976, s. 71). Adalet mekanizmasının zirvedeki uygulayıcısı olan Divân-ı Hümâyun’da tüm işlerin görülebilir olması, Osmanlı Devleti’nin merkezci karakterinin kesinliğini ve devlet adamlarının pratik çalışma, çabuk ve doğru karara varma duygularının gelişmişliğini göstermektedir (Aydın, 2015, s. 7). Divân-ı Hümâyun işlerinin görüldüğü kalemler bulunmaktadır. Bunlara Divân-ı Hümâyun Kalemleri adı verilmekteydi. Bunlar kuruluştan 1835 yılına kadar; Sadaret Mektûbî, Sadaret Kethüdası, Beylik (Divân), Tahvil (Kese ve Nişan), Ruus, Amedi Kalemleri ile Teşrifatçılık, Vakânüvislik, Divân-ı Hümâyun Hocaları, Divân-ı Hümâyun Tercümanları, Hazine Evrakı (Arşiv) ve Defterhâne gibi bölümlerden oluşmaktaydı (Halaçoğlu, 1991, s. 19-20). Divân-ı Hümâyunda alınan kararlar ve görülen işler Mühimme, Ahkâm, Tahvil, Ruus, Name ve Ahidname gibi defterlere kaydedilmekte olup, Padişahın Veziriazamdaki mührüyle mühürlenen “Defterhâne” de muhafaza edilmekteydi. (Uzunçarşılı, 1988, s. 79). XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı devlet idaresi Divân-ı Hümâyun’da yürütülürken bundan sonra hükümet idaresi Bâb-ı Âli’ye kaydırılmıştır (Ünal, 2007, s. 52). Bâb-ı Âli XVI ve XVII. yüzyıllarda Bâb-ı Hümâyun veya Divânı Hümâyun anlamlarında kullanılmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru ise Veziriazamlık dairesi yerine “Paşa Kapısı, Bâb-ı Âsafî” anlamında “Bâb-ı Âli” kullanılmaya başlanmıştır (Alkan, 2013, s. 52). Hükümet idaresinin Divân-ı Hümâyundan Bâb-ı Âli’ye kaydırılması ile oradaki daireler de yeni mekâna taşınmıştır (Halaçoğlu, 1991, s. 28). II. Mahmut ömrünün son yıllarında merkezi idare ve

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

hükümet teşkilatında büyük düzenlemelere giderek modern bir devlet teşkilatı ve bürokrasisi kurmaya çalışmıştır. Bu doğrultudaki çalışmalarıyla, Avrupaî tarzda bir hükümet teşkilatının ilk örneklerini vermiştir (Aydın, 2015, s. 7). Bu kapsamda Divân-ı Hümâyun lağvedilerek Avrupaî tarzda Meclis-i Hass-ı Vükelâ (Bakanlar Kurulu) teşkil edilmiş, buna paralel olarak bugünküne benzer şekilde nezaretler (bakanlıklar) kurulmuştur. Ayrıca Bâb-ı Âli adı verilen hükümete, çalışmalarında yardımcı olması için çeşitli meclisler de oluşturulmuştur (Ünal, 2007, s. 52). Ahkâm Defteri Ahkâm hüküm kelimesinin çoğuludur. Kapsamı oldukça geniş bir kavram olan hükm ( ‫) حکم‬ devlet ve hükümetin otoritesini ifade ettiği gibi, bir hâkimin belli bir konuda verdiği karar, iki nesne arasında kurulan bağlantı anlamlarını taşımakla beraber sözlüklerde isim olarak “emir, karar ve yargı” anlamlarında kullanılmaktadır (Develioğlu, 2001, s. 389; Özel, 1988, s. 550). Osmanlı devlet kayıtlarına bakıldığında padişahın herhangi bir iş ve vazife için verdiği emre Hükm-i Hümâyûn denilmektedir (Uzunçarşılı, 1988, s. 280; Sahillioğlu, 1988, s. 551). Ahkâm kelimesi ise belli bir konu hakkında konulmuş kuralların bütününü ifade etmek içinde kullanılmaktadır (Özel, 1988, s. 550). Adalet mekanizmasının uygulayıcısı olan Divân-ı Hümâyun’dan çıkan kanunname, hüküm ve nizam mahiyetinde olan kararların aynen kaydına mahsus defterlere de Ahkâm Defterleri denilmektedir (Pakalın, 2004, s. 30). Beylikçi veya Divan Kalemi tarafından yazılan (Halaçoğlu, 1991, s. 20) bu defterlerde yer alan kayıtlar, padişah adına hazırlandığı için işe ve icabına göre “Ferman, Nişan, Berat, Tevki, Menşur” adlarını taşımaktadırlar (Sertoğlu, 1986, s. 10). Divân-ı Hümâyun’un üstlendiği görev icabı buraya yapılan müracaatlar doğrudan Sultana yapılmış sayılmaktaydı. Gerek halk ve gerekse devlet görevlileri uğradıkları haksızlıkların bertaraf edilmesi için Sultana ve dolayısıyla onun görev ve yetkilerinin bir kısmını devrettiği Divân-ı

71

Defter tutma geleneği Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinden itibaren esastı. Bu yüzden Osmanlı yazışmalarında, deftere kaydedilmeyen hüküm ve beratlar geçerli sayılmamıştır. Divân-ı hümâyun görüşmeleri sonunda alınan kararların müsveddeleri temize çekilerek belirli adlarla, belirli defterlere, tarih sırasına göre özet olarak kaydedilmiştir (Sertoğlu, 1986, s. 88). Divân-ı Hümâyun Sicilleri adı verilen bu defterler, ihtiva ettikleri çeşitli meselelere göre tasnife tabi tutulmuşlardır. Bu defterlerin içinde en önemlilerinden biri Mühimme Defterleri olup bunlardan başka birçok defter serisi de mevcuttur (Uzunçarşılı, 1988, s. 79). Divân-ı Hümâyun’un düzenli toplandığı zamanlarda toplantı esnasında müzakere edilen dâhili ve harici meselelere ait siyasî, içtimaî, malî, örfî, idarî ve iktisadi kararlar “Mühimme Defterleri” ne kaydedilirdi. 1649 yılından itibaren idari ve adli konuları içeren meseleler farklı defter serilerinde (Ruûs, Tahvil, vs.), tutulmaya başlanmış, yalnız devlete ait işler Mühimme Defterleri'ne kaydedilmeye devam edilmiştir. Halka ait şikâyetler ve şikâyetlerle alakalı divân-ı hümâyunda verilen cevaplar 1649 senesinden itibaren, eyalet ayrımı olmaksızın Şikâyet Defterleri adı verilen yeni bir defter türüne kaydedilmeye başlanmıştır (Başbakanlık Osmanlı Arşiv Rehberi, 2000, s. 60-75). Şikâyet Defterleri de Mühimme Defterleri gibi Beylikçi kalemi tarafından hazırlandığı için ebat, tür ve kayıtların düzeni bakımından Mühimme Defterlerinin aynısıdır. Resmi kayıt ve içeriğe bakılarak iki defter türü birbirinden ayırt edilmektedir. Şöyle ki Resmi kayıt Mühimme Defterlerinde “Ahkâm-ı kuyûd-ı umûr-ı Mühimme der zamân-ı …” ibaresiyle başlar ardından Sadrazam’ın ve Reisülküttab’ın adları yazılır akabinde tarih eklenmektedir. Şikâyet Defterleri ise “Hâzâ kuyûd-ı ahkâmi’ş-şikâyet der zamân-ı …” veya “Der zaman-ı” ibaresi ile başlayıp ardından Mühimme Defterleri gibi Sadrazamın Reisülküttabın adı ve tarih yazılmaktadır. Bu

72

durum Şikâyet Defterlerinde kesin bir kural olmamakla birlikte hiçbir ibare verilmeden de başlayan Şikâyet Defterleri mevcuttur. Resmi kayıt her zaman iki defter türünü ayırt etmede yeterli olmadığından defterlerin içeriklerine bakmak daha kesin bir tespit sağlamaktadır (Şimşir, 1994, s. 359). Defterlere kaydedilen meselelerle ilgili bölgeler arasında bir ayrım yapılmamakta, bütün eyaletlere ait şikâyet cevapları aynı defter içerisinde bulunmaktaydı. Sonraki dönemlerde Şikâyet Defterlerine kaydedilecek meseleler için düzenlemeye gidilmiştir (Aydın, 2015, s. 40). Devlet otoritesinin XVIII. yüzyılda zayıflamasına bağlı olarak şikâyetlerin sayısında artış olmuş ve buna paralel olarak da şikâyet kalemlerinde iş gücü artmıştır. Bu iş yükünü hafifletmek ve halkın şikâyetlerini çözmek, dolayısıyla devlet otoritesini yeniden tesis etmek amacıyla Reisülküttap Ragıp Efendi tarafından mahalli tabanlı bir sistemin getirilmesi uygun görülmüştür (Emecen, 2005, s. 125). 1742 yılından itibaren eyaletlere ait şikâyetler birbirinden ayırt edilmek suretiyle ve her bir bölge müstakil olmak üzere yeni defterlerin kayıtları ayrı ayrı tutulmaya başlanmıştır. Bu tür kayıtların tutulduğu defterlere de Ahkâm Defterleri adı verilmiştir (Arşiv Rehberi, 2000, s. 75). Ahkâm Defterleri, Şikâyet Defterleri’nin devamı niteliğinde olmalarından dolayı birçok ortak özelliğe sahip olmalarının yanı sıra, bazı farklılıklar da taşımaktadırlar. Ahkâm Defterleri, Şikâyet Defterleri’ne göre şekil olarak daha dar ve uzundurlar. Bu defterler içerik olarak da farklılık arz etmektedir. Şikâyetlere yazılan karışık ve müstakil cevaplara bakılarak defterin türü hakkında bilgi sahibi olunmaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde, Ahkâm Defterleri A. DVNS. AHK. koduyla Şikâyet defterleri ise A. DVN. ŞKT. koduyla sınıflandırılmıştır (Aydın, 2015, s. 41). Şikâyet Defterleri’nin ön yüzündeki kapakta Şikâyet Defteri ibaresi (Gümrükçüoğlu, 2012, s. 178) kullanılırken, Ahkâm Defteri’nin kapak kısmında defterin nereye ait olduğu yazılmaktadır.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Hümâyun’a bireysel veya toplu olarak müracaat edebilmekteydiler (İnalcık, 2005, s. 49).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Bununla beraber her iki defter türü arasında benzerlikler de vardır. Şöyle ki her iki defterin kapağında da defterin içerisindeki kayıtların onlu sisteme göre (evail, evasıt, evahir) ay ve yıl belirtilmek kaydıyla ne zamana ait olduğu belirtilmiştir (Aydın, 2015, s. 41). Defterlerin birinci sayfasında kaydın hangi Sadrazam veya Reisülküttap zamanında ve hangi tarihten itibaren tutulmaya başlandığını gösteren başlık şeklindeki ifadeler mevcuttur. Örneğin; A. DVN. ŞKT. d kodlu 2 numaralı Şikâyet Defteri’nin başlığı “Kuyûd-ı ahkâm-ı der zamân-ı Hazret-i Sadr-ı ‘Azam Ahmed Paşa yesserallahu mâyeşâ’ ve bi-‘ilmi Mehmed Efendi Şâmî-zâde erReîsülküttâb tâle-bekâhu ‘an gurre-i Zâ fî sene 1062” şeklindedir (Gümrükçüoğlu, 2012, s. 178179). Ahkâm Defterleri’ndeki başlıklar farklı ifadelerle belirtilmiştir. Sivas Ahkâm Defteri “Hazâ defter-i kuyûd-ı şikâyet der eyâlet-i Sivas…”, Haleb Ahkâm Defteri “Hazâ kuyûd-ı ahkamu’ş-şikâyat li-eyâlet-i Haleb…” şeklinde girişlerle başlamaktadır (Dursun, 2015, s. 9). Ahkâm Defteri’nin yanı sıra Şikâyet Defteri isminin kullanılması iki defter türü arasında kesin bir ayrım olmadığını göstermektedir. Bu durum, Ahkâm Defterlerinin olmadığı bölgelerde şikâyetlerin Şikâyet Defterlerine kaydedilmeye devam edildiği (Şimşir, 1994, s. 361) şeklinde açıklanmasına rağmen, bu tespit her bölge için geçerli değildir. Zira Ahkâm Defterleri türünde kayıtların yazılmaya başlandığı bölgelerde daha sonraki bir defterin, “Şikâyet Defteri” ismiyle kaydedilmeye devam edildiği görülmüştür. Dolayısıyla; Ahkâm Defterleri olarak bilinen defterler, Ahkâm-Şikâyet Defterleri olarak da adlandırılmıştır (Dursun, 2015, s. 9). Ahkâm Defterleri, divani yazı türüyle yazılmışlardır. Divân-ı Hümâyun’un resmî yazısı olduğundan divanda tutulan “mühimme, şikâyet ve ahkâm defterleri ve ferman, berat, name, ahidname, sebeb-i tahrir hükümleri,” dâhil her türlü kayıt divani yazı ile yazılmıştır. Osmanlı belge ve defterlerine divani yazı türünün “kırma”, “kırık” veya “hurda” olarak tabir edilen yazı

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

türleri hâkimdir (Kütükoğlu, 1994, s. 61-64; Gökbilgin, 1992, s. 44). Divâni yazıyla kaleme alınan kayıtlar normalden hızlı yazıldıkları için bazı katipler nokta kullanılmamıştır. Bu durum yazı türünün okunmasında büyük güçlüğe neden olmuştur. XIX. yüzyıl Ahkâm Defterleri de bu yazı karakteri ile yazıldıkları için yazıya alışabilmek ve yazıları okuyabilmek hayli zaman almaktadır (Aydın, 2015, s. 42). Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Ahkâm Defterlerinin muhafazasına büyük önem verilmektedir. Hazîne-i Âmire ile Defterhâne-i Âmire adı verilen yerlerde muhafaza edilen bu defterler, müracaat kaynağı olabilecek tarihi kıymete sahiptir. (Arşiv Rehberi, 2000, s. 51). Geçmişe ait bir muamele veya bir iş söz konusu olduğunda bu defterlere müracaat edilir ve mesele bu şekilde incelenirdi. Divandan çıkan şikâyetlerin halline dair ahkâm kayıtlarında Hazîne-i Âmire ile Defterhâne-i Âmire adlı iki dairenin isimlerine sıkça rastlanmaktadır (Aydın, 2015, s. 42). Halkın şikâyetlerine, getirilen çözümler doğrultusunda hazırlanmış olan Ahkâm Defterleri, çeşitli sebeplerle korunamadığı için günümüze kadar ulaşamayan Şer’iyye Sicillerinin yerini almaktadır. Ahkâm Defterleri XIX. yüzyıl şehir tarihi çalışmaları açısından şer’iyye sicillerinden sonra en önemli kaynaklardan biridir (Şimşir, 1994, s. 363). Tutuldukları bölgenin mahallinde halledilen davaları içeren Şer’iyye sicilleri, mahallinde halledilemeyip merkeze ulaşan veya doğrudan merkeze yapılan şikâyet ve davalardan oluşan Ahkâm Defterlerinden farklı bir görünüm arz ederler. Bu nedenle ahkâm defterlerindeki hükümler devlet merkezinin şikâyet ve davalara yaklaşımını gösterir iken şer’iyye sicilleri mahalli yetkilinin uygulamalarını yansıtmaktadır (Aydın, 2015, s. 43). Ahkâm Defterlerinde tarafların ve şahitlerin durumu, mülkleri tarif eden bilgiler ve yer adları ile ilgili çok fazla ayrıntı verilmemektedir (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/ 2). Ayrıca bu

73

Şikâyetlerin arzı iki şekilde gerçekleşmekte idi. Birinci usulde, kişi merkeze giderek bizzat kendisi şikâyetçi olduğu konu ile alakalı talebini iletmektedir. Halkın, şikâyetlerini iletmek üzere, bizzat merkeze gittiğini ifade etmek için kayıtlarda “… südde-i saâdetime takdim etdikleri …” (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/11) ifadesinin kullanıldığı görülmektedir. Merkeze yapılan şikâyetler artığından dolayı şikâyetlerin Divân-ı Hümâyun’un gündemine gelme süresi uzamıştır. Bu nedenle şikâyet için İstanbul’a gelen halk, davasının görüşülmesini ve hükmün yazılmasını beklemek zorunda kalmış ve bu durum da vatandaşların maddi ve manevi sıkıntılar yaşamasına neden olmuştur (Emecen, 2005, s. 131). İkinci usulde, vatandaşlar bir arz/arz-ı hâl/arzuhal göndermek suretiyle şikâyetleri iletme yolunu tercih etmiş ve merkeze gitmemişlerdir. Kişilerin bir dilekçe ile merkeze müracaatta bulunduklarını ifade etmek amacıyla kayıtlarda “arzuhâl/bâarzuhâl” (BOA, A.DVNS. AHK. ER. d.19/13) ifadesi kullanılmaktadır. Böylece halkın isteğine bağlı olarak iki şekilde şikâyetini dile getirdiği görülmektedir (Aydın, 2015, s. 45). Ahkâm Defterleri’nin muhtevasına bakıldığında genel olarak borçlarla alakalı şikâyetler, su kullanımı ile ilgili şikâyetler, idarî ve askerî yetkililerle ilgili şikâyetler, bir mahkeme kararına itiraz, esnaf şikâyetleri, mal ve eşyanın haksız yere gaspı, eşkıyalık faaliyetleri miras ve mirasçılar arasındaki anlaşmazlıklar, köylünün toprak anlaşmazlıkları (arazi, bağ, bahçe, hane, ağıl ve mera yeri), tımarlı sipahinin vergiyi toplayamama şikâyetleri, yaylak-kışlaklarla ilgili meseleler gibi şikâyetler ve bunlara getirilen çözümler bulunmaktadır (Aydın, 2015, s. 45). 74

Vatandaşların doğrudan devlet merkezine yaptıkları şikâyetler sayesinde, devletin işleyişi ve taşrada bulunan halkın durumu hakkında merkezdeki idarecilerin bilgi sahibi olmaları sağlanmıştır. Öte yandan zayıf ve güçsüz olan insanların kendilerini zengin ve güçlü kesim karşısında aciz hissetmediklerini ve haksızlığa uğradıklarını düşündükleri anda yanlarında kendilerini koruyup kollayacak bir gücün varlığından haberdar olmaları toplumda sosyal adalet ilkesinin benimsendiğinin en güzel kanıtıdır. Şikâyet Defterlerinin devamı olan Ahkâm Defterleri, eyaletlere göre tutulmuşlardır. Tarih olarak Şikâyet Defterlerinden 104 sene sonra (Mora Ahkâm Defteri hariç) hepsi H. 1155/M. 1742 tarihinden başlayıp, II. Meşrutiyet dönemine kadar devam etmektedir. Toplam 16 vilayeti kapsayan Ahkâm Defter serileri şu bölgelere ve defter sayılarına göre tertip edilmiştir. Adana-9, Anadolu-185, Bosna-9, Cezayir ve Rakka-25, Diyarbakır-9, Erzurum-19, Halep-9, İstanbul-26, Karaman-39, Maraş-6, Mora-21, Özi-Silistre-49, Rumeli-85, Sivas-26, Şam-ı Şerif-9 ve Trabzon-8 (Arşiv Rehberi, 2000, s. 76-84). 1281-1296 (1864-1879) Tarihli 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defteri Hicri (H.) 1155-1296/ Miladi(M.) 1742-1879 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden Erzurum Ahkâm Defterleri 19 adettir ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Bâb-ı Âsafî Divân-ı Hümâyun Sicilleri Erzurum Ahkâm Defterleri, {A.DVNS. AHK. ER. d.} kodunda kayıtlıdırlar (Arşiv Rehberi, 2000, s. 79). 1281-1296/1864-1879 Tarihli 19 numaralı Erzurum Ahkâm Defteri, H.1281-1296/ M.18641879 tarihleri arasında kaleme alınan 117 adet hüküm, emir ve ferman türü karardan meydana gelmektedir. Bütün kararlar tarih sırası içerisinde belirli bir düzene göre yazılmıştır. Şekil itibari ile defter, 50x19 cm. ebadında, ebru ile süslü karton bir kapak ile üzerinde daire biçiminde kenarları çiçeklerle süslü bir kâğıt içerisinde “Hazâ defter-i şikâyet-i eyâlet-i Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

kayıtlarda mahalle isimlerine de çok fazla yer verilmediği hususu dikkat çekmektedir. Şikâyete bulunan kişinin büyük idari birim olan kaza ve sancakları muhatap aldığı ve defterlerde bunların isimlerinin zikredildiği görülmektedir (Aydın, 2015, s. 43). Ahkâm Defterlerindeki kayıtlarda vatandaşların, Padişaha veya onun yetki verdiği kişilere değişik yollarla şikâyetlerini bildirdikleri görülmektedir.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Erzurum der-zamân-ı sadr-ı sudûr-en nûr hazret-i Mehmed Fuad Paşa ve fî eyyam-ı umûr-ı nezâret-i hâriciyye hazreti Mehmed Âlî Paşa yesserallahumâyeşâ’ el-vâki’ fî gurre-i Rebî-ülâhir sene 1281” ibaresiyle başlamış olup ardından hükümler kaleme alınmıştır (Aydın, 2015, s. 47). Defterde bulunan hükümler numaralandırılmamış iken, defter sayfa usulüne göre tertip edilip numaralandırılmıştır. Defterin sağ ve sol taraflarında 2 cm kadar boşluk bırakılmış, bazı hükümlere ek yapmak veyahut hükümleri düzeltmek amacıyla bu boşluklar kullanılmıştır. İncelenen hükümler arasında sayfa kenarındaki boşluk kullanılarak yazılmış derkenarlar bulunmaktadır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/43). Bahsedildiği gibi 19 Numaralı Erzurum Ahkâm Defteri sayfa usulü ile tutulmuş olup, 87 yazılı, 70 yazısız toplam 157 sayfa bulunmaktadır. Bu hükümlerin 13 adedi (% 11,11) 1281 yılına, 12 adedi (%10,25) 1282 yılına, 5 adedi (% 4,27) 1283 yılına, 12 adedi (% 10,25) 1284 yılına, 9 adedi (% 7,69) 1285 yılına, 3 adedi (% 2,56) 1286 yılına, 2 adedi (% 1,70) 1287 yılına, 3 adedi (% 2,56) 1288 yılına, 8 adedi (% 6,83) 1289 yılına, 14 adedi (% 11,96) 1290 yılına, 18 adedi (% 15,38) 1291 yılına, 5 adedi (% 4,27) 1292 yılına, 6 adedi (% 5,12) 1293 yılına, 1 adedi (% 0,8) 1294 yılına, 2 adedi (%1,70) 1295 yılına, 4 adedi (%3,41) 1296 yılına aittir (Aydın, 2015, s. 47). Defterin bir sayfasındaki hüküm sayısı ortalama 35 arasında değişirken, bütün bir sayfayı kaplayan hükümler de mevcuttur. Ayrıca hükümlerin satır araları genel olarak açık olmasına karşın, bazı hükümlerde boşluk fark edilmeyecek kadar azdır. Sayfa sonlarına denk gelen hükümler genel olarak yer sıkıntısından dolayı yan bir şekilde kaleme alınmıştır. Hükümler aynı kâtip tarafından kaleme alınmadığı için okuma noktasında sıkıntılar yaşanabilmektedir. Okuma güçlüğünün çekilmesinde en büyük etken bazı kâtiplerin yazıya itina göstermemiş olması veya artan dava sayısı yüzünden hızlı yazma çabası içerisinde olmalarından ileri gelmektedir (Aydın, 2015, s. 48).

