T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2736 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1697 KRİMİNOLOJİ

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2736 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1697 KRİMİNOLOJİ Yazarlar Doç.Dr. Osman DOLU (Ünite 1, 3, 5, 7) Yrd.Doç.D...
Author: Ayla Tekeli
63 downloads 0 Views 10MB Size
T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2736 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1697

KRİMİNOLOJİ

Yazarlar Doç.Dr. Osman DOLU (Ünite 1, 3, 5, 7) Yrd.Doç.Dr. Mehmet Alper SÖZER (Ünite 2) Yrd.Doç.Dr. Oğuzhan BAŞIBÜYÜK-Yrd.Doç.Dr. Önder KARAKUŞ (Ünite 4) Prof.Dr. Aytekin GELERİ (Ünite 6) Yrd.Doç.Dr. Şener ULUDAĞ (Ünite 8)

Editör Doç.Dr. Osman DOLU



ANADOLU ÜNİVERSİTESİ



i

Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. “Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Copyright © 2012 by Anadolu University All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University.

UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ Genel Koordinatör Doç.Dr. Müjgan Bozkaya Genel Koordinatör Yardımcısı Doç.Dr. Hasan Çalışkan Öğretim Tasarımcıları Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan Grafik Tasarım Yönetmenleri Prof. Tevfik Fikret Uçar Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Öğr.Gör. Nilgün Salur Kitap Koordinasyon Birimi Uzm. Nermin Özgür Kapak Düzeni Prof. Tevfik Fikret Uçar Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Grafikerler Gülşah Karabulut Özlem Ceylan Dizgi Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi

Kriminoloji

ISBN 978-975-06-1400-2

1. Baskı Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde 2.000 adet basılmıştır. ESKİŞEHİR, Kasım 2012



ii

İçindekiler Önsöz

....

1. Kriminolojinin Dünü, Bugünü ve Geleceği: Kriminoloji Bilimine Giriş 2. Kriminolojinin Temelleri: Klasik Okul ve Pozitivizmin Doğuşu

iv

2

.

18

3. Suçun Nedenlerine İlişkin Birey Temelli Görüşler

32

4. Sosyal Çevre ve Suç: Sosyal Yapı Teorileri

48

5. Bireyin Toplumla Olan İlişkilerinin Bir Ürünü Olarak Suç: Sosyal Etkileşim Teorileri

60

6. Organize Suç Teorileri

80

.

.

7. Kültürel, Ekonomik ve Politik Çatışmanın Bir Ürünü Olarak Suç: Çatışma Teorileri.. 102 8. Suç ve Suçluya Müdahalede Alternatif Bir Yaklaşım; “Onarıcı Adalet” ...



iii

.

120

Önsöz İnsanlık tarihi kadar eski bir kavram olan suç, sebepleri, sonuçları, bireysel ve toplumsal hayat üzerinde meydana getirdiği etkileri itibariyle oldukça karmaşık bir sosyal olgudur. Bu nedenle, özellikle suçla mücadele eden özel ve kamu güvenlik birimleri için olmak üzere, ceza adalet sistemini oluşturan kolluk görevlileri (polis-jandarma), avukatlar, savcılar, hâkimler, ceza ve infaz görevlileri ve sosyal hizmet görevlilerinin suç ve suçlulukla ilgili temel kriminolojik bilgilere sahip olması büyük önem arz etmektedir. Bu itibarla, kısaca “Suç Bilimi” olarak tanımlayabileceğimiz Kriminoloji bilimi suçla en etkin şekilde mücadele edebilmek için ihtiyaç duyulabilecek teorik ve pratik bilgiyi sağlayabilecek en önemli başlangıç noktasıdır. “Kriminoloji” isimli bu kitabın amacı, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Özel Güvenlik ve Koruma Bölümünde/Programında uzaktan eğitim alan öğrencilere suçun nedenlerine ilişkin temel bilgiler vermektir. İçeriği bu doğrultuda şekillenen kitabın ilk ünitesinde Dolu, suç ve sapma, suçun ölçümü ve suçun nedenlerine ilişkin ortaya çıkan kriminoloji okulları gibi konuları ele almıştır. Böylece, kriminolojiye giriş mahiyetindeki bu bölüm ile okuyucuya kriminolojinin ana konuları ve temel kavramları hakkında temel alt yapı bilgisinin sunulması hedeflenmiştir. İkinci ünitede Sözer, kriminolojinin bir bilim olarak ortaya çıkış serüvenini klasik okul ve pozitivist kriminolojinin temel eserleri çerçevesinde tartışmıştır. Üçüncü ünitede Dolu, suçun nedenlerine ilişkin birey temelli kriminolojik görüşleri incelemiş, bu çerçevede rasyonel tercih teorisi ve caydırıcılık teorisi ile biyolojik ve psikolojik suç teorilerini incelemiştir. Dördüncü ünitede Başıbüyük ve Karakuş, suçu sosyal çevrenin bir fonksiyonu olarak ele almış ve sosyal yapının bireyler üzerinde suç ve sapma davranışları meydana getirme potansiyeli üzerinde durmuştur. Beşinci ünitede Dolu, bireyin toplumla olan ilişkilerinin bir ürünü olarak ele almış ve bu doğrultuda geliştirilen sembolik etkileşim eksenli teoriler olan öğrenme ve damgalama teorilerini ele almıştır. Bu teorileri bir blok olarak sosyal etkileşim teorileri olarak adlandıran yazar, suçun meydana gelmesinde sosyal ilişkilerin rolünü tartışmıştır. Altıncı ünitede Geleri, günümüzde ülke sınırlarını bile aşan bir noktaya gelen organize suç teorilerini incelemektedir. Bu bölümde, basit çeteleşmelerden son derece karmaşık organize örgütlere uzanan çizgide organize suçların temel dinamiklerine değinilmiştir. Yedinci ünitede Dolu, suçu, kültürel, ekonomik ve politik çatışmaların bir ürünü olarak gören güç ve çatışma eksenli kriminolojik görüşleri ele almıştır. Sekizinci ve son ünitede ise Uludağ, ceza ve cezalandırma temelli klasik ceza adaleti anlayışına alternatif bir sistem olarak ortaya çıkan onarıcı adalet felsefesinin temel argümanlarını anlatmıştır. Bu bölümde, ceza adalet sisteminin suçluyu cezalandırmak kadar suçlunun yaptığı yanlışlığın farkına varmasını sağlamak ve suçlu ile mağdur ve toplum arasında bozulan dengelerin yeniden kurmakla görevli olduğu vurgulanarak, suç ile meydana gelen hasarların nasıl tamir edilebileceğinin yollarına işaret edilmiştir. Kısaca temel argümanlarını saymaya çalıştığımız bu bölümlerden oluşan kitap ile esasen ilgi alanı oldukça geniş olan kriminoloji biliminin ana konularının temel düzeyde incelenmesi hedeflenmiştir. Öncelikle kriminoloji gibi önemli bir dersi “Özel Güvenlik ve Koruma” programına dâhil ederek öğrencilerinin suç alanında en temel bilgileri edinmelerini hedefleyen Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinin bu girişimini tebrik etmek, ardından da Açık Öğretim Fakültesinin değerli yetkililerini bu kitabın hazırlanması için ünite yazarlarına ve editör olarak da bana verdikleri bu fırsattan dolayı teşekkür etmek isterim. Kitabın hazırlanmasında çeşitli bölümleri yazarak katkı sunan ünite yazarları Prof. Dr. Aytekin Geleri’ye, Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Başıbüyük’e, Yrd. Doç. Dr. Önder Karakuş’a, Yrd. Doç. Dr. Şener Uludağ’a ve Yrd. Doç. Dr. Mehmet Alper Sözer’e, bölümlerin Açık Öğretim Fakültesi formatına uygun olarak dizgi ve düzenleme işlemlerini gerçekleştiren Pakize Çıldır ve diğer görevlilere, kitabın başından sonuna dek bizi motive ederek sabırla ürünün ortaya çıkmasını bekleyen ve hiçbir zaman desteklerini esirgemeyen Açıköğretim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kerim BANAR’a ve Yrd. Doç. Dr. Ozan Ercan Taşkın’a en samimi duygularla teşekkürlerimi sunmak isterim. Kitabın, başta Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi öğrencilerine ve kitabı okuyan herkese faydalı olmasını temenni ederim.  Editör Doç.Dr. Osman DOLU Polis Akademisi Kriminoloji Öğretim Üyesi iv