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Ahkâm Defterinde, “Kemah Kazası Naîb ve Müftisine ve Müdîr-i Kaza ve Vücûh-ı Memlekete” gibi birden fazla hitap makamı bulunmaktadır. Ayrıca Ahkâm Defterinde hükmün gönderildiği kişinin elkâbı tam olarak yazılıp akabinde şahsın adı zikredilerek dua cümlesi söylenmektedir. Örneklendirmek gerekirse; “Erzurum Vilâyeti Valisi olub Birinci Rütbe-i Mecîdî Nişan-ı Zîşânını hâiz ve hâmil olan Vezirim Mehmed Emin Muhlis Paşa İclâlühûya ve Mîr-i Miran-ı Kiramdan Erzincan Sancağı Ka‘im-makamı Ali Kemal Paşa dâme ikbalühûya”. Hükümlerin çok azında elkâb ve dua cümlesi bulunurken geri kalanlar ise basmakalıp ifadelerle başlamaktadır. Bu ifadeler genel olarak “… Kazası Naîbine ve Müdîr-i Kaza ve A’za-yı Meclis-i Memlekete” şeklindedir. (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/ 77). Erzurum Ahkâm Defterinde yer alan hükümler birkaç kısımdan meydana gelmiştir. Birinci kısımda “vali, paşa, kadı, naib, müftü, müşir, mutasarrıf, mîr-i mîrân, meclis azaları, kaza müdürü, kaim-makâm, vücûh-ı memleket” gibi şer’i ve örfi yetkililerden birisine (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/84) ve birkaçına yapılan hitaplar bulunmaktadır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/ 1-87). Hükme muhatap olan şahıs ve şahısların makamı veya adı yazıldıktan sonra “hüküm ki” (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/4) “vücûh-ı memlekete”, (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/3), “A’za-yı meclis-i memlekete zide mecdehûma” (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/25), şeklinde teknik tabirler kullanılmıştır. Birden fazla makama gönderilen hükümler yazılırken, makamlar arası hiyerarşik düzen göz önüne alınmıştır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/2). Hükümlerin birden fazla görevliye yazılması, hükmün yazılmasına sebep olan olay veya olayların birden fazla makamı ilgilendirmesinden ileri gelmektedir. İkinci kısımda, hükme konu olan şikâyet, şikâyetin muhtevası ve şikâyette bulunan kişi veya kişilerin talebi ele alınmaktadır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/4). Üçüncü kısımda ise şikâyetin çözülmesiyle alakalı, tembih ve te’kidi hâvî, merkezin ortaya

75

Defterde yer alan emir, ferman ve hüküm türünden oluşan 117 adet karar tamamen Türkçedir. Türkçe kelimelerin arasında Arapça ve Farsça kelimeler de yer almaktadır. Bunun yanında defterdeki metinlerin üslubu oldukça sadedir (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/1-87). 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defterinin muhtevasına bakıldığında Osmanlı Devlet sisteminin adalet prensibi üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Adalet kavramı ırk ve din ayrımı gözetmeksizin, devletin sınırları içerisinde bulunan bütün vatandaşların dilek ve şikâyetlerini gerektiğinde doğrudan padişaha sunabilmesi, onun emri ile isteklerinin yerine getirilmesi ve haksızlıkların giderilmesi ilkesine dayanmaktadır. Adalet mekanizmasının en iyi şekilde işlenmesinde halkın şikayetlerinin rolü büyüktü; Çünkü merkezden verilen bir emrin görevlilerce en iyi şekilde uygulanıp uygulanmadığı yapılan şikayetler dikkate alınarak değerlendirilmekteydi. Bu temel anlayışın Osmanlı idaresine nasıl yansıdığı çeşitli kaynaklara bakılarak ancak tahmin ve teşhis edilebilir. Bu kaynaklar arasında 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defteri’nin de olduğu hiç şüphesizdir. 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defteri’nde yer alan başlıca şikayet konularından biri borç meselesiyle ilgilidir. (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/4-31). Bu meselelerin konu olduğu kayıtlar basit alacak verecek davaları mahiyetindedir. Borç meselesi Ahkâm defterine üç şekilde yansımıştır. Bunlardan birincisi, asırlardır bir arada yaşayan Müslüman ve gayrimüslim vatandaşların birbirlerinden almış oldukları nakit borçlardır. İkincisi, mal ve eşya alış-verişleri neticesinde ödenmesi gereken paranın yeterli olmadığı durumda vatandaşların borçlanmasıdır. Borcun zamanında ödenmemesi alacaklının konuyu mahkemeye intikaline sebebiyet vermektedir. Üçüncüsü ise ölen kişilerin çocuklarına, eşlerine kimde ne kadar alacağının bulunduğunu gösteren

76

kayıtlar bırakması üzerine kişilerin hak talebinde bulunmalarından ileri gelmektedir. Defterde yer alan önemli bir sorunda arazilerin işletimi ile ilgilidir. Verilen kararlardan 78 adedi araziyle ilgilidir (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/1-87). Bunların birçoğu mahallinde halledilmeyip divana gelen davalardır. Bu davalar halledilirken genellikle ilgili olan defterlere müracaat olduğu görülmektedir. Defterde, "... Hazîne-i Âmirem'de mahfûz Ahkâm Defterlerine müracaat olunduk da ..." veya "... Defterhâne-i Âmirem'de mahfuz Rûznâmçe Defterlerine müracaat olunduk da ..." (Aydın, 2015, s. 43) ifadeleri yukarıdaki bilgileri teyit etmektedir. Hükümlerden arazilerin işletim tarzı, araziden alınan vergilerin türleri ve miktarları vs. hakkında önemli bilgiler elde etmek mümkündür. Ayrıca ürüne bağlı olarak alınan öşür vergisinden kaynaklı uygunsuzluklar da keza bu şikâyetlerin temelini oluşturmaktadır. Defterde yer alan hükümlerin büyük çoğunluğunun arazi meselesiyle ilgili olması bölgenin coğrafi şartları ve vatandaşın temel geçim kaynağının tarım ve hayvancılık üzerine olmasından ileri gelmektedir. Defterin ihtiva ettiği diğer hükümlere bakıldığında, bölgenin vakıflar açısından gayet zengin olduğu anlaşılmakta ve bölgede vakıflarla ilgili yaşanan sıkıntılar da dile getirilmektedir. Vakıflara bağlı cami ve imarethane gibi müesseselerle ilgili sorunlarda buraların işletim tarzı, nöbetleri, kısmen de olsa görevlilerinin isimleri, vakıf arazileri vs. hakkında bilgiler bulunmaktadır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/67-87). Defterde yer alan bir başka sorun miras meselesidir. Ölen kişinin geride bıraktığı malların taksimi konusunda bu defterler sayesinde bilgi sahibi olmak mümkündür. Bölgede miras davalarından kaynaklanan sıkıntılar, tamamıyla olmasa da bölge insanının ekonomik durumuna ışık tutmaktadır. Mirasın birden fazla kişiye kalması malların paylaşımı noktasında bir takım sorunları beraberinde getirmiştir. Mirasta hakkı olmamasına rağmen bazı şahısların hak iddia ederek haksız müdahalede bulunmaları divan yapılan şikayetlerin sayılarını artırmıştır. Ayrıca Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

koyduğu çözüm yazılmaktadır. Genellikle hükmün son bulduğu yerde kaydı tutan kişinin ismi ve onun sol tarafında da, müstakil bir surette, kaydın tutulduğu tarih yazılmaktadır (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/1).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

bazı kişiler miras hakkını kendi isteğiyle başka bir varise devretmiş veya satmış olmalarına rağmen mirasta tekrar hak talep etmiş bu durumda vatandaşlar arasında sıkıntılar yaşanmasına neden olmuştur. (BOA, A. DVNS. AHK. ER. d. 19/83). Çalışmanın konusu olan defterde kişilerin devletle olan ilişkilerine bakıldığında; görevlilerin genellikle arazi gelirlerini tahsil edememe şikâyeti söz konusu iken, halkın ise devlet görevlilerini fazla vergi istemekle ve haksız müdahalede bulunmakla itham ettiği görülmektedir. Kişiler arası ilişkilerde ise genel sorunlar mal gaspı, mülke müdahale, su kullanımı ve koru meseleleriyle ilgilidir. Defterde yer alan kayıtlar söz konusu dönemde yaşayan vatandaşların gündelik hayatlarının bir yansıması olduğundan ve araştırmacılar için birinci dereceden kaynak olma özelliği taşıdıklarından, büyük önem arz ederler. Özellikle Erzurum gibi Şer’iyye Sicilleri bulunmayan bir vilayetin hukuki ve adli hayatına ışık tutması açısından Ahkâm Defterlerinin önemi tartışılmazdır. Sonuç Osmanlı Devleti’nin birinci derecede önemli yargı ve karar organı, adalet mekanizmasının zirvedeki uygulayıcısı olan Divân-ı Hümâyun’dan sadır olan ferman, emir, hüküm vb. karar suretlerini ihtiva eden Ahkâm Defterleri, tutuldukları bölgenin sosyal, ekonomik ve idari yapısını aydınlatacak özelliklere sahiptir. Osmanlı Devleti’nde tutulan Ahkâm Defterleri, Divan’a gönderilen şikâyetleri içerdiğinden söz konusu dönemin hukuki yapısını ortaya koymada önemli belgeler olduğu bilinen bir gerçektir. Divân-ı Hümâyun’da kâtipler tarafından kaleme alınan Ahkâm Defterlerinden, 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defteri, divandan çıkan 117 adet kararı kapsamaktadır. Bu kararlar 18641879 yılları arasında vilâyet sınırları dâhilinde bulunan sancak, kaza, nahiye ve köylerdeki idari, iktisadi ve içtimai meselelere ait önemli hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler gerek dönemin ana hatlarının belirlenmesi noktasında, gerekse

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

tarihi olayların dönemin şartlarına uygun olarak yorumlanmasında araştırmacılara kolaylık sağlamaktadır. Bu defter, halkın devlete olan güveninin bir göstergesi olarak, söz konusu dönemlerde bölgede halledilmeyen meselelerin yerel makamların elinden çıkıp merkeze aksetmesi ve sorunların çözümünü yansıtması bakımından da mühim birer müracaat kaynağıdır. Erzurum Ahkâm Defterinde yer alan siyasi, idari, askeri, örfi, şer’i, adli, mali işlerle ilgili şikâyet ve dava kayıtlarında adalet ilkesi göz önünde bulundurularak din, millet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın her kesime eşit davranıldığı görülmektedir. Ayrıca bu defter XIX. yüzyıl şehir tarihi çalışacak araştırmacılara büyük fayda sağlayacaktır. Kaynakça Akyıldız, A. (2012). Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme. İstanbul: İletişim Yayınları. Alkan, M . (2013). Osmanlı Devletinde M erkez Teşkilatı. T. Gündüz (Ed.), Osmanlı Teşkilat Tarihi El Kitabı. Ankara: Grafik Yayınları. Aydın, M . (2015). 1281-1296/1864-1879 Tarihli 19 Numaralı Erzurum Vilâyet Ahkâm Defterinin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ağrı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). Bab-ı Âsafi Divân-ı Hümâyun Sicilleri Ahkâm Defterleri, Erzurum Ahkâm Defteri (A. DVN. AHK. Er. D): 19. Başbakanlık Osmanlı Arşiv Rehberi, (2000). İstanbul: Devlet Arşivi Genel M üdürlüğü Yayınları. Cin, H. ve Akyılmaz, S. G. (2000). Tarihte Toplum ve Yönetim Olarak Feodalite ve Osmanlı Düzeni. Adana: Çağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. Çadırcı, M . (1985). Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ülke Yönetimi. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.I. İstanbul: İletişim Yayınları. Çadırcı, M . (2011). Tanzimat Sürecinde Türkiye: Anadolu Kentleri. Ankara: İmge Kitabevi. Devellioğlu, F. (2001). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügât. Ankara: Aydın Kitabevi. Dursun, K. (2015). 1 Numaralı Sivas Ahkâm Defterlerinde Yer Alan Vakıf Davalarının Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tokat.

77

Genç, M . (2014). Klasik Osmanlı Sosyal-İktisadi Sistemi ve Vakıflar. Vakıflar Dergisi, 42. Güler, T. (2014). Osmanlı’da Siyaset ve Bürokrasi Geleneğinin Tarihi Seyri. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,19(4). Gümrükçüoğlu, S. O. (2012). Şikâyet Defterlerine Göre Osmanlı Teb’asının Şikâyetleri. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 61(1). Gökbilgin, M . T. (1992). Osmanlı İmparatorluğu Medeniyet Tarihi Çerçevesinde Osmanlı Paleografya ve Diplomatik İlmi. İstanbul: Enderun Kitabevi. Halaçoğlu, Y. (1991). Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı. Ankara: Türk Tarih Kurumu (TTK) Basımevi. İnalcık, H. (2005). Osmanlı’da Devleti Hukuk, Adâlet. İstanbul: Eren Yayınları. Kütükoğlu, M . S. (1994). Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik). İstanbul: Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı.

78

M umcu, A. (1976). Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak Divân-ı Hümâyun. Ankara: Sevinç M atbaası. M umcu, A. (2007). Divan-ı Hümayun. Ankara: Phoenix. Ortaylı, İ. (1985). Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Yerel Yönetim Geleneği. Ankara: Hil Yayın. Özel, A. (1988). Ahkâm. Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.I. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Pakalın, M . Z. (2004). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I. İstanbul: M EB Yayınları. Sahillioğlu, H. (1988). Ahkâm Defterleri. DİA, C.I. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Sertoğlu, M . (1986). Osmanlı Tarih Lügati. İstanbul: Enderun Kitabevi. Uzunçarşılı, İ. H. (1988). Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu (TTK) Basımevi. Uzunçarşılı, İ. H. (1988). Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı. Ankara: Türk Tarih Kurumu (TTK) Basımevi. Ünal, M . A. (2007). Osmanlı Müesseseleri Tarihi. Isparta: Fakülte Kitap Evi.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Emecen, F. (2005). Osmanlı Divanının Ana Defter Serileri: Ahkâm-ı M îrî, Ahkâm-ı Kuyûd-ı M ühimme ve Ahkâm-ı Şikâyet. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 3(5).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Ekler

Defterin Kapağı

Defterin Künyesi

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

79

ARAŞTIRMA MAKALESİ Arazi ve Borç Meselesi ile İlgili Hükümler

80

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Karahisar-ı Şarki Kazasına Bağlı İki Karye Ahalisinin Davalarına Dair

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

81

ARAŞTIRMA MAKALESİ Vakıf ve Miras Meselesi İle İlgili Hükümler 82

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Vergi Talebi, Mal Gaspı ve Mülkiyet Meselelerine Dair Hükümler

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

83

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 84-96

Harun Aydın* * Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Ağrı, Türkiye Öz Tanzimat devri ile başlayan kadın hareketleri, ilk olarak eğitim alanında gelişme göstermiş, bu dönemde kız idadî ve rüştiyeleri ile kız öğretmen okulları ilk kez bu dönemde kız İdadi okulları açılmıştır. Kadına yönelik yapılan yenileşme hareketleri Meşrutiyet döneminde hız kazanmıştır. Tanzimat’tan sonra açılan bu okullarda eğitim alan kadınlar Meşrutiyet’le birlikte örgütlenip kadın teşkilatları kurmuşlardır. Kadın hareketleri veya kadına yönelik yenilik hareketleri Tanzimat Döneminde hiç tartışılmamıştır. Fakat II. Meşrutiyet dönemiyle beraber Osmanlı toplumunda bulunan marjinal gruplar kadının eğitiminden, giyimine, tesettürden evlenme ve boşanmaya kadar her konu üzerinde durmuşlar ise de da bu tartışmalar büyük değişimlere neden olmamıştır. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu savaş koşulları nedeniyle kadınlar ilk kez Posta ve Maliye Nezaretlerinde memur olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu dönemde kadınlar artık kendi haklarını kendileri dile getirmeye başlamıştır. II. Meşrutiyet’le beraber kadınlar toplumda daha fazla yer almaya başlamıştır. Özellikle kadınların eğitimi için açılan okullarda eğitim gören kadınlar bulundukları vilayetlerde özellikle de İstanbul’da kadın dernekleri kurup örgütlü çalışma içine girmişlerdir. Cumhuriyet’in ilanından sonra kadın hakları önem kazanmaya başlamıştır. Türk tarihinde kadına Medeni Kanun ile beraber çeşitli haklar verilmiştir. Cumhuriyet döneminde kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik önemli gelişmeler yaşanmıştır. Anahtar Kelimeler: Türkiye Cumhuriyet, Dernekler, Kadın Hakları, Kadın Hareketleri, Meşrutiyet, Tanzimat.

Women in Turkey from Constitutional Monarchy to Republic Abstract

Sorumlu Yazar: Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Ağrı, Türkiye [email protected]

Beginning from the Tanzimat period, the women movements first made progress in educational field and the girls high school (idadî), junior high school (rüşdiye) and teachers schools were opened for the first time in this period. The innovation movements towards women gathered speed in the period of Constitutional Monarchy. The women who studied at these schools opened subsequent to the Tanzimat merged and made women organisations. The movements and the innovation movements towards women were never discussed in the term of Tanzimat. But with the Second Constitutional Era, though the marginal groups in the Ottoman society discussed all the topics from educating women, woman dressing, islamic clothing to marriage and divorce, these discussions didn’t cause big changes. Due to the war conditions in which the Ottoman State were in the period of Constitutional Monarchy, women first began to work as an 84

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Keywords: Turkish Republic, Association, Women’s Rights, Women Movements, Constitutional Monarchy, the Tanzimat. Giriş Kadın geçmişten günümüze her zaman insanoğlunun dünyasında büyük değişimlere neden olmuştur. Avcı ve toplayıcı toplumlara bakıldığında kadın hem evde hem de erzak temin edebilmek için dışarıda çalışmış, çocuk doğurmuş ve kadının doğurganlığı bu toplumlarda anaerkil düzenin oluşmasına neden olmuştur (Arat, 1980, s. 16-17). Tunç Devrine geçişle beraber kadının toplumdaki konumu da değişime uğramış ve özellikle sabanın kullanılmasıyla beraber erkekler daha üstün konuma gelmiştir. Erkeklerin ekonomik üstünlükleri ellerine almalarıyla beraber toplumlarda var olan anaerkil yapı yerini ataerkil yapıya bırakmıştır (Özen, 1987, s. 406-407). Medeniyetlerin ortaya çıkmasıyla beraber kadınlar toplumda yeni değerlere sahip olmuştur. Mezopotamya uygarlıklarından biri olan Sümerlerde kadın hâkimiyeti ön planda idi ve siyasi haklarını kendi başlarına kullanma yetkileri vardı. Sümerlerde bir erkek yalnız bir kadınla evlenebilirdi ve kadın istemezse zorla evlilik olmazdı (Toker, 1966, s. 19-20). Anadolu uygarlıklarından Hititlerde Kadınların yargıçlık görevleri vardı. Kadın askerlik ve komutanlık görevlerini üstlenmiştir. Kadın çeşitli siyasi haklara sahip olmakla beraber evlilikler de sözleşmeye dayandırılmış toplumda tek eşlilik hâkim olmuştur. Hititlerde toprak çocuklara miras olarak bırakılmıştır (Toker, 1966, s. 25-26). Eski Yunan’da kadın erkekten daha az değerli durumdadır. Kadın alınıp satılabilen ve yeri geldiğinde bir eşya ile eşdeğer tutulan bir konumda düşünülmüştür. Hukuki alanda hiçbir Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

hakka sahip olmayan kadın Eski Yunan’da değersiz bir varlık olarak düşünülmüştür (Tümer, 1994, s. 173). Eski Hint Medeniyeti’ne bakıldığında Eski Yunan Medeniyet’inden farklı olarak kadına eşitli haklar verilmişti. Ve bir kadın isterse birden fazla erkekle evlenebilme hakkına sahipti. İlerleyen dönemlerde kadına verilen değer düşerken erkeğe verilen değer artmıştır. Hintlilerde erkek kadından boşanabilirken kadın erkekten boşanamazdı. Toplum anaerkil yapıdan ataerkil yapıya dönüşmüştür (Donuk, 1980, s. 288). Hıristiyanlarda evlenmek kutsal sayılmıştır. Hıristiyanlıkta kadın evlendikten sonra kocasının her dediğini yapmak zorunda sayılmıştır. Kadının bir hakkı yoktur erkek üzerinde; fakat erkeğin kadın üzerinde hakkı olduğuna inanılmıştır. Ayrıca bu inançta çok eşlilik yasaklanmıştır (Karpat, 1945, s. 35-36). Cahiliye döneminde Arabistan’da kadın utanç kaynağı olarak görülmüştür. Kadın çocuk sahibi olduğunda ailenin bir parçası sayılmıştır. Cahiliye döneminde kadının boşanma hakkı yoktur. Erkek istediği zaman boşanabilirdi ve boşanma olduğu takdirde çocuklar babaya verilir ve kadın mirastan pay alamazdı (Donuk, 1980, s. 293). İslamiyet’in yaygınlaşmasıyla beraber Arap yarımadasında kadınlara çeşitli haklar tanınmıştır. İslam inancına göre kadın ile erkek bazı konularda eşit haklara sahiptir. İslamiyet’te bir erkek isterse dört kadınla evlenebilirken bir kadın yalnızca bir erkekle evlenebilirdi. Boşanma hakkı erkeğe verilmiştir. İslamiyet inancında kadına kuma 85

ARAŞTIRMA MAKALESİ

officer in the Post Office and Finance Ministry. In the period of Constitutional Monarchy, they themselves commenced to utter their rights any more. With the Second Constitutional Era, they began to gain a place in society more. The women studying at the schools opened especially for women education established women associations and worked organizedly in the provinces that they were in, notably in Istanbul. Women’s rights gained importance after the proclamation of the republic. Women have been given miscellaneous rights by the Turkish Civil Code in Turkish history. Some crucial developments towards providing the equality of women and men occurred in Republic Period.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

yazma ve ticaret hakkı tanımıştır; fakat bu haklardan da zengin kadınlar faydalanabilmiştir (Kuran, 1986, s. 366). Türk tarihinde kadın kavramı çeşitli destanlarda ana unsur olarak yer almıştır. Türklerdeki kadın konusu Dede Korkut Hikâyeleri’ne de konu olmuştur. Hikâyelerde kadının aile içindeki yeri, namusu, güzelliği ve kahramanlıkları gibi konular ele alınmıştır. Türklerde çok eşliliğin yaygın olmadığı ve kadına çeşitli hakların verildiği görülmektedir (Arat, 1980, s. 51). Türklerin İslamiyet inancını kabul etmesiyle beraber çeşitli değişimler de olmuştur. İslam inancında bir erkek birden fazla kadınla evlenme hakkına sahipti. Fakat çok eşlilik durumunda erkeğin bütün kadınlara eşit mesafede yaklaşması gerektiği bildirilmiştir. İslam dini kadına evlenerek yuva kurma hakkını vermiştir (Arat, 1980, s. 60). Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde kadın halen eski Türk geleneklerine göre üstün konumda idi. Kuruluş dönemi padişahlarından Orhan Gazi’nin eşi Orta Asya Hatunları gibi üstün konumda idi. Sultan elçiyi kabul eder ve misafir ağırlardı. İlk dönmelerde Osmanlı Devletinde kadınların yüzleri açık idi fakat devletin güçlenmesiyle beraber kadınlar eskisi gibi güçlü olmayıp etkilerinin azaldığı görülür (Göksel, 1992, s.130). Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında ilan edilmesiyle beraber Osmanlı Devleti’nde büyük değişimler olmuştur. Fermanda kadınlarla ilgili herhangi bir madde olmamasına rağmen ferman, Osmanlı toplumunda kadın haklarının oluşması için bir önayak olmuştur. Bu dönemde açılan 1858 yerine iptidai ve rüştiye mektepleri kız çocuklarının eğitimine destek olmuş ve 1873 yılında ilk kez Kız Öğretmen Okulu açılmış ve kızlar tıp fakültesinde ilk olarak 1922 yılında eğitim almaya başlamışlardır (Göksel, 1992, s. 131-132). Osmanlı Padişahlarının Meşrutiyet dönemine kadar kadınlarla ilgili çıkarmış oldukları bazı fermanlar vardır. Örneğin I. Ahmet (1603-1617)

86

zamanında 1603'de çıkarılan bir fermanla önce kadınların tatlıcı dükkânlarına girmeleri, sonra da 1610 yılında (babalarıyla bile olsa) erkeklerle birlikte sandala binmeleri yasaklanmıştır (II. Abdülhamit döneminde sandala binme yasağı yeniden yürürlüğe girmiştir.). - I. Mahmut (1730-1754) döneminde 1750'de yayınlanan bir fermanla kadınların mesire alanlarına gitmeleri yasaklanmıştır. - III Osman (1754-1757) döneminde haftada dört günden çok sokağa çıkmaları yasaklanmıştır. - I. Abdülhamit (1774-1789) döneminde 1787 tarihinde kadınların ince kumaştan ferace giymeleri yasaklanmıştır. - II. Mahmut (1808-1839) döneminde 1828 ince kumaştan ferace diken terzilerin uyarılması tekrarı halinde ise iş yerleri önünde asılmaları ferman edilmiştir (Demir, 2008, s. 9). Tanzimat döneminde kadınlar öğretmen olarak çalışmaya başlamışlar ancak memur olarak çalışmaları Meşrutiyet döneminde gerçekleşmiştir. Kadınların memuriyet hayatları kısa sürmüştür. I. Dünya Savaşı sonrasında memur olarak çalışan kadınların yerine erkekler göreve alınmıştır (Kurnaz, 1991, s. 95-98). İkinci Meşrutiyet Dönemi Kadın Türk yenileşme hareketinin başlangıç aşamalarından biri sayılan İkinci Meşrutiyet dönemi (1908-1922), Tanzimat’ın ilanından sonra gelişen siyasal ve toplumsal gelişmelerin bir sonucu ve Cumhuriyet rejiminin temellerinin atıldığı dönem olarak görülmektedir. Jön Türklerin faaliyetleri sonucunda 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ile 1878 yılında yürürlükten kaldırılan meclis yapısına yeniden dönüş olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilanı en çok da kadınlar tarafından iyi karşılanmış ve özgürlüğün yeniden inşası şeklinde algılanmıştır (Özkiraz, 2011, s. 3). 1900’lü yılların başında kadın aktiviteleri dünyada yaşanan değişimlerin Türk toplumunu etkilemesiyle ortaya çıkmıştır. Bu dönemde yüzünü Batı’ya çeviren Osmanlı Devleti kadın hareketlerinden etkilenmeye başlamıştır

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Kadın hareketlerinin Türkiye’de incelenmesi ve değerlendirilmesi genel olarak Meşrutiyet yıllarında örgütlü bir şekilde kurulan kadın örgütleri ile başlamıştır. Osmanlı toplumunda Tanzimat dönemiyle kadına verilen eğitim hakkıyla beraber kadınlar bilinçli bir şekilde hareket etmeye başlamışlar ve İkinci Meşrutiyetin ilanıyla beraber kadın hakları gittikçe etkinlik kazanmıştır. Bu dönemde kadın yayın organlarında ve örgütlenmelerinde artış olduğu görülmektedir. Türk tarihinde kadın çalışmaları 1908 ile 1935 yılları arasında hızla artmıştır. Meşrutiyet yıllarında kadınların çıkarmış oldukları dergilerde anayasal ortamda ciddi beklentiler içinde oldukları görülmüştür, Fakat daha sonra beklentiler yerini hayal kırıklığına bırakmıştır (Ateş, 2009, s. 24). Batı’daki Feminist akıma benzer yapılanma Türk kadınında İkinci Meşrutiyet’in getirmiş olduğu özgürlük fikirleri ile başlamıştır. Bu dönem çıkarılan dergi ve gazetelerde yazılan yazılar sayesinde toplum daha da özgürlükçü hale getirilmiştir. Kadınlar da bu dönem çıkan dergilerde yazılar yazarak sorumluluk üstlenmişlerdir. Bu yayın organları ve dergiler arasında Kadın, Kadın Bahçesi, Kadınlar Dünyası, Kadın Hayatı, Kadınlar Duygusu, Kadın Kalb, Mehasin yer almaktadır. Meşrutiyet döneminde birden fazla kadın örgütü kurulmuştur. Kurulan dernekler farklı amaçlarla bir araya gelmişlerdir. Bunlar arasında hayır dernekleri olduğu gibi, feminist hedefleri olan dernekler de vardır. Kurulan derneklerin genel amaçları, kadınları eğitmek onlara iş hayatında önemli görevler yüklemek ve sosyal hayata daha etkin bir şekilde katılmalarını sağlamaktır. Bu amaçla kurulan dernekler, İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Kadınları Esirgeme Derneği, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Derneği, Teali-i Nisvan Cemiyeti, Müdafa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ve Osmanlı Cemiyet-i Nisaiyesi’dir (Demir, 1999, s. 110). İkinci Meşrutiyet dönemine kadar kadınlara yönelik birden fazla yayın organı ortaya çıkmış

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

olsa da en etkili olanı Hanımlara Mahsûs Gazete’dir. Bu gazete, 1 Ağustos 1895’te yayın hayatına girmiş ve 580 yayını kesintisiz olarak yayınlamıştır. Gazetenin bu kadar uzun süre yayın hayatında yer alması, kadın yayınları arasında önemli bir yer tutmasını sağlamıştır. Kadınlara pek çok alanda faydası olan bu gazetenin en önemli özelliği ise, kadınlar için bir okul olma özelliğini taşımasıdır. Bu gazete sayesinde birçok önemli kadın yazar (Fatma Aliye, Makbule Leman), kendi fikirlerini rahatlıkla savunabilmişlerdir (Güçlü ve Tunç, 2012, s. 160). İkinci Meşrutiyet dönemine kadar kadınlar sadece öğretmenlik görevlerini üstlenirken bu dönemde daha fazla iş hayatında yer almaya başlamıştır. Kadınların ticaret hayatında başarılı olabilmeleri için Ticaret Mekteb-i Alîsi adıyla, İnas Darülfünunu’nda bir şube açılmış ve burada kadınlara ticaret eğitimi verilmiştir. Kadınların çalışma hayatına teşvik ettirilmesi ile mesleki eğitim imkânları tanıtılmakta ve iş gücü açığının kadınlarla kapatılması amaçlanmaktaydı. Kadınlar için ilk kez bu dönemde tarlada çalışma fetvası verilmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde gün geçtikçe kadınların iş hayatında daha fazla yer aldığı görülmektedir. Çeşitli iş alanlarında, bohçacılık, Çamaşırcılık, Madencilik, Pazarcılık ve Ziraatta çalışan kadınların sayısı giderek artış gösterirken memur olmak isteyen kadın sayısı da çoğalmıştır. Bu dönemde kadınlar yayın organlarını iyi kullanmışlardır. Bedra Osman Hanım, telefon şirketine memur olmak için müracaatta bulunmuş fakat bu müracaatı kabul edilmemiştir. Bunun üzerine Müdafa-i Hukuk-ı isvan Cemiyeti basın aracılığı ile bu olayı halka duyurmuş ve başlattığı kampanya ile Bedra Osman Hanım’ın işe alınmasını sağlanmıştır. Bu olaydan sonra telefon işlerinde çalışan kadın sayısında artış olmuştur (Kaya, 2010, s. 13). Meşrutiyet döneminde kadın haklarını en çok İttihat ve Terakki yönetimi savunmuş ve kadınların toplumsal hayatta yer almaları için çalışmalar yapmıştır. Meşrutiyet öncesi dönemde kadın konusu tartışılmazken Meşrutiyet dönemiyle beraber Jön Türkler, kadın konusunu memleketin ekonomik ve kültürel bir meselesi olarak kabul

87

ARAŞTIRMA MAKALESİ

(Kurnaz, 2013, s. 20). Meşrutiyetin ilanından sonra kadınlar birlikte hareket etmeye başlamışlardır.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

etmiş ve bunu, aydınların tartıştığı temel konulardan biri haline getirmişlerdir. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşayan her yazar kadın konusuyla ilgili bir şeyler yazarak kadının toplum içinde var olması için uğraşmışlardır (Özkiraz, 2011, s. 3). Kadınlar için İkinci Meşrutiyet döneminde önemli düzenlemeler yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Meşrutiyet dönemine kadar İslam Hukuku ailede geçerli olmuştu. İlk kez 1917’de çıkarılan aile kararnamesiyle aile hukukunda yeni düzenlemelerin yapılması kararlaştırılmıştır. Bu kararnamenin çıkarılmasında önemli yazarlar etkili olmuştur. Başta Ziya Gökalp olmak üzere, Ahmet Şuayb, İbrahim Hakkı, Mansure-zade Saib gibi üniversite hocalarının önemli etkisi olmuştur. Aile kararnamesiyle kadınlara önemli haklar verilmeye başlanmıştır. Nişanlanmaya yeni bir hukuki bakış açısı getirilmiş, evlilik yaş sınırı değiştirilmiştir. Evliliğe yaş sınırı getirilerek kadınlarda 17, erkeklerde 18 yaş evlilik için sınır kabul edilmiştir. Devlet kendi atamış olduğu memuru ve iki şahit olmadan resmi olarak evliliğin gerçekleşmeyeceğini beyan ederek devletin evlilik ve boşanmadaki kesin rolünü belirtmiştir. Aile kanunun en önemli maddeleri boşanma ve çok eşlilik konularıdır. Kocanın ikinci evlilik yapabilmesi ilk evlendiği kadının rızasına bırakılmış, boşanmayı gerektiren durumlar için de aile meclisi kurumu oluşturulmuştur (Demir, 1999, s. 111). Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyyesi devletin bu dönemde ilk kez gündeme aldığı nüfus artışı politikasının yürütülmesini üstlenmiştir. Dernekte çalışan kişilere zorunlu evlilik şartı getirmiştir; erkeklerden en geç 25, kadınlardan ise 21 yaşına kadar evlenmeleri istenilmiştir. Dernek bünyesi altında evlenenlere de maddi anlamda destek olunmuştur (Durakbaşı, 2002 s. 101). Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyetin ilanına kadar Mutlak Monarşi hâkim olmuş ve meclis sistemi de yer almamıştı. Siyasi egemenlik hakkı Osmanlı soyuna verilmiş ve bu yetkiyi de Osmanlı soyundan sadece erkekler kullanabilmiştir. Parlamenter düzene ilk kez 1876’da Meşrutiyet’in

88

ilanı ile geçilmiş, meclis oluşturulmuş ve Mebusan Meclisinin seçimi ise Kanuni Esasi’ye göre (65. Maddesi) yapılmıştır. Kanuni Esasi’ye göre, her elli bin erkek için bir mebus seçilecekti. Osmanlı da sadece erkekler sayılmış, kadınlar sayıma tabi tutulmamıştır. Bu dönemde oy hakkı da sadece erkeğe tanınmıştır. Toplumsal hayatta rahat hareket etmeyip eve kapanan kadınlar siyasal hayatta da yer almamıştır (Konan, 2010, s. 7). Osmanlı Devletinde kadın nüfusu sayılmamıştır.1882-1884 Nüfus Sayımı orduya asker alımını amaçladığı için yine sadece erkek nüfusu ele alınmıştır. XIX. yüzyılın başına kadar kadın, nüfusa dâhil edilmemiştir. Kadının sanayi istatistiklerinde yer alması ise ilk kez 1913 yılında gerçekleşmiştir (Makal, 1997, s. 194). Meşrutiyet döneminde kadınların çıkarmış olduğu dergi sayısının 40’a ulaştığı bilinmektedir. Kadınlar da bu dönemde daha etkin bir şekilde toplumda yer almak için gazete ve dergilerde seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Bu gazeteler içinde en bilineni Terakki gazetesidir. Bu gazete Batıdaki kadınların haklarından ve siyasi hak talep etmelerinden söz etmekte, Osmanlı kadınlarının da artık bu talepte bulunmalarını istenmekteydi. Gazete’nin yapmış olduğu yayınlarda kadının toplumdaki yeri ve öneminden edebiyata, siyasi hak arayışından modaya, ekonomik bağımsızlıktan tek eşliliğe varana kadar her alanda kadınları bilinçlendirilmeye çalışıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin izlemiş olduğu politika sayesinde dernek faaliyetlerinde bulunan kadınlar kısa süre de çalışma hayatına atılıp topladıkları paralar ile yardıma muhtaç kadınlara destek olmaya çalışmışlardır. Dernek aracılığıyla toplamış oldukları paraları kadınların eğitiminde ve kadın haklarını savunma yolunda kullanmışlardır. Bu dernekler farklı amaçlar doğrultusunda kurulmuşlardır. Bu derneklerden yardım, eğitim, kültür amaçlı dernekler olabildiği gibi, içlerinde ülke savunmasına katkıda bulunan derneklerle siyasal partilerin kadın dernekleri de vardı. Bu derneklerden farklı bir yapıya sahip olan ve 1913 yılında kurulan “Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti” (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Derneği) Kadınlar Dünyası adıyla

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Meşrutiyet döneminde kurulan kadın derneklerinin dört önemli özelliği vardır. Birincisi, kurucuları kadın olan ve amaçları kadın haklarını savunmak ve elde etmek olan Müdafa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti gibi dernekler. İkincisi, kurucuları kadın olan ve toplumsal yardımı amaç edinen Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti gibi dernekler. Üçüncüsü yine kadınların kurduğu ve amaçları kadının toplumda yer edilmesini sağlayan Osmanlı Hilal-i Ahmer Heyeti gibi dernekler. Dördüncüsü ise çeşitli amaçlar doğrultusunda bir çatı altında toplanan ve amaçları siyasi kuruluşlara yönelik kurulmuş cemiyetlere üye olmak yoluyla cemiyet hayatına dâhil oldukları Türk Ocakları gibi derneklerdir (Özkiraz, 1999, s. 7).

sırasında Esirgeme Derneği kurulmuş amacı, savaş nedeniyle dul ve yetim kalan kişilere yardım etmektir. Topkapı Fukaraperver Cemiyet-i Hayriyesi, Kadıköy Fukarasever Hanımlar Cemiyeti, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti, Müslüman Kadın Birliği de savaş dönemi kurulan kadın dernekleridir. Bu dönemde Osmanlı toplumunda gayrimüslim kadınlar tarafından Türk ve Ermeni Kadınlar İttihad Cemiyet-i Hayriyesi bu derneklere örmek gösterilebilir (Taşkıran, 1973, s. 37-39). İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan başlıca kadın dernekleri şunlardır; - Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti (1913) - Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti (1914) - Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi (1912)

1908–1920 yılları arasında toplam 103 kadın derneği kurulmuştur. 1908 yılında 9 tane kadın derneği kurulurken, 1909 yılında 6, 1913 yılında 7, 1914 yılında 4, 1917 yılında 4, 1918 yılında 18, 1919 yılında 4, 1920 yılında 14 kadın derneği kurulmuştu. Kurulan kadın derneklerinin 77 tanesi Müslüman-Türklerin, 20 tanesi Müslüman olamayan cemaatlerin ve altı tanesi de yabancılarındı. İstanbul’da kadın dernekleri Beyoğlu ve Fatih bölgesinde yoğunlaşmıştı (Alkan, 1998, s. 135). Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşları nedeniyle kadın dernekleri, daha çok yardım dernekleri niteliğinde çalışmıştır. Fatma Aliye’nin başkanı olduğu 1908’de kurulmuş Cemiyet-i İmdadiye’nin amacı Rumeli sınırında görev yapan askerlere kışlık giyecek yardım sağlamaktı. Bu cemiyet bu dönemde kurulan ilk kadın cemiyetidir. 1908 Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi de bir diğer hayır derneğidir. Balkan Savaşı sırasında 1912 yılında Besim Ömer Paşa’nın öncülüğünde Hilal-i Ahmer (Kızılay) Hanımlar Merkezi kurulmuştur. 1912 yılında Nezihe Muhittin tarafından Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi kurulmuştur. Balkan Savaşı

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

- Hizmet-i Nisvan (1908) - İnas Darülfünunu Mezunlar Cemiyeti (1910) - Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi (1916) - Kırmızı-Beyaz (?) - Mamulât-ı Dâhiliye İstihlâk Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi (1913) - Müdafaa-i Milliye Hanımlar Cemiyeti (1913) - Nisvan-ı Osmaniye Cemiyet-i İmdadiyesi (1908) - Osmanlı Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniye (1908) - Osmanlı Hilal-i Ahmer Kadınlar Cemiyeti (1911) - Osmanlı İttihad-ı Nisvan Cemiyeti (1908) - Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti (1908) - Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi (1908) - Osmanlı Müdafa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (1913)

89

ARAŞTIRMA MAKALESİ

yayınladığı dergide kadın sorunlarına değinerek Osmanlı kadınının toplumsal hayatta rol oynaması için çaba göstermiştir (Konan, 2010, s. 8-9).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

- Osmanlı Türk Kadınları Esirgeme Cemiyeti (1912) - Sulhperver Türk Kadınları Cemiyeti (1912) - Teali-i Nisvan Cemiyeti (1908) - Teali-i Vatan-ı Osmanî Hanımlar Cemiyeti (1909) (Kaymaz, 2010, s. 339). İkinci Meşrutiyet döneminde kadınların sağlık alanında yardımcı olmaları için hastabakıcılık eğitimi veren kurslar açılmıştır. Nedenine bakılacak olursa önemin şartları ve Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarında yaralı askerlerin tedavisinde, eğitim görmüş hastabakıcılara ve hemşirelere ihtiyaç duyulmasıdır. Besim Ömer Paşa’nın çabasıyla başlayan bu kurslara katılım yüksek olmuştur. 1914 yılında açılan bir kursta 27 kursiyer hanım başarılı olarak diplomaya hak kazanmıştır. Bu kişiler; Belkıs Cemal, Belkıs Halil, Belkıs Refik, Servet Refik, Servet Şakir, Hatice İbrahim, Halet Şakir, Hatice Agah, Halime Halim, Remzi Cemal, Sadiye Hâlil, Seniha Rauf, Saadet Cemal, Sabiha Hakkı, Talât Süreyya, Ayşe Süreyya, Aliye Ali Rıza, Fahire Sezai, Leyla Vahit, Leyla Yusuf Razi, Neyyire İsmail, Sacide Besim, Mihri Basri, Mebrûke Memduh, Mebrure Bekir, Naile Hamdi, Naime Hasip ve Saadet Şakir Hanımlar’dır. Bu kurstan sonra 1914 yılında Kadırga hastanesinde on kişilik bir kurs açılmış, bu kursu tamamlayan on hanıma da diploma verilerek baş hastabakıcı göreviyle hastanelere gönderilmiştir (Tepekaya ve Kaplan, 2003, s. 164). Birinci Dünya Savaşı yıllarında kadın istihdamının artması Medeni Kanun sorununu bir kez daha gündeme getirmiş, bunun sonucunda hazırlanan Hukuk-ı Aile Kararnamesi 25 Ekim 1917’de yürürlüğe konularak bu sorun giderilmeye çalışılmıştır. Buna karşılık Şer’iyye Mahkemelerinin Kararları, Adliye Nezaretinin kontrolüne verilmiş olmakla beraber çok kadın almak ve talâk gibi kadınların aleyhine olan iki husus değiştirilmemiştir. Yalnız İslam değil, Hıristiyan ve Musevi tebaanın da aile hukuklarını düzenleme iddiasını taşıyan Kanun, Mütareke döneminin olağanüstü şartları içinde uygulamadan

90

kaldırılmıştır. 1917 yılında kabul edilen Hukuk-ı Aile Kararnamesi köklü yenilikler getirmiyorsa da, İslam ülkelerinde bu konuda hazırlanmış ilk hukuk metni olması dolayısıyla önemlidir (Ateş, 2009, s. 16). Kadının toplumda yavaş yavaş yer almasının bazı dini kesimleri rahatız ettiği de müşahede edilmiştir. Çünkü bu durum onların egemenliğine dayanan düzenin yıkılması anlamına gelmekteydi. Muhafazakâr kesim, kadının statüsünün yükseltilmesine dönük reformların ailenin temelini sarsacağını ve bu durumun şeriata aykırı olduğunu ileri sürdükleri bu durumun aileye ve topluma kötülük getireceğini savunmuşlardır. Onlara göre çok eşlilik kadını koruyan kadın açısından yaşamı kolaylaştıran bir yapıdır. Kadının çarşaf giymesi, yasal zorunluluk haline getirilmeliydi. Kadının ruh halinin değişken olması nedeniyle yani kaprisli ve güvenilmez olduğundan ona evlenme-boşanma hakkı verilmesi boşanmaların artacağını ve kadınerkek eşitliğinin sağlanmasının aileyi ve toplumu uçuruma sürükleyeceğine inanmışlardır. Bu görüşlerin sahipleri, ne yazık ki toplumda önemli bir çoğunluğu oluşturmaktaydı. Bu nedenle yapılan iyileştirici düzenlemeler sınırlı düzeyde kalmıştır (Kaymaz, 2010, s. 8). Bu dönemde kadınların çıkarmış oldukları gazete ve dergiler Kadınlar Dünyası (1913), Kadınlar Alemi (1914), Kadınlık (1914), Sıyânet (1914), Seyyâle (1914), Kadınlık Hayatı (1915), Genç Kadın(1918), Genç Kadın (1919), Diyane (1920) ve Yeni İnci (1921)’dir (Aşa, 1992, s. 969-978). Mütareke Dönemi (1918-1922) Kadın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi sonucu, Osmanlı İmparatorluğu, imzalamış olduğu Mondros Mütarekesi koşulları çerçevesinde İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlanacaktır. İşte bu noktada da, ulusal savaş süreci başlayacaktır. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı kadınların kitlesel olarak sosyal ve ekonomik yaşama katılımını sağlamışsa “Milli Mücadele”de kadınların cesaret ve özverilerinin sonucu olarak, siyasal etkinliklere katılımının yoğunlaşarak sergilendiği bir dönem olmuştur. Mondros Mütarekesinden kısa bir süre sonra 13 Kasım

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Kurtuluş Savaşı öncesi ve Kurtuluş Savaşı sırasında sosyal yardım amaçlı, kurtuluş ve ülke bütünlüğünün korunması amacıyla çeşitli kadın dernekleri kurulmuştur. Bu derneklerden bazıları Hilal-i Ahmer Cemiyeti Kadın Kolları, Asri Kadın Cemiyeti, Muallimler Cemiyeti, Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Şubesi, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti ve cemiyetin Anadolu’daki şubeleri sayılabilir (Cunbur, 1983, s. 33). Kurtuluş Savaşı yıllarında geniş kitleler vatanın kurtuluşu için İstanbul ve taşrada çeşitli mitingler düzenlemişlerdir. 19 Mart 1919’da İstanbul’da, İnas Darülfünunu öğrencileri ve Asri Kadın Cemiyeti üyeleri Fatih Türbesi önünde toplanarak işgalci kuvvetleri protesto etmişlerdir. 19 Mayıs 1919 tarihinde, İstanbul Belediyesi önünde Halide Edip Hanım ve Meliha Hanım’ın konuşmacı olarak katıldığı büyük bir miting düzenlenmiştir. Bu mitinglerin en büyüğü Sultanahmet mitingidir. 23 Mayıs 1919’da Alanya, Bursa, Çumra, Edirne, Erzurum, Edirne, Sivas ve İzmit’te yapılan toplantılarda yer alan herkes vatanın kurtuluşu için yeminler edip maddi manevi destek olacaklarını bildirmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa 28 Mayıs 1919’da Havza’dan gönderdiği tamimde mitinglerin daha geniş çaplı düzenlenmesini emretmiştir. 1919 yılı Mayıs ayı boyunca düzenlenen mitinglerde sadece erkekler değil kadınlar da söz almışlardır. Konuşma yapan kadınların çoğu öğretmen ve dernek üyesidir. Bu kadınlardan bir kısmı daha sonra Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşına katılmışlardır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda, karargâhında görev alan Halide Edip Hanıma Onbaşılık rütbesi vermiştir (Cunbur, 1983, s. 14-31). Türkiye’de kadınların haklarını elde etmeleri sürecinde asıl önemli dönüm noktasının Kurtuluş Savaşı olduğu belirtilmişti. Çünkü savaşın Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

kazanılmasında kadının rolü büyüktür. Türk kadını, emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde erkekle yan yana, omuz omuza savaşmıştır. Türk kadınının savaşın kazanılmasına yaptığı katkılar şöyle sıralanabilir; 1. Mitingler Düzenlemek: İstanbul’daki ilk büyük miting, mütareke sonrasında işgallerin sürmesini protesto etmek amacıyla İnas Darülfünunu ve Asri Kadınlar Cemiyeti tarafından Mart 1919’da Fatih’te gerçekleştirilmiştir. 2. Dernekler Kurarak Örgütlenmek: Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu kentlerinde, eşrafmemur eşlerinin, analarının ve kızlarının kadın örgütlenmelerine rastlanır. 1919 yılının Kasım ayında Sivas Valisi Reşat Paşa’nın eşi Melek Hanım tarafından kurulan Anadolu Kadınlar Müdafa-i Vatan Cemiyeti, Kayseri, Niğde, Bolu, Amasya, Erzincan, Burdur, Pınarhisar, Kangal gibi merkezlerde kısa süre de şubeler açmıştır. 3. Cephe İçin Malzeme Üretimi: Taşra da bulunan kadınların cephelerde savaşan asker için topladığı malzemedir. Askerler için her türlü giyim malzemesi üretimi, kasaba kadınlarınca yapılı. Cepheye yakın kasabalarda ise yine kadınlar tarafından asker için yiyecek erzak hazırlanıyordu. 4. Cephede Savaşan Askerlere Erzak, su ve Mühimmat Taşımak: Savaş boyunca bu görevi kadınlar üstlenmiştir. Kağnısıyla ya da sırtında cepheye erzak ve mermi taşıyan kadın kafileleri, şiirlere, romanlara, resimlere, heykellere konu olmuştur. 5. Cephede Yaralanan Askerlere Hastabakıcılık Yapmak: Ankara ve Adana’daki Kız Öğretmen Okulu öğrencileri okul yönetimine başvurarak, cephede yaralanan askerlere hastabakıcılık yapmak istediklerini bildirmişlerdir ve bu istekleri kabul edilmiş olup bu işle görevlendirilmişlerdir. 6. Cephede Düşmana Karşı Fiilen Savaşmak: Bu görevi de çoğunlukla kadınlar üstlenmiştir. Onlardan geriye kalan Adile Onbaşı, Fatma Onbaşı, Kara Fatma, Elifçik, Fatma Seher, Tayyar Rahmiye, Hatice Hatun, Gördesli Makbule, Asker Saime Hanım, Halime Abla, Yemine Vardarlı, Emine Hatun, Sultan Ana, Şükrüye, Hafıza, 91

ARAŞTIRMA MAKALESİ

1918’de İtilaf Devletlerine ait elli beş parçalık donanma, İstanbul’u fiilen işgal ediyordu. Ancak 15 Mayıs 1919 tarihi, yani İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali, ülkenin her tarafında üzerlerine ölü toprağı serpilmiş insanların büyük bir tepkisine neden olacaktı. Ardından başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yerinde işgali protesto mitingleri düzenlenmiştir (Ateş, 2009, s. 16).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Ümmühan... gibi birkaç isimdir yalnızca (Kaymaz, 2010, s. 9-11). Mütareke döneminde kadınlar için yayın yapan dergi ve gazeteler Türk Kadın (1917), Genç Kadın (1918), Genç Kadın (1919), Diyane (1920) Hanım (1921) ve Yeni İnci (1921)’dir (Aşa, 1992, s. 969978). Cumhuriyet Döneminde Kadın Cumhuriyet döneminde kadınlara verilen değer artmış ve kadınların eğitimi için yeni okullar açılmıştır. Anadolu’da 1922 yılında Ankara’da ilk kız lisesi açılmıştır. Harf inkılâbından sonra açılan millet mektepleri sayesinde örgün eğitim yaşını geçmiş kişiler de bu okullarda okuma yazma öğrenmiş ve bazı temel bilgiler edinmişlerdir. Bu kurumlarda eğitim alan kadınlar evden çıkarak toplumsal hayata ve çalışma hayatına katılmışlardır. Kadın hekimler ilk kez Cumhuriyet döneminde 1930 yılında Sağlık Bakanlığında görev alırken avukat kadınlar da 1928 yılında Baroya girmişlerdir (Göksel 1993, s. 159-164). Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında, yardımını gördüğü Türk kadınını hiç unutmamıştır. Vefa duygusunu her fırsatta belirtmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca kadın haklarına öncelik tanınması veya çok önem verilmesinde bu duygunun etkisi vardır (Gül, 1998, s. 79). Laiklik ilkesinin yasal bir içerik olarak düzenlenmesinden sonra, Türk kadını daha fazla sosyalleşmeye başlamış ve bu durum Türk Kadını’nın yüzlerini güldürmüştür. Toplumun bütün kesimlerinde, erkeklerle eşit yetkiler kazanarak başarılı girişimlerde bulunan bu kadınlarımız erkeklerin üstünlüğünü geride bırakma becerisini göstermişlerdir (Eyuboğlu, 1994, s. 47). Doğu’da kadın çoğu zaman ikinci sınıf insan muamelesi görmüştür. Bu durum dünyaya getirilen bir çocuğun her aşamasında karşısına çıkmış, küçük yaşlardan itibaren eğitimde, sosyal alanda ve hayatın bütün akışında birçok alan da etkisini göstermiştir. Atatürk’ün yenilik hareketlerine başladığı yıllarda Türk toplumunda da böyleydi. Hâlbuki Atatürk, Türk Kurtuluş

92

Savaşı’nın sürdürüldüğü dönemde, eli silah tutan erkeklerin yerini nasıl da Türk Kadınının doldurduğunu görmüştü. Mustafa Kemal Paşa Türk bağımsızlık ateşini Sultanahmet mitinginde tutuşturmaya çalışan Halide Edip (Adıvar)’lerden, cepheye kağnılarla cephane yetiştirmeye çalışan Anadolu kadınını da gözleriyle görmüştü. Kadının Türk düşünce hayatında olduğu kadar, sanatta ve yurt savunmasındaki rolünü ve önemini gereği gibi değerlendiren Atatürk, kadınlara da önemli haklar verilmesi gerektiğine inanmıştır (Erendil, 1981, s. 60). Atatürk, 1923 yılında “şuna inanmak lazımdır ki dünya üzerinde gördüğünüz her şey kadının eseridir.” demekte ve “toplumun başarısızlığının asıl sebebi kadınlara karşı olan bilgisizlikten ileri gelir, bir toplumun bir organı faaliyette iken diğer organı işlemez ise o toplum felç olur.” ana düşünceleri ile çağdaş bir bakışı yansıtmaktadır. Türk kadınının, kadının aktif olduğu bir topluma geçişi bu dönemde yapılan değişimlerle olmuştur. Bu yeniliklerin başında eğitim ve hukuk alanında yürürlüğe giren yasalar, kadın hak ve sorumluluğunun belirlenmesine öncülük etmiştir. Atatürk 1924 yılında yürürlüğe koyduğu bir yasa ile (Tevhid-i Tedrisat) eğitimi merkezileştirmiş ve bu vesileyle Türk kızlarına ilkokul ile birlikte ortaokul, lise ve hatta yükseköğrenim kapılarını açmıştır. Her vatandaşa, istediği öğretim biriminde eğitim yapma imkânı tanınmıştır. Yine bu yasa sayesinde cinsiyet farkı gözetilmeden eğitimde kadın erkek eşitliği sağlanmıştır (Doğramacı, 1993, s. 96-97). Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde kadın haklarına yönelik yapılan yasal düzenlemeler ele alınmıştı. İhzar-ı Kavanin Komisyonları’nın çalışmaları sonucunda hazırlanarak yürürlüğe giren 25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi o dönemin bu doğrultudaki tek yasasıdır. Aile hukukunu tedvin etmek amacıyla çıkartılan bu kararnamede sadece evlenme ve boşanmaya ilişkin hükümler yer almıştır. Nesep, vesayet, nafaka, mal rejimlerine ilişkin konular düzenlenmemiştir. Komisyon, “bu konuları, hazırlayacakları başka kitaplarla düzenleyerek bu eksikliği tamamlamak” amacını savaş nedeniyle

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Medeni Kanunu hazırlamak üzere bir komisyon oluşturulmuş; fakat bu komisyon oluşturulurken çeşitli sorunlar ortaya çıkmıştır. Adalet Bakanı Seyyit Bey’in “hukuk kültür işidir” ilkesinden işe başlayan bu komisyon, Türk hukuk kültürüne uygun diye Hanefi, Şafii ve bir kısım Maliki fıkıh okullarının karmasını gündeme getirmiştir. Ortaya konulan bazı hükümler Cevdet Paşa’nın Mecelle’sinden de geridir. O zaman Atatürk, bu kültür kavramının arkasında, ulaşmaya aykırı şeyler olduğunu anlamış ve bu işi şiddetle önlemiştir. Bunun üzerine İsviçre Medeni Kanunu modeli ele alınmıştır. Atatürk’ün laikliği gerçekleştirmek için yapmış olduğu en önemli yeniliklerden biri de 17 Şubat 1926’da Medeni Kanunu’nun kabul edilmesidir. Türk insanının sosyal, ekonomik ve kültürel yaşantısının bütününü kavrayan bu kanun, Türk toplumunu çağdaş devletler konumuna getirmiştir. Bu kanun; İsviçre gibi uygar bir ülkenin medeni yasasından yararlanılarak, pek çok hukuk adamından kurulmuş komisyonlarda tartışılarak, Türk insanının ve toplumunun yapısına uygun hale getirilerek yeniden hazırlanmış, 17 Şubat 1926 tarihinde yasallaşmış ve 4 Nisan 1926 tarihinde yürürlüğe konularak Cumhuriyetimizin tabanını güçlendirmiştir. Medeni (resmi) nikâh: Atatürk’ün ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’in kadına kazandırdığı en önemli haklardan birisi belki de en önemlisi; resmi nikah olmuştur. Dini nikahta yüzyıllar boyu zaman, mekan, mezhep ve tarikatlara göre, çeşit çeşit uygulamalar ve zorunluluklar varken bu uygulama resmi nikahta belli ve değişmez kurallara bağlanmıştır ve devletin güvencesi altına alınmıştır. Miras ve kadın: Dini kurallara göre, mirasın üçte biri kızlara üçte ikisi erkeklere verilirdi. “Allah size ve çocuklarınızla ilgili şunu öneriyor; erkek için iki dişinin payı kadar...” (Nisa 11). Medeni kanun miras konusunda da kadınla erkeği eşit

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

görmüş ve mirası erkek ve kadın arasında eşit paylaştırmıştır. Çok evlilik: Cumhuriyet rejiminin getirdiği Medeni Kanun çok eşliliği yasaklamış ve tek eşle evlenme zorunluluğu getirerek Türk kadınını korumuştur. Başlık parası: Bu bir Müslüman âdeti olmayıp Müslümanlıktan evvelki dönemlerin yanlış bir kalıntısıdır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, bu yanlışlığı da “resmi nikâhla” kaldırarak Türk Milleti’ni, felsefe olarak 20. yüzyıla taşımıştır. Boşanma: Cumhuriyet yönetimi ve Medeni Kanun sayesinde erkeğe (ve de kadına) boşanma hakkı verilmemiştir. Aynı kanun ile; Hülle ve Müt’a (geçici nikah) kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki kadın erkek ilişkilerini uygar dünyanın yaşam tarzları ile aynı kulvara oturtmuştur (Denk, 1999, s. 212-213). Atatürk, Türk kadınının toplumda, aile içinde, yaşamın her alanında hak ettiği yeri almasının bir diğer koşulunun çağdaş hukuksal düzelmemeleri yapmak olduğuna inanıyordu. Konuşmalarında buna değinen Atatürk’ün 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile kadınlara tanıdığı bireysel haklar çok önemlidir. Bu kanun kadın erkek eşitsizliğini ortadan kaldırarak, aile ve miras hukuku gibi konularda kadına çağdaş haklar tanımaktadır. Türk kadını siyasal faaliyetlere Kurtuluş Savaşı yıllarında kurdukları dernekler ve düzenledikleri mitinglerle başlamıştır (Göksel, 1993, s. 159). Türk kadınının siyasal etkinlikleri, seçme ve seçilme hakları da, bu yıllarda gündemde yer alarak üç aşamada tanınmıştır. Öncelikle 3 Nisan 1930 gün ve 1580 sayılı yasa ile Türk kadınına ilk defa belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 26 Ekim 1933 gün ve 2349 sayılı kanunla da kadınlar köy ihtiyar heyetlerine ve muhtarlığa seçme seçilme haklarını elde etmişlerdir. Siyasal hakların sonuncusunu ise 5 Aralık 1934 gün ve 2599 sayılı kanunun 10. maddesi; “22 yaşını bitiren kadın-erkek her Türk, milletvekili seçme hakkına sahiptir, 11. maddesi de, 30 yaşını bitiren kadın-erkek her Türk, 93

ARAŞTIRMA MAKALESİ

gerçekleştirememiştir. 1925 yılında komisyonların çalışmalarına son verilerek, Türk Medeni Kanunu’nu hazırlamak üzere yeni bir komisyon kurulmuştur (Bozkurt, 1996, s. 172-174).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

milletvekili seçilebilir”, diyen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu teşkil eder (Doğramacı, 1993, s. 19-20). Türkiye’de kadınların TBMM için ilk kez oy kullanmaları 1935 yılına rastlar. Kadınların katıldığı 1935 seçimlerinde 18 kadın milletvekili Meclis’e girmiş olup, bu sayı meclisin %4,5’ine tekabül etmektedir (Gökçimen, 2008, s. 22). Seçilen kadın mebuslar şunlardır: Mebrure Gönenç (Afyonkarahisar), Hatı (Satı) Kadın (Tırpan) (Ankara), Türkan Örs Baştuğ (Antalya), Sabiha Gökçül Erbay (Balıkesir), Ayşe Şekibe İnsel (Bursa), Huriye Öniz Baha (Diyarbakır), Fatma Şakir Memik (Edirne), Nakiye Elgün (Erzurum), Fakihe Öymen (İstanbul), Benal Nevzat İştar Arıman (İzmir), Ferruh Gürgüp (Kayseri), Bahire Bediz Morova Aydilek (Konya), Mihri Paktaş (Malatya), Meliha Ulaş (Samsun), Esma Nayman (Seyhan), Hatice Sabiha Görkey (Sivas), Seniha Nafız Hızal (Trabzon) (Ünal, 2014, s. 550). Atatürk’ün kadının siyasal hakları bakımından aldığı bütün tedbirlere, gerçekleştirdiği bütün uygulamalara rağmen, Türk kadınlarının büyük bölümü bu hakların farkında değildir. Bu hakların farkında olanlar ise çeşitli nedenlerden (ülkenin sosyo-kültür yapısı, askeri müdahaleler, anarşi ve terör v.b. gibi) dolayı siyasal etkinliklerden uzak durmaktadırlar. Türk kadın haklarının günümüzde hala istenen düzeyde kullanılamaması ve kadınların Atatürk reformlarının hedeflediği noktaya ulaşamamasının temel nedenleri belirli noktalarda toplanabilir. Her şeyden önce kadın Atatürk inkılâpları ile kendisine verilen bu hak ve yetkileri bir mücadele ile elde etmemiş, hazır bulmuş olmasının büyük bir önemi vardır. Kadınların, haklarının bilincine varmaları zaman almıştır. Bunun önde gelen nedenlerinden biri, kadınların öğrenim düzeylerinin düşük olmasıdır. Cumhuriyet döneminde kadın eğitimine verilen önem artmış ve bazı uygulamalarla öğrenim düzeyinin yükseltilmesi süreci hızlandırılmıştır. Fakat istenen düzeye ulaşması zaman almıştır. Çünkü kültür gecikmesi teorisine göre, kültürün iki cephesi vardır; maddi ve maddi olmayan kültür.

94

Maddi kültür (teknoloji) maddi olmayan kültüre göre daha hızlı değişir. Bu nedenle kadınlar karşı ayrımcı tutum ve davranışların değişmesi zaman almaktadır. Bunda kitle iletişim araçlarının önceleri gelişmemiş olması, günümüzde de kadının lehine kullanılmaması önemli rol oynamaktadır. Ayrıca gerek geleneksel aile yapısında kız çocuğuna karşı gerekse kocanın karısına karşı olan tutumlarını olumlu yönde değiştirmeye yönelik yayınların yetersiz olması süreci daha da geciktirmiştir (Doğramacı, 1993, s. 19-20). Sonuç Osmanlı Devleti Tanzimat Fermanıyla beraber siyasal ve sosyal alanlarda çeşitli değişimler yaşamıştı. Bu dönemde yapılan değişiklikler modernleşme amacıyla değil de devleti kurtarmak amacıyla yapılmıştı. Yenilik hareketlerinin başlamasıyla beraber Osmanlı Devleti yüzünü Batı’ya dönerek ekonomik, idari, siyasi ve sosyal alanlarda çeşitli düzenlemeler yapmıştı. Yapılan bu reformlarla beraber kadınlara da çeşitli yenilikler getirmiştir. Türk kadını siyasete ilgi duymaya Osmanlının son döneminde özellikle II. Meşrutiyet döneminde başladı. II. Meşrutiyet dönemiyle beraber Osmanlı Devleti tamamen batıya özgü yenilik hareketleri içine girmiştir. Geleneksel kurallara göre hayatını sürdüren Osmanlı kadını bu değişimler karşısında siyasi ve sosyal alanlarda tartışmalara neden olmuştur. Meşrutiyet dönemiyle beraber kadın konusu daha cesur bir şekilde ele alınmıştır. Kadınlar bu dönemde kurmuş oldukları dernekler sayesinde toplumda erkekle eşit konuma gelmeye çalışmıştır. Meşrutiyetin ilanından sonra kadınlar ilk kez Tıp Fakültelerinde eğitim görmüşlerdir. Özellikle Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı yıllarında kadınlar ilk kez devlet kurumlarında geçici süre memurluk yapmışlardır. Bu dönemde Osmanlı yönetiminde etkili olan İttihat ve Terakki Cemiyeti kadınların haklarını savunmaya başlamıştır. Cemiyet bu dönemde kadınların kurmuş oldukları derneklere destek vermiştir. Cemiyetin desteğiyle çok sayıda kadın dergisi yayın hayatına girmiştir. Boşanmak isteyen

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

görünüşüne önem verilmiştir, bunun da nedeni batının örnek alınması olmuştur.

Meşrutiyet döneminde kurulan cemiyetler farklı düşünceler etrafında toplanmışlardır. Kadınlar yardım dernekleri kurmuşlardır. Bu meyanda kurulan feminist kadın dernekleri kadının üstünlüğünü vurgulamaya çalışmıştır. Kadınlar İttihat ve Terakki Cemiyetinin desteğini alıp çeşitli siyasal dernekler kurmuşlardır.

Kaynakça

II. Meşrutiyet dönemi sonrasında ortaya çıkan savaşlar nedeniyle kadınlar ekonomik alanda etkili olmaya başlamışlardır. Kadının ekonomiye katılmasıyla beraber ülkede var olan ataerkil yapı yavaş yavaş gücünü yitirmeye başlamıştır. Kadın toplum içindeki durumu ülkenin demokratik gelişmişliğiyle doğru orantılı olmuştur. Milli Mücadele döneminde kadınlar İstanbul’da ve çeşitli illerde mitingler düzenleyerek teşkilatlanmanın ve birlik olmanın örneklerini göstermişlerdir. Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün yeniliklere öncülük etmesiyle Türk Kadınına verilen haklar genişlemiştir. Türk kadını Cumhuriyet döneminde sosyal, ekonomik ve siyasi haklarına sahip olmuştur. 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladılar. Kadın ve erkek ilk kez Medeni Kanun ile beraber eşit konuma getirilmiştir. Kadının toplumsal konumunun değişimi Cumhuriyet döneminde yapılan yenilik hareketleriyle bağlantılı olmuştur. Kadının devlet içinde siyasi ve sosyal haklar elde etmesi kademe kademe gerçekleşmiştir. 1926’da Türk Medeni Kanunu kabul edilerek kadınlara boşanma, velayet hakkı, mallarda da tasarruf hakkı tanınmıştır. Bugünkü Türk kadınının sahip olduğu olanaklar, II. Meşrutiyet süresince İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadınlar konusunda verdiği mücadelelerin bir ürünü olarak da karşımıza çıktığı görülmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte kadınlara verilen siyasal haklar artmış kadın etkin bir şekilde siyasette yer almaya başlamıştır. Fakat unutulmamalıdır ki Türk kadınına hiçbir zaman yeteri kadar haklar verilmemiştir. Genel olarak kadının toplumsal

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Alkan, M. Ö. (1998). İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları. A. N. Yücekök, İ. Turan ve M. Ö. Alkan (Eds.), Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar. İstanbul: Tarih Vakfı. Arat, N. (1980). Kadın Sorunu. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Aşa, E. (1992). 1869-1923 Yılları Arasında Yayınlanan Türk Kadın ve Aile Dergileri. Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, C.3. Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 966-978. Ateş, N. Y. (2009). Kadın Yolu/ Türk Kadın Yolu (19251927). Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı 20.Yıl Özel Yayını. Bozkurt, G. (1996). Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Resepsiyon Süreci (1839-1939). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Cunbur, M., Engünün, İ. ve Özdemir, C. (1983). Milli Mücadele’de Türk Kadını. Ankara: Türk Ticaret Bankası Yayınları. Demir, F. (2008). Tarihsel Süreç İçinde Kadın Hakları Ve Kadının Çalışma Hayatı İçindeki Yeri. TÜHİS İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 21(4), 8-24. Demir, N. Ö. (1999). II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Feminizmi. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 16(2), 107-115. Denk, C. (1999). Atatürk Laiklik ve Cumhuriyet. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları/2309 Yayınlar Dairesi Başkanlığı Cumhuriyet Kitapları Dizisi/6. Doğramacı, E. (1993). Atatürk’ten Günümüze Sosyal Değişmede Türk Kadını. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. Donuk, A. ( 1980). Çeşitli Toplumlarda ve Eski Türklerde Aile. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 33, 147-168. Durakbaşı, A. (2002). Halide Edip-Türk Modernleşmesi ve Feminizm. İstanbul: İletişim Yayınları. Erendil, M. (1981). Evrensel Yönüyle Atatürk. Ankara: TC. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Yayınları Serisi no-11. Eyuboğlu, İ. Z. (1994). Atatürk Devrimleri Işığında Laiklik. Ankara: Say Dağıtım Ltd. Şti. Güçlü, E. ve Tunç, S. (2012). Osmanlı Basın Hayatında Kadınlar Dünyası Dergisi. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 3(2), 155-176. Gökçimen, S. (2008). Ülkemizde Kadınların Siyasal Hayata Katılım Mücadelesi. Yaşama Dergisi, 10, 6-59.

95

ARAŞTIRMA MAKALESİ

kadınlar için yeni kanunlar çıkarıp kadının konumunu yükseltmeye çalışmıştır.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Göksel, B. (1992). Atatürk ve Kadın Hakları. Atatürkçü Düşünce. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, s.919-941.

Makal, A. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, Ankara: İmge Kitabevi.

Gül, M. (1998). Bizde Kadınların Siyasal Haklar Alması ve İlk Kadın Milletvekillerimiz. Cumhuriyet’in Kuruluşunun 75. Yılı Armağanı. Ankara: Gazi Üni. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tar. Arş. Ve Uyg. Merkezi Yayın No:3,

Şefika, K. (2013). Osmanlı Kadınının Yükselişi (1908-1918). İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Günay, T. (1994). İslâm’da Kadın. Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu (Kastamonu, 10-11 Aralık 1994), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s. 173. Güzel, Ş. (1985). Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Toplumsal Değişim ve Kadın. İstanbul: Tanzimat’tan Cumhuriyete Ansiklopedisi, C. 3. Kaya, G. (2010). Kadın Derneklerinin Kadın Siyasal Yaşama Etkisi, KA-DER Örneği. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Kadir Has Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kaymaz, İ. Ş. (2010). Çağdaş Uygarlığın Mihenk Taşı: Türkiye’de Kadının Toplumsal Konumu. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 46, 333366.

Sevinç, N. (2007). Türklerde Kadın ve Aile. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları. Özkiraz, A. ve Arslanel, M. N. (2011). İkinci Meşrutiyet Döneminde Kadın Olmak. Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 3(1), 1-10. Tarhan, T. (1966). Tarihte Türk Kadını Aile Hayatı Kadın Hakları. Denizli: Marmara Pilak ve Kitapevi. Taşkıran, T. (1973). Cumhuriyet’in 50. Yılında Türk Kadın Hakları. Ankara: Başbakanlık Basımevi. Tepekaya, M. ve Kaplan, L. (2003). Hilâl-i Ahmer Hanımlar Merkezi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri (1877-1923). Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 10, 147-202. Ünal, S. (2014). Türk Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkını Kazanması ve Basın. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 9(7), 525-559.

Konan, B. (2010). Türk Kadınının Siyasi Hakları Kazanma Süreci, Kadın ve Gençlik Platformu Derneği. “Politikada Kadın” Paneli, 157-174. Kuran, E. (1991). Türkler Ailesinin Mahiyeti ve Tarihi Gelişmesi. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Aile Yazıları 1: Temel Kavramlar, Yapı ve Tarihi Süreç. Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları Bilim Serisi 5/1.

96

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 97-110

Burak Çınar* * Niğde Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Niğde, Türkiye Öz İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların müttefiki olan ülkeler, milletler ya da çeşitli etnik gruplar arasında Türkler ve Müslümanlar da mevcuttu. Bunlardan Nazi ideolojisine sıkı sıkıya bağlı elit askerlerden oluşturulan SS tümenlerine de katılımlar olmuştu. Bunlardan biri, Bosna-Hersek civarından toplanan ve “Hançer” adı verilen 13. SS Dağ Tümeni idi. Diğerlerinden farklı olarak fes takan bu tümenin askerleri, özel eğitimli dağ askerleriydi. Hançer Tümeni özellikle Bosna ve civarındaki dağlık bölgelerde görev yapmış ve Tito’nun partizan birliklerine karşı girişilen geniş kapsamlı temizleme harekâtlarına katılmıştı. Almanların Macaristan’a çekilmesiyle birlikte askerlerinin çoğu terhis edilen Hançer, tugay kuvvetine inmişti. Tümenden kalanlar ise Sovyet ordularına karşı Macaristan ve Avusturya’da, savaşın sonunda İngilizlere teslim oluncaya kadar çarpışmaya devam etmişlerdi. Anahtar Kelimeler: 13. SS Dağ Tümeni, Hançer Tümeni, İkinci Dünya Savaşı, Yugoslavya, Boşnaklar.

German 13th SS Mountain Division “Handschar” in the Second World War Abstract

Sorumlu Yazar: Niğde Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Niğde, Türkiye [email protected]

There were Turks and Muslims among Germany’s minor allies as countries, nations or ethnic groups during the Second World War. Some of them volunteered for the SS divisions which were composed of elite soldiers of very tight belief to the Nazi ideology. One of those divisions was the 13th SS Mountain Division, recruited around Bosnia-Herzogovina and named “Handschar”. Those soldiers, differed from others wearing black fezzes, were specially trained as mountain troops. Division “Handschar” were on duty in the mountainous area especially in Bosnia and around, and joined large-scale sweeping operations against Tito’s partisans. After the Germans had withdrawn to Hungary, Handschar was reduced to the brigade level, by demobilizing most of the division’s soldiers. Remains of the division continued fighting against the Soviet armies in Hungary and Austria, until their surrender to the British. Keywords: 13th SS Mountain Division, Handschar Division, Second World War, Yugoslavia, Bosnians.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

97

Alman Ordusu, Hitler’in 21 Sayılı Gizili Emri üzerine 22 Haziran 1941’de Rusya’ya karşı Barbarossa Harekâtı’nı başlatmış, ancak bütün çabalara ve rağmen ciddi kayıplara rağmen stratejik sonuca ulaşamamıştı. 1941 biterken, Sovyet Ordusu’nun Moskova çevresinde başlattğı karşı taarruz sonucu, Alman Merkez Ordular Grubu 340.000 civarında kayıp vererek geri çekilmek zorunda kalmıştı (Perrett, 1982, s. 214215). 1942 sonunda Stalingrad’da sıkışan Alman 6. Ordusu, 4. Panzer Ordusu’nun bazı unsurları ve diğer mihver birliklerinin kayıpları ise toplamda 236.000 askeri bulmuştu (Perrett, s. 489-490). Kaldı ki, Alman Ordusu’nun saldırı inisiyatifine sahip olduğu bu dönemde verdiği kayıplar sadece bu iki harekâtla da sınırlı değildi. 1941 ve 1942 boyunca sürekli artan kayıplar, Almanlar yöneticileri cepheyi takviye etmek amacıyla farklı yöntemlere başvurmaya sevk etmişti. Savaş ilerledikçe, Kızıl Ordu’nun artan baskısı üzerine Sovyet idaresine karşı mücadele etmeye yatkın olan esirlerden yararlanılması, işçi gücünün kısılarak yeni birlikler kurulması ve birçok tarihçinin lejyon olarak atıfta bulunduğuAvrupa’daki farklı etnik gruplardan ya da milletlerden yeni askeri birimler kurulması başlıca yöntemler olarak göze çarpmaktadır. Bu yöntemler arasında lejyon birliklerinin kurulması özellikle dikkat çekmektedir. Çünkü Alman arî ırkının üstünlüğünün savunulduğu bir dönemde, orduya Avrupa’daki diğer milletlerden de askerler kazandırılması, hatta bunun bir kısmının WaffenSSi bünyesinde olması oldukça ilginçtir. Bu araştırmada Waffen-SS bünyesinde kurulan birlikler içinde ilk Müslüman SS tümeni olan 13. SS Dağ Tümeni “Hançer” üzerine odaklanılmıştır. Bunun nedenleri; birliğin hem SS hem de Müslüman olduğu için Alman Ordusu’nda bir “ilk” oluşu, bu nedenle yapılanmasında papaz yerine imam bulundurması, özel birlik statüsünde dağ eğitimli askerlerden oluşması, görev yerinin sadece tümenin askerlerinin toplandığı Bosna ve çevresinde olması ve görevinin de partizanlara

98

karşı mücadele olmasıdır. Bu doğrultuda, WaffenSS’teki yabancı lejyonlarla ilgili kısa bir bilgi verildikten sonra, dağ savaşını diğer çarpışmalardan ayıran bazı ayrıntılar anlatılacak; ardından da Hançer Tümeni’nin kuruluşu, yapısı, eğitim safhası ve tarihi yer alacaktır. Hançer Tümeni odaklı geniş bir analiz yapıldıktan sonra ise araştırma sonuca bağlanacaktır. Waffen-SS’te Yabancılar Lejyonu Uygulaması ve Yugoslavya Waffen-SS, Nazi Partisi’nin elit birlikleri olarak, 1933-1945 arasında Hitler rejiminin muhafız ordusu niteliğindeydi. Savaş sırasında SS askerlerinin sayıları bir milyonu aşmıştı. SS birlikleri içinde cephede faaliyet gösteren çok sayıda SS tümeni, cephe gerisinde görev yapan muhafız birlikleri ve özel görev birlikleri mevcuttu. Rejimin koruyucusu olduğu için, Waffen-SS arî ırk kapsamında son derece sıkı ve askerlerinin sadece Almanya içinden seçildiği bir teşkilat olarak düşünülebilir. Ancak asker kadrosu arî ırk kapsamında olmakla birlikte, o dönemdeki Alman tarihçilerinin Cermen kökenli kabul ettikleri farklı millet ya da etnik gruplardan da Waffen-SS’e katılım kabul edilmişti. Bu askerlerden birçoğu Avrupa topraklarında bulunan her cephede, mensubu bulundukları SS tümenlerine bağlı olarak çarpışmalara katıldılar. 1941 sonbaharında Almanya’nın Doğu Cephesi harekâtlarında verdiği kayıpların öngörülenin üzerinde artması ve aynı dönemde milyonlarca Sovyet askerinin esir edilmesi birlikte gelişmişti. Bunun üzerine, 1942’den başlayarak özellikle Sovyet esirler arasından komünist rejimden nefret edenlerin, gönüllülük esasına göre Alman Ordusu bünyesinde kurulan birliklere dâhil edilmesi gündeme geldi. Almanların 1942 Yaz Taarruzu da büyük kayıplarla başarısızlığa uğrayınca, lejyonların sayısı daha da artırıldı. Batı Avrupa’nın Norveç, Danimarka, Belçika gibi birçok Cermen kökenli ülkeden katılımlar zaten öteden beri mevcuttu. 1942’den başlayarak Doğu’dan da katılımlar arttı. Örnek verecek

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Giriş

ARAŞTIRMA MAKALESİ

olursak; 30.000 Kazak (Cossack), 8000 Türkistanlı, 25.000 Kafkas ve 14.000 kadar da Balkan Müslümanı Alman birliklerine katılmıştı (Blandford, 1995, s. 93). Waffen-SS’e katılımlar ise savaş boyunca Almanya’dan 400.000, Almanya dışında yaşayan etnik Almanlardan 300.000, Batı Avrupa’dan 162.000, Baltık Ülkeleri Sovyet halklarından 250.000, Balkanlar ve Slav halklardan ise 100.000 olarak gerçekleşti (Landwehr, 1981). Teşkilat bu haliyle Almandan ziyade bir Avrupa Ordusu görüntüsü vermeye başlamıştı. Savaş sırasında dünyadaki Müslüman sayısı 350 milyondu (Lepre, 1997, s. 17). Bu sayının çok küçük bir kısmını, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar oluşturuyordu ve bunlar Balkanlar’da yerleşmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan çekilmesiyle birlikte gelişen kitlesel göçler sonucunda, bölgedeki Müslüman nüfus azalmış olsa da Balkanlar’da hâlâ farklı etnik gruplardan milyonlarca Müslüman kalmıştı. Savaş öncesinde toplam nüfusu 16.000.000 civarında olan Yugoslavya’da ise Müslümanların sayısı ise 900.000-1.000.000 civarındaydı (Lepre, 1997, s. 14; Munoz, 2007, s. 32) ve bunların çoğu Bosna-Hersek’te yaşıyordu. 1931’de yapılan nüfus sayımına göre Bosna-Hersek’te yaşayan 2.487.652 kişi arasındaki etnik dağılım; % 40,92 Sırp Ortodoks, % 36,64 Müslüman ve % 22,44 Katolik olarak saptanmıştı (Lepre, 1997, s. 14). Böylece Avrupalı Müslümanlardan SS tümenlerinin oluşturulmasına, Bosna-Hersek’ten başlandı. Waffen-SS bünyesinde ikisi Bosna’dan, biri de Arnavutluk’tan olmak üzere Müslüman askerlerden kurulan üç tümen yapılandırıldı. Bu diğerlerine göre daha ilgi çekici bir konudur, çünkü savaşın başlarında kimsenin aklına Müslüman bir SS tümeni kurmak gelmezdi. Bu girişimdeki önceliğe ise 13. SS Dağ Tümeni “Hançer” sahip oldu. Dağ Savaşının Farklı Doğası 13. SS Dağ Tümeni dağlık alanda çarpışmaya yönelik özel eğitimli bir birlik olarak kurulmuştu. Dolayısıyla, özel birlik statüsünde olup, kuruluşu Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ve görevleri “Alman Dağ Savaşı Talimnamesi”ne göre düzenlenmişti: Dağlık alandaki çarpışmaların odak noktası yüksekliktir. Sadece yüksek kesimlerdeki mevziler ve gözetleme noktalarına hâkim olunarak vadide ilerleyen piyadenin vazifesi kolaylaştırılabilir. Ancak tüm dağ harekâtında yüksekliklerin ele geçirilmesi hayli zordur. Büyük kayıplardan kaçınmak için iyi savunulan bir yükselti, ancak baskınla ele geçirilmelidir. Dolayısıyla, dağlardaki harekâtları yürütebilmek için dağcılık yetenekli, dayanma gücü yüksek, yön bulma kabiliyeti yüksek ve çarpışma için tam olarak eğitilmiş askerlere ihtiyaç vardır (German Mountain Warfare, 1944, s. VIII). Dağlık alan harekâtlarını diğerlerinden ayıran birçok husus mevcuttur. Öncelikle hareket düz alana göre daha yavaştır. Birliklerin savaş düzeni almaları, obüslerin ve ağır silahların hareketi zaman alır. İhtiyatların da cephe hattına yakın bulundurulması icap eder (German Mountain Warfare, 1944, s. XI). Dağlık alanda muhabere ve haberleşme sorunları hava şartları ve kabloların döşenmesindeki güçlüklere bağlı olarak ovalara göre fazladır. Radyo iletişimi kurulması kabloyla haberleşmeye göre daha hızlı, ancak daha güvensizdir. Bu da birlik komutanlarını çarpışmalarda ovaya göre daha bağımsız hareket etme kabiliyetine sahip olmalarını gerektirir (German Mountain Warfare, 1944, s. XI). Dağlık alanda ikmal faaliyetleri de zorludur. Dar yollar ve patikalar üzerinden ikmal sağlanır. Motorlu taşıtlar ikmal malzemesini bir yere kadar götürebilirler. Bundan sonra ikmal katırlar ve dağ için yetiştirilen atlarla, en son ise askerlerle sağlanabilir. Bir birliğin dağlık alanda yayılma bölgesinin genişlemesiyle lojistik hatlarının aşırı uzaması, ikmali kesilebileceği için o birliğin tehlikeye düşmesi anlamına gelir (German Mountain Warfare, 1944, s. XI). Hançer Tümeni Hançer Tümeni, ismini Müslümanların kullandığı uzun bir bıçak olan hançerden almıştır. Tümenin 99

13. SS Dağ Tümeni’nin Kuruluşu Himmler, tümenin kurulmasıyla ilgili teklifi 6 Aralık 1942’de Hitler’e sunmuştu (Lepre, 1997, s. 19). Hitler, Bosna’nın Reich’a dâhil edilmesiyle fazla ilgileniyordu. Konunun Türkiye ile ilişkilerinde olumlu etki yaratabileceği düşüncesine rağmen, müttefiki olan Hırvatların iç politikasına karışma konusunda isteksizdi (Lepre, 1997, s. 17). Müslümanların ise ne Hırvatlar ne de Sırplar ile arası iyiydi. Müslümanları komünist sempatizanı olarak gören bazı Hırvat Ustaşeiii birlikleri, onların köylerini yakıp, insanlarını katlediyorlardı. Bu katliamlar1944’te Almanlar tarafından da belgelenmişti (Lepre, 1997, s. 15). Almanlar ve müttefiklerine karşı kurulan, ancak sonradan Joseph Broz Tito’nun partizanlarına karşı mücadele veren aşırı milliyetçi Sırp Çetnikler de Bosna’daki Müslüman halkı katlediyorlardı. Hatta bunlardan birinde, Müslüman ahaliyi Drina Nehri üzerindeki bir köprüde toplayarak, hepsini katlettikten sonra nehre atmışlardı (Gregory, 1989, s. 208). Yugoslavya’da bir dünya savaşı içinde, çok yönlü bir iç savaş ortamı hâkimdi. Buradaki müttefiklerinin sayısal çokluğuna rağmen, her cephede olduğu gibi başarının teminat Alman birlikleriydi. Ne var ki, Doğu Cephesi’ne sürekli taze birlikler sevk etmek zorunda kalan Almanlar, Yugoslavya ve Yunanistan’daki gerilla karşıtı harekât için yeterli sayıda birlik ayıramıyorlardı. Bu da Almanları kendi subaylarının komutası altında, yabancı milletlerden gelen lejyonlar oluşturmaya itti. Himmler, doğrudan Boşnak Müslümanlardan oluşturulacak 13. SS Dağ Tümeni’nin kesin

100

kurulması emrini 1943’ün Şubat ayında verdi (Lucas, 1999, s. 146). Tümenin mevcudu ilk başta Alman subayların ve Boşnak askerlerin katılımıyla 26.000 olarak öngörülmüştü. Bölgedeki Katolik Hırvat hegemonyasını tehdit edeceğini düşünen Hırvat Hükümeti ise Müslüman SS birliğinin kurulması fikrinden hiç de memnun değildi (Trigg, 2008, s. 77). Buna rağmen, Hitler 13 Şubat 1943’te birliğin kurulmasını kabul etti ve ardından da Hırvat Hükümetinin olurunu almak için Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’u Hırvatistan’a gönderdi. Beş gün sonra da 7. SS “Prinz Eugene” Gönüllü Dağ Tümeni komutanı Obergruppenführeriv Arthur Phleps birliğin oluşturulmasını tartışmak için Zagreb’e yollandı ve tümen, 5 Mart’ta resmen kuruldu. 20 Mart’ta ise Zagreb, Saraybosna ve Brod kentlerinde birlik için ilk askere alımlar başladı. Boşnakların tümene katılımı için Sarajevo’da 1 No’lu Alay, Banja Luka’da 2 No’lu Alay, Tuzla’da 3 No’lu Alay ve Mostar’da 4 No’lu Alay oluşturuldu (Munoz, 2007, s. 31). Kudüs Büyük Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin de çabalarıyla, SS tümeni için gönüllü olan Boşnak ve Hırvatların sayısı 14 Nisan’a kadar 8000’i buldu. 5 Mayıs’ta Zagreb’e gelen Himmler, tümendeki Müslüman ve Katolikler arasındaki oranın 10:1’i geçmemesi şartıyla tümene diğer farklı inançlardan gelenlerin katılımına yeşil ışık yaktı (Lepre, 1997, s. 35). 12 Mayıs’ta Adolf Hitler’e ve Hırvat Devleti’ne bağlılık yemini için tören düzenlendi (Lepre, 1997, s. 42). Hırvatistan’daki en üst rütbeli SS subayı ve polis şefi Gruppenführerv Konstantin Kammerhofer, 1943 Ağustos’unda tümenin yapısını oluşturdu. Hançar Tümeni’ne; Müslüman Arnavutlar, Sancak Müslümanları ve Katolik Hırvatların yanı sıra Macarlar, İtalyanlar ve İsviçreliler arasından da kısıtlı sayıda katılımlar olmuştu. Birliğin amblemi ise “pala kavrayan kol” olarak belirlenmişti. Almancada handschar olan pala, İngilizcede ise scimitar olarak geçmektedir. Hançerin İngilizcede dagger, Almancada dolch olduğu göz önünde bulundurulduğunda; tümenin isminin, Türkçeye Almanca’daki söyleniş benzerliğinden dolayı “hançer” olarak çevrildiği söylenebilir. Bazı yabancı kaynaklarda tümenin amblemi scimitar

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

ismi Almanca’da 13 SS Freiwilligen BosnianHerzegovinian Gebirgsjäger Division (Croatia) / 13. SS Gönüllü Dağ Avcı Tümeni (Hırvatistan)” olarak belirlenmiti. Ancak 1944 Mayısı’nda, 13 Waffen Gebirgs Division der SS “Handschar” (Kroatische Nr. 1) / 13. SS Dağ Tümeni Hançer (Hırvat no:1) olarak yeniden düzenlendi (Lucas, 1999, s. 205). Tümenin temelleri ise bizzat Reichsführerii Heinrich Himmler tarafından atılmıştı.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

olarak verilmiş ve Türkçesi hançer olarak belirtilmiştir. Tümenin birlik armalarında pala ve Swastika (Gamalı Haç) birlikte kullanılmıştı. Tümen askerlerini diğerlerinden ayıran radikal farklılığı gözler önüne seren en önemli özelliği askerlerin miğfer ya da kep yerine fes giymeleriydi. 13. SS Dağ Tümeni askerleri cephede kıyafetiyle birlikte gri (field-gray), merasim üniformalarıyla birlikte ise kırmızı renkli fes takıyorlardı. Feslerin üzerlerinde hoheitszeichen (swastikalı kartal) ve SS’lerin simgesi olan kuru kafa işaretleri bulunmaktaydı. Sağ yaka işaret kesiminde Gotik yazıyla yazılan standart “SS” yazısı mevcuttu. Birliğin asıl yaratıcısı olan Himmler, açıkça dinlere karşı olan biriydi (Trigg, 2008, s. 71). Buna rağmen, Müslümanlığı överek İslam’a inananların cesaretle Allah yolunda ölmelerini, durumdan yararlanma isteğiyle takdir etmekteydi. Dolayısıyla, bu Müslüman tümenini Propaganda Bakanı Joseph Göbbels’e “oldukça dinî” olarak tanımlamıştı. Her taburun bir imamı ve her alayın kendi mollası vardı. Himmler şahsen hiç bir dini benimsememesine rağmen, Göbbels’e “İslam’a karşı olmadığını, çünkü adamlarına savaşta öldürüldükleri takdirde Cennet’e gideceklerini vaat ederek, kendisi için eğitmekte yardımcı olması sayesinde, askerler için oldukça pratik ve cazip bir din olduğunu anlatmıştı (Stein, 1986). Almanlar, Boşnakları Müslüman Hırvatlar olarak kabul etmişlerdi. Böylece Boşnakların Waffen SS’e katılması için ırk açısından bir sakınca yoktu. Himmler’e göre Boşnaklar aslen arî ırka dâhil olup, Türk kültürüne sahiplerdi. Müslümanları tamamen Yahudi karşıtı olarak gören Himmler’e göre, Müslüman askerler Yahudilik ve komünizmle mücadele edecek askerler olabilirlerdi (Munoz, 2007, s. 33). Bu durum belki Hitler’in düşünce ve çıkarlarına da uygundu. Ancak Hitler, 1942 sonbaharında Himmler’in önerisine yeşil ışık yaktığında, aslında Cermen olmayan SS tümenlerinin önünü de açmıştı (Munoz, 2007, s. 33). Eğitim Safhası ve Tümende İsyan Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndaki Boşnak birliklerinde olduğu gibi, liderlik potensiyeline Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

sahip olan genç Müslümanların hızlı eğitimine özen gösterdiklerinden, bunları Alman ve Volksdeutschevi kontenjanlarına dâhil ettiler. Bağımsız Hırvat Devletbaşkanı Ante Paveliç’in karşı çıkmasına rağmen, tümen 1943 Temmuz’unda talim için Fransa’nın güneyindeki Le Puy’a gönderildi (Lepre, 1997, s. 47-48). Temmuz’da ise tümen imamları Nazi doktrinini öğrenmeleri için Potsdam’a yollandı (Lepre, 1997, s. 71). Birlik buradaki talimini sürdürürken, 12 Ağustos’ta Yugoslavya’da görev yapan Alman askerlerinin bir antipartizan harekâtı sırasında, aralarında 13. SS Dağ Tümeni askerlerinin yakınlarının da bulunduğu 40 Boşnak sivili öldürdüğü haberi geldi. Gelişmeler üst üste gelmiş, bu acı olaydan üç gün sonra da tümen de resmen “Hançer” lakabını almıştı. Bir ay sonra ise Hançer Tümeni, Le Puy’daki eğitimi sırasında içinde isyan çıkan ilk SS birliği olarak tarihe geçti. İsyanın sebepleri çeşitli kaynaklarda farklı gösterilmektedir. Bunlardan birine göre Alman subay ve astsubaylarının ibadetlerini yapan Müslüman erat ile alay etmesi isyanın nedenini oluştururken, bir diğerine göre ise isyan Tito’nun tümene sızdırdığı bir kaç komünistin yarattığı kıvılcım sonucu başlamıştı. Bununla birlikte, isyanı tümenden firar etmek isteyen bir kaç kişinin başlattığı da söylenmektedir. Öte yandan bu üç nedenin de birbirine bağlı bir şekilde gerçekleşmiş olması ihtimali yüksektir. Nitekim Alman subayların Müslüman ibadetlerine yönelik bazı küstah tavırları olmasa, birliğe sızan Tito’nun ajanlarının bunu kullanması beklenemezdi. Himmler, isyandan sonra yayınladığı bir kararnameyle, birliktekilerin dini ihtiyaçlarına yönelik haklarının inkâr edilemeyeceğini ve bu nedenle inançlarıyla alay edilmemesini emretti. Ayrıca tümen gönüllülerden oluşsa da askerleri kendi topraklarında savaşmak için gönüllü olmuşlardı ki, Fransa’daki eğitim bunu zorlamış olabilirdi. Bu husus özellikle ileride tümenin dağılma aşamasında ön plana çıkacaktı. İsyan, 16-17 Eylül 1943’te İstihkâm Taburu’ndaki 1000 kadar askerle patlak verdi. 16 Eylül’de bazı Müslüman askerler subayların ve astsubayların 101

İsyanın elebaşlarından ikisi öldürülmüş, biri esir edilmiş, bir isyancı ise kaçarak Fransız direnişine katılmayı başarmıştı (Munoz, 2007, s. 39). 18 Eylül’de isyana karışan 12 asker kurşuna dizilirken, 825 asker ise güvenilmez oldukları için; bunlardan 536’sı köle işçi olarak Todt Örgütüne,viii 265’i de Neuengamme Toplama Kampı’na gönderildi. Kalan 24 askere ne olduğu ise bilinmemektedir. Hırvat Hükümetinin bütün bu askerleri özgürlüklerine kavuşturma çabası ise sonuç vermemiştir (Lepre, 1997, s. 107). Hançer Tümeni, Le Puy’daki eğitiminden sonra 1 Ekim 1943’te Neuhammer talim bölgesine gönderildi (Lepre, 1997, s. 109). Tümene 4. SS Polis Panzergrenadierix ve 6. SS Dağ Tümeni “Nord”x tümenleri başta olmak üzere, diğer SS tümenlerinden genç ve tecrübeli subaylar aktarıldı (Lepre, 1997, s. 112). Himmler, tümeni burada iki kere teftiş etti(Lepre, 1997, s. 123). Tabur imamlarının Alman subaylarla arasındaki anlayış farklarının yol açtığı çatışmalara karşı ise El Hüseyni’nin faaliyetleri Hançer’in yeni öğrenci imamlarını cesaretlendirdi (Lepre, 1997, s. 185). Nihayet tümen talim ve eğitimini tamamladı ve 1944 Şubat’ının ortasında Bosna’ya gönderildi (Lepre, 1997, s. 118). Hançer’in Örgüt Yapısı Bir Wehrmachtxi piyade tümeninde üç piyade alayı bulunurken, Wehrmacht’ın dağ tümenlerindeki piyade alaylarının sayısı ikiydi. Ayrıca bir keşif taburu, dört topçu taburundan oluşan bir topçu alayı, bir istihkâm taburu, bir muhabere taburu, bir tanksavar taburu ve diğer hizmet birimleri yer alırdı. Buna karşı SS dağ tümeninin örgüt yapısı ise Wehrmacht’ın dağ tümenine göre biraz daha

102

genişti. SS dağ tümenlerinde de iki dağ avcı alayı mevcuttu. Ancak Wehrmacht’ın bir dağ avcı alayında üç dağ avcı taburu mevcutken, bir SS dağ avcı alayında dört SS dağ avcı taburu vardı. Dolayısıyla, bir SS dağ avcı tümeni fazladan iki dağ avcı taburuna sahipti. Bunun yanı sıra SS dağ avcı tümenlerinde bir Flakxii taburu ve genellikle bir de panzer ya da StuGxiii taburu bulunuyordu (German Mountain Warfare, 1944, s. 91). Hançer tümeni kurulduğunda, bünyesinde dörder taburdan teşkilli iki dağ avcı (Gebirgsjäger) alayı ve bir de dört taburdan teşkilli dağ topçu alayı mevcuttu. Kuruluş düzeninde ayrıca süvari taburu, motosiklet taburu, bisiklet taburu ve panzer taburu gibi birimler de planlanmıştı. Ancak bunlar hayata geçirilemedi (Lucas, 1999, s. 205). 1944 Şubat’ında Hançer Tümeni yeniden örgütlendi. Buna göre dağ avcı taburlarının sayısı dörtten üçe inerken, alay numaraları da 27. ve 28. Dağ Avcı alayları olarak belirlendi. Bazı hizmet ünitelerinin sayıları değişirken, tümende bir de 13. Talim Ve Yedek Taburu oluşturuldu (Lucas, 1999, s. 205). Hançer Tümeni’nin Cephedeki Faaliyetleri Yugoslav dağları 1943’ten başlayarak Almanya ve müttefikleri için adeta bir yarım cephe ihtiva ediyordu. Alman Ordusu İtalyanlar, Hırvatlar ve Bulgarların desteğiyle; Yunan adaları, Girit, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Karadağ, Sırbistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Slovenya’da geniş çaplı bir gerilla karşıtı savaş içindeydi. Bunun dışında bazı yerel güçlerin desteği de söz konusu olup, aslında Alman ve müttefiklerine karşı savaşa başlayan, ancak sonradan komünist partizanların tehdidine karşı onlara destek veren Sırp Çetnikler, bunların başında geliyordu. 1944 sonbaharında 10.000 kadar Çetnik, Alman ve Bulgar birimlerine destek verir hale gelmişti (Madeja, 1990, s. 86). 1943’ün ilk üç ayında sadece Sırbistan’da sabotaj, yerel subaylara saldırı ve küçük çaplı Alman ve Bulgar birliklerine saldırı şeklinde; partizanlar tarafından gerçekleştirilen 985 eylem tespit edilmişti. Bunun yanı sıra 197 belediye binası

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

çoğunu öldürdüler (Munoz, 2007, s. 39) ve olaylar kısa bir sürede birliğin çoğunluğuna sıçradı. Olayların başlamasında iki er ve iki yedek subayın parmağının bulunduğu ve bunların beş Alman subayını öldürdükleri bilinmektedir. Tümenin imamlarından Obersturmführervii Halim Malkoç’un olayları başlatanlara katılan diğer askerleri ikna çabaları sonuç verince, olayın büyümesi engellendi ve El Hüseyni’nin de şahsi çabalarıyla isyan bastırıldı.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

yakılmış ya da tahrip edilmişti (Madeja, 1990, s. 68). Olayları gerçekleştiren Yugoslav partizan hareketinin lideri Tito’nun Yugoslav Ulusal Kurtuluş Ordusu (JANL), 1943’te 150.000’in üzerinde askere sahip olmuştu. Tümenlerden ve tugaylardan oluşan JANL için gerekli olan ikmal yolu da 1943 Eylül’ünde Müttefikler Güney İtalya’yı işgal edince, Adriyatik üzerinden açılmıştı. Böylece Yugoslavya’daki güç dengesi JANL’ın lehine dönmüştü (Lucas, 1999, s. 146). Bu arada 1944’te Hırvat Ordusu’nun sayısı ise 150.000 olup, bunun ¼’ü Ustaşe militanıydı (Madeja, 1990, s. 86). Hançer Tümeni, Yugoslavya’daki dağlık bölgelerde mücadele etmek için eğitilmişti. Tümen, 1944 Şubat’ında anavatanına döndüğü zaman, bir yıl kadar önce 26.000 düşünülen asker sayısı 21.000’de kalmıştı. Tümenin planlanan subay sayısı ise 671 yerine mevcudu 377’de, 3000’in üstünde olması düşünülen astsubay sayısı da 2078’de kalmıştı (Lepre, 1997, s. 139).xiv 1944 Şubat’ında Slovenya’daki son talimini de tamamlayan tümen Bosna’da konuşlandırıldı ve Yugoslav direnişine karşı savaşmak üzere “F” Ordular Grubu’na bağlı bulunan İkinci Panzer Ordusu’nun çatısındaki V. SS Dağ Kolordusu’na dâhil edildi. Partizanlara karşı yürütülen harekât, klasik antigerilla stratejisine dayanıyordu. Bir birim örs olarak partizanların lojistik hatlarını keserken, diğer birim ya da birimler bölgedeki yolları güven altına alarak onları çeviriyor ve azami kayıp verdirerek partizan tümenlerini dağıtıyorlardı. Harekâta katılan birimler, harekâtın seviyesine göre müfrezeden alaya kadar farklılık gösterebiliyorlardı. Himmler’in Hançer Tümeni’ne verdiği ilk görev; Sava, Bosna, Spreça ve Drina nehirleri arasında kalan 60x100 km’lik bir alandaki hayati öneme sahip tarım alanlarını ve Srem’in kuzeyinde yaşayan etnik Almanları korumaktı. Bataklık ve yoğun ağaçlık bir bölgede bulunan 2000-2500 partizana karşı), 9-13 Mart 1944’te “Wegweiser (Yol Levhası)” kod adlı bir örs-çekiç harekâtı düzenlendi. Harekâtta 573 partizan öldürülürken, 82’si esir edildi. Bununla birlikte Hançer’in

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

askerleri, partizanların boşalttıkları küçük bir Sırp köyündeki sivilleri katletmişti (Lepre, 1997, s. 151-162). 15 Mart’ta ise tümenin daha geniş katılımıyla Save (Sava) Harekâtı başladı. Sava Nehri’ni geçen Hançer Tümeni birlikleri, birkaç gün boyunca cephanesi oldukça azalan partizanlara kayıplar verdirdi. Bu arada bir partizan taarruzu da geri püskürtüldü (Lepre, 1997, s. 143-151). 12 Nisan’da girişilen “Oesterei (Paskalya Yumurtası)” Harekâtı ile Hançer Tümeni Bosna’nın derinlerine sokuldu. Yanya kısa sürede ele geçirilirken, partizan kuvvetlerine yapılan baskı fazlasıyla etkili olmuştu. Harekât, 23 Nisan’da başarıyla tamamlandı (Lepre, 1997, s. 165-169). 17 Nisan’da 28. Alay’ın Arnavutlardan oluşan 1. Tabur’u, kurulması kararlaştırılan 21 Waffen Gebirgs Division der SS “Skanderbeg” (Albanische Nr. 1) / 21. SS Dağ Tümeni İskender Bey’in çekirdeğini oluşturması için Priştina’ya gönderildi (Lepre, 1997, s. 165). Aynı gün Hançer’in komutanı Gruppenführer Karl Gustav Sauberzweig, içinde Hançer’in bölgeleri partizanlardan nasıl temizleyerek kontrol edeceğini anlatan “Bosna’nın Kurtuluş Rehberi” şeklinde bir kitap bastırdı. Böylece Bosna Alman askeri idaresine veriliyordu. Bu kitap Hırvat Hükümetini rahatsız ettiyse de Himmler, Boşnak bölgeleri için Hançer’in kontrolünde bir SS Polis yönetim kadrosu oluşturdu (Lepre, 1997, s. 169173). “F” Ordular Grubu’nun emri üzerine, 23 Haziran’da V. Dağ Kolordusu Maibaum (Süslü Mayıs Direği) kod adıyla savaşın en büyük antipartizan harekâtını başlattı. Harekâtta, Hançer’e 7. SS Dağ Avcı Tümeni Prinz Eugen, Hırvat birlikleri ve SS-Falschirmbattallionxv 500 de destek verecekti. Hedef Partizan III. Bosna Kolordusu’nu dağıtmaktı. Harekât genellikle Almanların lehine seyretti. Ancak bir partizan tümeni 28 Nisan’da Hançer’in 28. Alay karargâhını ve bir bölüğü Şekoviçi’de sarınca işler bir süreliğine karıştı. Şekoviçi’de şiddetli çarpışmalar oldu. Almanlar 1 Mayıs’ta duruma

103

Hançer’in keşif birimlerinin Majevicas’ta birkaç partizan tugayı tespit etmesi üzerine düzenlenen “Maiglöckhen (İnci Çiçeği) Harekâtı ise 17 Mayıs’ta, yerel Çetnik güçlerinin de desteğiyle başlatıldı. İki gün süren harekâtta partizanlara önemli ölçüde kayıp verdirilse de çok sayıda partizan topçu bombardımanının kapadığı kaçış yolunu geçmeyi başardı (Lepre, 1997, s. 194-198). Bu harekâtla birlikte Hançer Tümeni sorumlusu olduğu bölgeyi partizanlardan arındırmıştı. Böylece Alman birlikleri kuzeybatı ve merkezi Bosna’yı partizanlardan temizlemeyi başarmışlardı (Gregory, 1989, s. 212). 7 Nisan-15 Haziran 1944 arasında Hançer birimlerinin harekâtları sonucunda partizanlar tahminen 4526’sı kesinleşmiş 9296 ölü verirken, aralarında altı ABD’li pilotun da bulunduğu 1246 esir almıştı (Lepre, 1997, s. 212). Artık tümenin saldırı pozisyonundan savunma pozisyonuna geçmesinin zamanı gelmişti. Durumdan istifade eden tümenin topçu alayı, azami verimliliği sağlayabilmek için bölgenin detaylı bir haritasını çıkarttı (Lepre, 1997, s. 212). Partizanlar ise bölgeye tekrar sızmak için fazla vakit kaybetmek niyetinde değildiler. Bosna’da büyük ölçüde güvenlik sağlanmıştı ama 1944’te Partizan Ordusu’nun sayısı üç ordular grubu oluşturan 600.000 partizana ulaşmıştı (Gregory, 1989, s. 212). Bu arada Alman SS Paraşütçüleri de Tito’ya başarısız bir suikast harekâtı düzenlemişler, Tito güç bela kurtulmuştu. Akabinde, Tito topyekûn bir ayaklanma ilan ederek tüm güçlerine düşman kuvvetlerine saldırma emri verdi (Lepre, 1997, s. 213). Nitekim partizanlarının saldırıya geçmesinin ardından Hançer Tümeni’nin bölükleriyle karşılaşmaları iki taraf için de kanlı bitmişti. Bu sefer tümen dört gün süren harekâtta düşmanın 1686 ölü kaybına karşı; 205 ölü, 528 yaralı ve 89 yitik gibi önemli oranda kayıp vermişti. Öyle ki, çatışmaların odağındaki 28. Alay’ın I. Taburu’nun gücü 180 askere düşmüştü (Lepre, 1997, s. 222). 104

Hançer kamptaki disiplin konusunda zayıf, cephede de asi bir grafik çizmişti. Birliğin Boşnaklardan takviye edilmesi ayrı bir sorundu. Bu yetersizliğe rağmen, Himmler ikinci bir Müslüman Hırvat tümeninin daha kurulmasını emretti. 17 Haziran 1944’te; personeli 8000-9000 Boşnak, Alman ve Volksdeutsche kontenjanlarından oluşan 23 Waffen Gebirgs Division der SS “Kama” (Kroatische Nr. 2) / 23. SS Dağ Tümeni “Kama” kuruldu. Hançer’de olduğu gibi subay kadrosunu daha çok Almanların oluşturduğu Kama’da, Hançer’den gelen bazı Müslüman subay ve astsubaylar da bulunuyordu. Himmler, bölgenin bu iki Boşnak SS tümeninden oluşturulacak IX. SS Dağ Kolordusu tarafından kontrol edilmesi niyetindeydi (Lepre, 1997, s. 222). 1944 yazı Almanlar için tam bir felaket dönemiydi. Müttefikler Haziran’da Roma’yı ele geçirirlerken, aynı günlerde çıkartma yaptıkları Fransa’yı da Ağustos’ta kurtarmışlardı. Doğu Cephesi’nde ise Haziran sonunda başlayan Sovyet genel saldırısı sonucu tarihlerindeki en sarsıcı bozgunu yaşayan Almanların bütün cepheyi tutan üç ordular grubundan biri yok edilirken, bir diğeri de kuşatılarak etkisizleştirilmişti. Romanya’daki birliklerin ikmal yolu artık Yugoslavya’dan geçiyordu. Dolayısıyla, Almanların Balkanlar’daki antipartizan harekâtı hem daha da önem kazanmış hem de zorlaşmıştı. 8 Haziran’da başlatılan Vollmond (Dolunay) Harekâtı’nda işler başından ters gitmişti. Tümene bağlı birimler partizanları doğu yönünde, Drina Nehri’ne doğru sıkıştıracaklardı. Ancak Alman istihbaratının eksik oluşu nedeniyle bir Partizan tümeninin aniden ortaya çıkışı, bütün hesapları alt üst etti. Bunun üzerine gelişen Lopare Muharebesi’nde, Hançer tarihinin en büyük yenilgisini aldı.12 Haziran’da tamamlanan harekât yine de başarıya ulaşmış ve partizanlardan 1586 kişi öldürülmüştü. Hançer ise buna karşı 205 ölü ve 528 yaralı gibi oldukça ağır bir bedel ödemişti (Trigg, 2008, s.117-121). Hançer Tümeni partizanlarla mücadelenin yoğunlaştığı bu yeni dönemde, Haziran’ın son haftası ve Temmuz’un ilk haftasında Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

hâkim oldular ve harekât 5 Mayıs’ta tamamlandı. Partizan kolordusu tamamen parçalanmıştı. Almanlara göre partizanlar 956 ölü ve 96 esir vermişlerdi (Lepre, 1997, s. 187-193).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

gerçekleştirilen saldırılara karşı koymuştu. Bu saldırıların Beyaz Rusya’daki Sovyet genel taarruzuyla aynı zamana denk gelmişti. 14 Temmuz’da yeniden harekete geçen tümen, Çetnik güçlerinin de desteğiyle Fliegenfänger (Sinek Kâğıdı) Harekâtı’nı düzenledi. Fliegenfänger sürerken, Merkezî Bosna’dan Sırbistan’a doğru hareket eden bir partizan birliği tespit edilince; V. SS Dağ Kolordusu’na bağlı çeşitli birimler, Hançer Tümeni birimleri, bir SS Paraşüt Taburu ve bir Alman-Hırvat Polis Taburu’nun katılımıyla alelacele Heiderose (Çalıgülü) Harekâtı düzenlendi. Harekât 17 Temmuz’da başlatıldı ve 29’una kadar sürdü. Partizanların kayıpları gitgide ağırlaşıyordu. Ancak ele geçirilen silah ve cephaneye bakılırsa, eskisine göre daha iyi donatılıyorlardı. Buna paralel olarak, Alman kayıpları asimetrik oranda küçük gözükse de önceki mücadele dönemine göre artış eğilimindeydi (Lepre, 1997, s. 232-240). Tümen 4 Ağustos’ta; Bosna, Sırbistan ve Karadağ’ı kapsayan Hackfleisch (Kıyma) Harekâtı’nın Bosna safhası olan Rübezahl (Pancar Sayısı) Harekâtı’nı başlattı. 8 Ağustos’a kadar süren çarpışmalarda başarı sağlanmıştı. Ancak bölgedeki küçük çaplı partizan faaliyetleri ve bunlara karşı antigerilla harekâtları ay sonuna kadar sürdü. Bu arada daha Temmuz sonunda tümenin askerleri birbiri ardına gelişen harekâtlardan fazlasıyla yorulmuştu (Lepre, 1997, s. 241-247). Dolayısıyla, tümen birimleri Eylül başında dinlenme ve yeniden donatım için güvenli bölgeye çekildiler (Lepre, 1997, s. 248). Partizan faaliyetleri hem Yunanistan’da hem de Yugoslavya’da fazlasıyla yoğunlaşmıştı. Bu arada Sovyet ordularının Temmuz’da, Polonya’nın güney kesimine doğru başlattığı Lvov-Sandomierz Harekâtı başarılı olmuş, bu da Kızıl Ordu’nun Balkanlar üzerine harekât yapmasına olanak tanımıştı. Ağustos sonunda Romanya, Eylül başlarında ise Bulgaristan düşünce, Sovyet birlikleri Yugoslavya’ya girmiş ve Tito’nun partizan güçleriyle birleşmişti. Bu gelişmeler sırasında IX. SS Dağ Kolordusu birlikleri içindeki firarlarda önemli bir artış olmuştu. Alman Ordusu Balkanlar’dan mecburi

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

bir çekilme eğilimindeydi. Ancak Boşnaklar anavatanlarından uzaklaşmak istemiyorlardı. Dolayısıyla Boşnak tümenlerinde huzursuzluk baş göstermişti. Himmler tavsiyelere kulak tıkayarak, 18 Eylül’de Boşnak tümenlerin devamına hükmetti ve olaya bizzat el koymak suretiyle Hançer’in keşif, tanksavar, istihkâm ve topçu birimlerinin kontrolünü ele aldı. Ateş gücünü hayati oranda azaltan bu hata, tümeni cephede sıradan bir piyade birliğinden farksız kılmıştı. Harekât kapasitesinden yoksun kaldığı için, tümenin birimleri artık sadece bulunduğu yerleri tutabilirdi. Bu dönemde tümen 18.520 askerden oluşuyordu ve bu sayının 6015’i Boşnak olmayıp, Alman ya da diğer etnik gruplardan askerlerdi (Trigg, 2008, s. 129). 1-20 Eylül arasında sadece Hançer Tümeni’nden 2000’in üzerinde Boşnak firar etmişti (Lepre, 1997, s. 232-252). Ekim’deki Yanya Muharebesi ve Vukosavci pususundaki başarılarının ardından, tümen Zagreb bölgesine çekildi. 20 Ekim’de Belgrad Sovyet ve partizan kuvvetlerinin eline geçti. Böylece firarlar daha da arttı. 21 Ekim’de Tümen İmamı Abdullah Muhasiloviç’in kışkırtmasıyla, Tümen Karargâhı Güvenlik Bölüğü’nde bir isyan çıktı. Muhasiloviç ile birlikte bölükten 101 Boşnak Bosna istikametinde firar etti (Lepre, 1997, s. 266). Bundan sonra sıradanlaşan firarlar tümeni zor duruma soktu. Firariler çok sayıda silah ve mühimmatı da beraberinde götürüyorlardı. Bazı yerlerde tümenin askerleri kaçarak, Ustaşe’ye ya da partizan birliklerine katılıyorlardı. Nihayet Almanlar 25 Ekim’de düzenledikleri Herbstlaub (Sonbahar Yaprakları) Harekâtı ile birçok Boşnak’ı olaysız bir şekilde silahtan arındırdılar. Güvenilmeyen Boşnaklardan işçi taburları oluşturuldu (Lepre, 1997, s. 268). Başlarda % 95 Boşnak olması planlanan tümende artık Boşnakların sayısı hemen hemen Almanların sayısına eşitlenmişti. 31 Ekim’de Kama Tümeni lağvedildikten sonra, Hançer’in de lağvedilme çalışmaları başladı ve tümen öncelikle LXVIII. Kolordu’nun emrine verildi (Lepre, 1997, s. 268). Bütün bu gelişmeler sırasında tümenin diğer birimleri ise partizanlarla çarpışıyordu. Mart-Eylül 1944 arasındaki harekâtlarda Hançer Tümeni ölü, yaralı ve yitik olmak üzere toplamda 7000 kayıp

105

Almanlar sonunda Balkanlar’ı tamamen boşaltarak Macaristan’a çekildi. Ancak Hançer Tümeni’nin çoğu askeri anavatanları dışında savaşmakta gönülsüzdü. Bu nedenle tümenin Boşnak askerlerinin çoğu terhis edilerek evlerine gönderildi (Lucas, 1999, s. 205). 7 Kasım’da Boşnak personelin % 70’i terhis edildikten sonra, tümen de kalanlarıyla Zagreb bölgesindeki görevini sürdürdü (Lepre, 1997, s. 275). Kalan 6000 civarında asker Alman Wehrmacht ve Volksdeutsche kontenjanında ve alay seviyesinde, Sturmbannführer xvi Hans Hanke’nin emrinde kurulan Kampfgruppe Hankexvii ya da takviyeli Hançer Alayı olarak savaşmaya devam etti. Kampfgruppe Hanke, Macaristan’ın güney illerinde faaliyet gösterdi. Grupta Hançer tümeninden üç dağ avcı taburu, bir dağ topçu taburu ve bir istihkâm bölüğü kalmıştı (Lepre, 1997, s. 277). Grup, Balaton Gölü ve Drava Nehri istikametinde savaşarak geri çekildi. Artık düşmanları partizanlar yerine Sovyet birlikleri olduğu için kayıplar da ciddi boyutlara ulaşıyordu. 21 Kasım gecesi yaşanan Batina Muharebesi’nde, gruptan oluşturulan bir görev kuvveti 1200 personelinden 1000 kadarını kaybetmişti (Lepre, 1997, s. 279-280). Bu arada tümenden kalan ve Yugoslavya’da çarpışmaya devam eden diğer bir grup da Macaristan’a geçerek onlara katılmıştı (Lucas, 1999, s. 205). Bu dönemde mevcudu 12.793 olan Hançer, artık bir Müslüman tümeni sayılmazdı. Boşnakların çoğunun yerini Almanlar almıştı (Trigg, 2008, s. 135). Hançer’in bu son askerlerinin son maceraları, Macaristan ve Avusturya’da geçti. Tümen; Macaristan’da, Güney Ordular Grubu’nun 1945 Şubat’ında, Nazi Almanyası’nın son geniş çaplı taarruz harekâtı olan “Frühlingserwachen (Bahar Uyanışı)” Harekâtı’na, İkinci Panzer Ordusu’nun güney kanadında katıldı (Lepre, 1997, s. 290). 5 Mart 1945’te Hançer’in muharebe düzeni iki kuvvetli piyade taburu, dört orta kuvvette piyade taburu, üç ortalama kuvvette piyade taburu, 32 parça top, 10 tanksavar topu ve grubun emrine verilen iki zırhlı tren şeklindeydi. Birlik aslında bu

106

haliyle tam savunma kapasitesine sahipti (Munoz, 2007, s. 46-47). 6 Mart’ta başlatılan taarruz, Balaton Gölü ve Drava sektörlerinde başarısızlığa uğradı ve 16 Mart’ta iptal edildi. Taarruzun sonucunda Güney Ordular Grubu’nun birlikleri Avusturya’nın Steiermark iline çekilmek zorunda kaldı (Lucas, 1999, s. 206). Hançer’den kalanlar burada İkinci Panzer Ordusu’na bağlı LXVIII. Kolordu bünyesinde savaştılar (http://www.cgsc.edu/CARL/nafziger/945GDBA. pdf). 24 Mart’ta tümenin mevcudu 9062 asker olup, bunların sadece 3770’i savaşa hazır haldeydi. Tümeni artık sadece 10 tanksavar topu destekliyordu (Trigg, 2008, s. 135). Özellikle Macar Cephesi’nde Kızıl Ordu’ya karşı kahramanca dövüşen bu askerlerden bazıları, 1945 Nisan’ında Viyana’daki son çarpışmalara da katıldılar. 29 Mart’ta tümenden kalanlar batıya doğru yollarını açabilmek için taarruz ettiler ve diğer Alman birlikleriyle birlikte batı yönünde ricat ettiler. Ancak ağır asker ve teçhizat kaybına rağmen, Sovyet ilerlemesini durduramadılar ve 6 Nisan’da Kızıl Ordu Avusturya sınırına ulaştı. 19 Nisan’da tümenin Kiesmanndorff’ta girdiği son çarpışmada, 28. Dağ Alayı taarruz eden Sovyet birliklerini püskürtmeyi başardı (Trigg, 2008, s. 136). Bu arada Sovyet askerlerinin ve partizanların SS’leri kurşuna dizdikleri haberleri geliyordu. Gerçekten de Hançer’in gönüllülerinden 10.000 kadarı topluca öldürülerek, cesetleri bir maden kuyusuna doldurulmuştu (Landwehr, 1981). Dolayısıyla, savaşın bitmesine rağmen birlik batıya doğru uzun bir yürüyüşle, Twimberg’e doğru çekildi. Hançer’in arta kalanları savaş bittikten dört gün sonra, St. Veith’te İngiliz birliklerine teslim oldu ve Kuzey İtalya’daki bir esir kampına nakledildiler (Lepre, 1997, s. 305309). Analiz 13. SS Gönüllü Dağ Avcı Tümeni “Hançer”, adından da anlaşılacağı gibi dağlık coğrafyada savaşmak amacıyla özel eğitilmiş askerlerden oluşturulmuştu. Dağlık alanda antigerilla mücadelesi veren bir birlikti. Böyle bir coğrafyada

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

vermişti ki; bunların 3000’i çoğu firar vakası olan yitiklerdi (Munoz, 2007, s. 43).

ARAŞTIRMA MAKALESİ

öncelikle düşmanın tespit edilmesi, ardından acil müdahale için harekâta girişilmesi gerekirdi. Bu da birlik ünitelerinin sürekli tetikte olması ve çok hızlı hareket etmesi demekti. Birlikler dağlık alanda yorucu bir intikalin ardından, savunmaya en elverişli olan coğrafyada taarruz harekâtı yürütürlerdi. Gerilla savaşının parçası olarak, partizanlar kayıplarını ve mühimmatlarını gizleyebilmek için dağlık alandan fazlasıyla yararlanabiliyorlardı. Dolayısıyla ele geçirilen cesetlerin yanı sıra silah ve cephanenin sayısı da gerçek sayının oldukça altında oluyordu. Tümenin dağ tümeni olması ve çekirdeğinin Boşnaklardan teşkil edilmesi, birliğin Yugoslavya’daki partizanlara karşı savaşmak için kurulduğunu açıkça göstermektedir. Zaten Hançer de tümen vasfına sahip olduğu süre zarfında sadece Yugoslav topraklarında mücadele etmişti. Aynı topraklarda partizanların sayısının sürekli artması ise Hançer gibi tümenlerin başarısızlığı nedeniyle değil, partizanların askere alma kaynakları ve Müttefiklerin batıdan silah ve cephane yardımları sayesindeydi. Hançer Tümeni bazı ilkleri beraberinde getirmişti. Öncelikle inancın Wehrmacht birimlerine göre daha zayıf olduğu Waffen-SS içinde Müslümanlardan tertiplenen bir tümenin varlığı, Hitler Almanyası’nın radikal atılımlarından biriydi. Wehrmacht bünyesinde farklı etnik ve dini gruplardan gelen birçok birliğin tabur, alay, tugay, tümen ve hatta kolordu seviyesinde kurulu olduğu bilinmektedir. Ancak Waffen-SS içinde böyle bir birliğin, hem de tümen seviyesinde kurulması gerçekten ilgi çekicidir. Kaldı ki, 1944’te Hançer ve Kama tümenleri sayesinde ilk ve tek Müslüman SS kolordusunun da kurulduğu görülmektedir. Fanatik savaşçılara olan düşkün olan Hitler’in, İslam’ın savaşçılığa kazandırdığı radikalizmi kullanmaktan geri durmadığı, birliklerin kuruluş stratejilerinde açıkça görülmektedir. Nitekim Almanlar Doğu Cephesi’nde sürekli yıpranan tümenlerini Alman askerleriyle takviye edebilmek için cephe gerisindeki partizan faaliyetlerine karşı müttefiki olan diğer milletlerden daha fazla birliğe ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun için bölgelerdeki tarihi etnik sorunlardan da yararlanıyorlardı.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Stalingrad bozgununun tecrübelerine dayanan Almanlar, artık savaşabilirliklerine güvenmedikleri Alman müttefiki ülkelerin askerlerinin çoğunu Doğu Cephesi’nin gerisine çekmişlerdi. Bunların önemli bir kısmına, Rusya’da faaliyetlerini sürekli artırmakta olan partizanlara karşı, lojistik hatların korunması kapsamında jandarma görevi verilmişti. Sovyetler Birliği ile savaşa girmemiş olan Bulgaristan ise “Büyük Bulgaristan” hayaliyle, Almanlara sadece Balkanlar’da destek vermişti. Almanlar Hançer Tümeni sayesinde aslında hem Yugoslavya’daki Müslümanlar arasından ordunun elit birliklerine katılımını sağlamak hem de bu bölgedeki Müslüman halka yönelik kontrol amaçlı bir propaganda yapma fırsatını buldular. Bununla birlikte, bu girişim Hitler’in savaştan sonra Sovyetler Birliği ve İngiltere yenildiği takdirde, Alman çıkarlarının yeni coğrafi koşullara göre düzenlenmesi ve İngiliz sömürgelerinden en etkili kaynaklara sahip olan Ortadoğu’daki Müslüman halkları Almanya’nın yanına çekmesi açısından da önem arz ediyordu. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nda Kayser’in doğrudan yapamadığını yapabilmesi için İslam dünyasına ulaşabileceği yeni yollar araması gerekiyordu. Nazi ideolojisine sahip olan elit bir ya da birkaç Müslüman tümeni bu konuda bir rol üstlenebilir ya da en azından İslam dünyasına yönelik bir çekim alanı oluşturabilirdi. Tümenin kuruluşunda bazı siyasi amaçlar da algılanabilir. Hitler’in Türkiye ile ilişkilerine yönelik bu tür girişimler yeni değildi. 1942’den itibaren Sovyet esirler arasından çok sayıda Orta Asya ve Kafkas Türkü, Tatarlar ve akraba gruplardan piyade birlikleri oluşturulmuştu. Hatta Kırım’ı ele geçirmesi ve ne pahasına olursa olsun bırakmak istememesi Türkiye ile doğrudan ilgiliydi. Ancak Balkanlar’da bir SS tümeninin oluşturulması, bu bölgeyi 30 yıl kadar önce kaybeden Türkiye için, savaşta tarafsızlığının devamı yönünde farklı bir anlam da taşımış olabilir. Tabi bu doğruysa, Hançer’in kurulmasındaki siyasi nedenler, hem siyasi hem de askeri bilinçten yoksun olan Himmler’in değil, Hitler’in düşüncesi olabilirdi.

107

Gerçekte ise Almanların özellikle Stalingrad’dan sonra artan Sovyet tazyikine karşı verilen kayıpları giderebilmek için farklı etnik gruplardan yararlanma isteği, İslam dünyasına verilmek istenen mesajı gölgelemişti. Nitekim Almanya Doğu Cephesi’ndeki savaşı 1943 Temmuz’undaki Kursk bozgunuyla kaybetmişti ve Hançer Tümeni’nin harekâta hazır hale gelmesi ise bundan dokuz ay sonrasını bulmuştu. Dolayısıyla, ortada İslam dünyasını Almanların yanına çekecek bir durum kalmamıştı. Hançer Tümeni’nin bir başka ilki de geleneksel Prusya terbiyesinden gelen katı liyakat sistemine aykırı olarak, hem de Waffen-SS bünyesinde ilk ve tek geniş çaplı askeri başkaldırının yaşandığı birim olmasıdır. İsyanın başlaması farklı nedenlerin bir araya gelmesine dayalı olup, Nazi ideolojisine karşı bir tertip niteliğinde değildi. Ancak isyanın büyümesi pekâlâ İslami geleneklere karşı bazı Alman subaylarının aldıkları tavra ve düşünce farklılığına bağlıydı. Biraz kan kaybetse de tümen bu kısa süreli isyana rağmen, eğitimini tamamladıktan sonra Yugoslavya’ya sevk edildi. Yine de burada ortaya çıkan önemli bir husus, Müslüman SS’lerin Alman SS’ler kadar yoğun

108

bağlılık duygusu taşımadıkları gerçeğidir. Bu da Sovyet ordularının bölgeye varışına karşı, tümenin uzun vadeli olamayacağının bir işaretiydi. SS tümeni olmasına rağmen, Hançer Tümeni’nin savaş kalitesinin düşük olması, askeri tarihçiler tarafından sahip olunan genel bir kanıdır. Hançer, Müslüman Boşnaklardan oluşturulan, daha çok zorunlu-gönüllü bir yapıya sahipti. Tümenin bu hali, tümenin oluşturulmasının altında askeri sebeplerden önce siyasi sebeplerin yatması konusunda fikir vermektedir. Böyle bir topluluk, Doğu Cephesi’ndeki savunma savaşlarında gösterdikleri mücadelelerle ün salmış olan diğer SS tümenleri gibi olması beklenemezdi. Hançer Tümeni savaşın en yoğun olarak yaşandığı 1944’te, Himmler’in ilk başlarda istediği 26.000 kişilik genişletilmiş SS tümeni hayaline karşı, çoğu kez bir SS tümeni standardını bile bulamamıştı. Bunun altında, verdiği kayıpların yerel kontenjanlardan karşılanması ilkesinin, sürekli artan partizan faaliyetleri nedeniyle zora girmesi yatıyordu. Himmler’in 26.000 kişilik Boşnak birliği oluşturmak istemesi ise Hançer kemale erdikten kısa bir süre sonra Kama Tümeni’nin de Hançer’den oluşturulacağı ve Hançer’in de normal bir SS tümeni seviyesine çekileceği şeklinde açıklanabilir. Bu açıdan bakılırsa, Bosna Boşnaklardan oluşan iki güvenilir SS tümenine bırakılacak ve Boşnak SS’ler de bir bakıma Almanların taşeronluğunu yapacaklardı. Tümenin etnik yapısının homojen olamaması ve verilen kayıplar sayesinde Boşnak sayısının gitgide azalması, homojenlik oranını gün geçtikçe düşürmüş ve tümen en sonunda sayısal olarak bir tugay gücünde olan takviyeli bir alaya dönüştürülmüştü. Sovyet birlikleriyle girilen çarpışmalarda kayıpların daha da ağırlaşmasıyla, Boşnakların oranı Almanların gitgide daha da altına düşmüştü. Bu dönemde Bosna terk edildiği için, sözde hâlâ bir Boşnak tümeni olan Hançer’in artık siyasi ya da propaganda aracı olarak bir önemi kalmamıştı. Zaten birlikten kalanlar Frühlingserwachen Harekâtı’na katılmadan birkaç gün önce, Türkiye de Almanya’ya karşı resmen savaşa girmişti.

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Aslında 1943 yılı “bu uzun vadeli planları gerçekleştirmek için çok geç değil miydi?” diye düşünülebilir. Hitler’in kendi düşüncelerine göz attığımızda, 1945’e kadar hala savaşı kazanabilmek için saldırı üstünlüğüne sahip olduğuna inandığını görebiliriz. Savaşın kaderini en azından batıda değiştirebilecek potansiyele sahip olan Me-262 Swallow jetlerinin bu yüzden av/önleme yerine yıldırım-bombardıman uçağı olarak kullanılması emrini verme hatasında bulunması, bu düşünceye bir örnek teşkil eder (Çınar, 2001, s. 149-155). 1944’teki Ardenneler Taarruzu da yine bu düşüncenin özelliklerini taşımaktadır. Hitler’in geniş çaplı saldırı inisiyatifine olan düşkünlüğü, Kızıl Ordu Berlin’i çevreleyene kadar sürmüştür. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin ve İngiliz sömürgelerinin geleceğiyle ilgili Alman planlarının, Almanların 1943’te süreklilik kazanan gerilemelerine rağmen, Müslüman SS tümenlerinin kurulmasında rol oynadığı söylenebilir.

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Hançer Tümeni birimlerinin karıştığı yerel katliamlar ise Yugoslavya’nın birbirine düşman etnik gruplardan oluşan yapısının getirdiği bir kan davası olarak ya da tümenin fanatik savaşçılardan oluşan SS kimliği olarak düşünülebilir. Antigerilla stratejisinin en önemli zorluğu, gerillanın halk üzerindeki baskısını dengelemektir. Bu da coğrafya farkı gözetmeksizin, zaman zaman katliamların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ancak şu da var ki, tümenin insanlık suçu işlediği iddiasıyla savaştan sonra yargılanarak suçlu bulunan ve bunlardan 10’u idam edilen 38 subay ve astsubayın hepsi de Almandı.

Ekler

Öte yandan, katı Yahudi karşıtlığının getirdiği ortak mücadele düşüncesi ise pekâlâ Himmler’in eseri olabilirdi. Ancak Himmler’in İslam’ı ne kadar tanıdığı ya da anladığı şüphelidir. Naziler Yahudi düşmanı olarak, hesaplarını ırkçılık üzerine yapıyorlardı. Yahudiliğe karşı önyargıya sahip olmasına rağmen, İslam ırkçılığı kabul eden bir din değildi ve farklı dinlere mensup insanların İslam devletleri çatısında asırlar boyunca birlikte yaşamaları, batıdakilere göre daha huzur içinde olmuştu.

I/28

Sonuç

13. SS Dağ Keşif Taburu

13. SS Dağ Avcı Tümeni “Hançer”, savaş tarihinde değişik bir yere sahip olarak dikkat çekmektedir. Hem askeri hem de siyasi amaçlarla oluşturulan bir birlik olarak görülebilir. Nazi ideolojisine ne derece sahip olduğu sorgulanabilecek bir SS birliğiydi. İlk ve geniş çaplı tek başkaldırıda bulunan bir SS tümeni olarak tarihe geçti. Hançer, iki Müslüman SS tümeninin kurulmasına da önayak olmuştur. Dağ avcı tümeni olduğu için özel eğitimli askerlerden oluştuğu için, Antigerilla savaşında en zor olarak kabul edilen dağ harekâtlarında önemli görevler almıştı. Ancak askerleri anavatanları dışında dövüşmeyi pek kabul etmediklerinden, SS askerleri olmalarına rağmen yoğun şekilde firar ettiler. Almanların ve Boşnakların çıkarlarının örtüştüğü Bosna’nın güvenliği konusu rafa kalktığında tümen özelliğini fiilen kaybeden Hançer, kuruluşuyla Almanların askeri amaçlarına hizmet etmiş, ancak siyasi amaçlarına hizmet etmek için oldukça geç kalmıştı. Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

Ek 1: 13. SS Dağ Tümeni “Hançer”in Kuruluş Şeması (Şubat 1944): Tümen Karargâhı 27. Alay (Karargâh) I/27 II/27 IV/27 28. Alay (Karargâh)

II/28 IV/28 SS Dağ Avcı Topçu Alayı 13 (Karargâh) I/TA 13 II/TA 13 III/TA 13 IV/TA 13

13. SS Muhabere Taburu 13. Dağ Avcı İstihkâm Taburu SS Veterinerlik Hizmetleri 13. SS Lojistik Birlikleri 13. Ekonomi Hizmetleri Taburu 13. SS Flak Taburu 13. SS Dağ Tank Avcı Taburu (Lepre, 1997, s. 142) Ek 2: 13. SS Komutanları:

Dağ

Tümeni

“Hançer”in

Oberführerxviii Herbert von Obwurzer (9 Mart-1 Ağustos 1943). Gruppenführer Karl Gustav Sauberzweig (1 Ağustos 1943-1 Haziran 1944). 109

(Lepre, 1997, s. 321) Kaynakça

iii

İkinci Dünya Savaşı sırasında faaliyet gösteren faşist Hırvat hareketi. iv

Obergruppenführer: SS Korgenerali.

v

Gruppenführer :SS Tümgenerali.

vi

(1944). German Military Dictionary. Mt. Ida: Lancer Militaria. Blandford, E. L. (1995). Hitler’s Second Army: The Waffen SS. Osceola: Motorbooks. Ellis, J. (1995). World War II Databook. London: Aurum Press. German Mountain Warfare. (1944). War Department’s Military Intelligence Division Document, U. S. Army Military History Institute, Special Series, No. 21. Gregory, B. (1989). Mountain and Arctic Wellingborough: Patrick Stephens Limited.

Warfare.

Landwehr, R. (1981). “The European Volunteer Movement in World War II”. Journal of Historical Review, 20(1), 59-84, http://www.vho.org./GB/Journals/JHR/2/1/Landwehr5984.html Erişim tarihi: 02.07.2015. Lepre, G. (1997). Himmler’s Bosnian Division. Atglen: Schiffer Publishing. Littlejohn, D. (1994). Foreign Legion of the Third Reich Vol.3. Son Jose: R. James Bender Publishing. Lucas, J. (1999). Hitler’s Mountain Troops. London: Cassel. Madeja, V. (1990). The Russo-German War: Balkans November 1940-November 1944. Allentown: Valor Publishing. Munoz, A. J. (2007). Hitler’s Muslim Volunteers in Hitler’s Armies, 1941-1945. Bayside: Europa Books. Stein, G. H. (1986). The Waffen SS. New York: Cornell University Press. Trigg, J. (2008). Hitler’s Jihadis Muslim Volunteers of the Waffen-SS. Stroud: The History Press.

Notlar i

Waffen-SS (SS: Schutzstaffeln: koruma kademeleri) Almanya’da rejimin bekçisi olarak, Hitler’e en yakın kişilerden olan Heinrich Himmler’e bağlı geniş çaplı hassa birliği.

Volksdeutche: Almanya dışında yaşayan Alman statüsündeki etnik unsurlar. Aynı zamanda Almanların İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru cephedeki asker açığını kapatabilmek için etnik Almanlardan oluşturdukları halk birlikleri. vii

Obersturmführer: SS Üsteğmeni.

viii

Todt Örgütü: 1938’de Fritz Todt’un (1940-42 Silah ve Cephane Bakanı) kurduğu Nazi İşçi Örgütü. ix

Panzergrenadier: Alman ordusunda ağırlıklı olarak motorlu ve hafif zırhlı birliklerden oluşan ve zırhlı tümen ile motorize tümen arasında bir öneme ve güce sahip olan tümen. Mekanize piyade tümeninin karşıtı. x

“Nord” Tümeni özellikle Norveç’ten gelen İskandinav gönüllülerinden oluştuğu için, bu tümenden Hançer’e yapılan subay transferiyle tümenin heterojenliğinin daha da yükseldiği söylenebilir. xi

Wehrmacht: savunma kuvvetleri, Alman Silahlı Kuvvetleri). xii

Flugabwehrkanone: Uçaksavar.

xiii

Sturmgeschütz: Taarruz topu. Koruganlara ve tanklara karşı piyadeyi desteklemek için üretilen bir çeşit kendinden kundaklı top. xiv

İkinci Dünya Savaşı’nda, Alman Ordusu’nda bir Wehrmacht tümeninin mevcudiyeti kâğıt üstünde 18.000 iken, SS tümenleri için bu sayı 21.000 idi. Ayrıca Wehrmacht’ın birkaç elit tümeninin haricinde, takviye ve teçhizat konusunda SS tümenleri öncelikliydi. Bu nedenle SS tümenlerinin mevcudiyeti genellikle resmi sayı olan 21.000’e yakınken, Wehrmacht tümenlerinin büyük çoğunluğu 18.000’in oldukça altında kalıyordu. xv

Fallschirmbattalion: Hava indirme taburu.

xvi

Sturmbannführer: SS Binbaşısı.

xvii

Kampfgruppe: Muharebe grubu, görev gücü. Geçici olarak kurulan bir birlik olup, Almanlarda genellikle komutanının soyadıyla nitelenir. xviii xix

Waffen SS’te albay ve tuğgeneral arasında bir rütbe.

Brigadeführer: SS Tuğgenerali.

ii

Reichsführer: SS Silahlı Kuvvetleri başkomutanı olarak sadece Heinrich Himmler’in sahip olduğu bir rütbe olup, mareşale denk düşmektedir.

110

Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)

ARAŞTIRMA MAKALESİ

Brigadeführerxix Desiderius Hampel (1 Haziran 1944-8 Mayıs 1945).

Suggest Documents