1

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Kriminoloji’yi tanımlayarak, çalışma alanlarını ifade edebilecek, Suç ve sapma kavramlarını açıklayabilecek, Suçun ölçümünü tanımlayabilecek, Kriminoloji’de düşünce okullarını tanımlayabilecek, Suç teorilerini açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Kriminoloji

Pozitivist Okul

Suç

Eleştirel Kriminoloji

Sapma

Suçun Ölçümü

Klasik Okul

Suç Teorileri

İçindekiler  Giriş  Suç ve Sapma Kavramları  Kriminolojinin Çalışma Alanları  Suçun Ölçümü  Kriminoloji Biliminde Düşünce Okulları  Suçun Nedenlerini Açıklamaya Yönelik Çalışmalar: Suç Teorileri

2





Kriminolojinin Dünü, Bugünü ve Geleceği: Kriminoloji Bilimine Giriş GİRİŞ İnsanlık tarihi kadar eski olan suç, sosyal bir varlık olan insanın sürekli üstesinden gelmek için mücadele ettiği önemli sorunlardan biridir. Özellikle Modern Kriminoloji’nin temellerinin atıldığı Beccaria ve Lombroso’dan beri daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir gelişim trendi içine giren Kriminoloji bilimi, son 250 yılda suçu ve suçlu davranışı çok daha iyi anlayabilmemize olanak sağlayan teorik ve ampirik çalışmalarla günümüz ceza adalet sistemlerinin en önemli yardımcısıdır. Kısaca “suç bilimi” olarak tanımlayabileceğimiz Kriminoloji bilimi suç ve sapma teşkil eden bütün davranışlarla ilgilenen ve bu kavramlarla ilgili konuları inceleyen bir disiplindir. Bu çerçevede, Kriminoloji bilimi açısından incelenen davranışın kanunlarca yasaklanan bir eylem olarak suç ya da toplumsal normları ihlal eden bir davranış olarak sapma oluşu arasında herhangi bir fark yoktur (Dolu, 2011). Bu çerçeveden bakıldığında Kriminoloji’nin “kanunların yapılışları, kanun ihlalleri ve bu ihlallere karşı ortaya çıkan tepkileri” (Sutherland ve Cressey, 1978:3) araştıran bir bilim olduğu kadar sosyal normlar ve değerleri ihlal eden davranışları ve bu ihlallere gösterilen tepkileri de inceleyen bir disiplin olduğunu görmekteyiz.

SUÇ VE SAPMA KAVRAMLARI Kriminoloji’nin temel ilgi alanını oluşturan iki olgu olan suç ve sapma, her ne kadar birbirleriyle ilişkili olsalar da esasen birbirlerinden farklı kavramlardır. İlişkilidirler, zira bu iki kavramın düzenlemeye çalıştığı sosyal alan büyük oranda ortaktır. Farklıdırlar, zira bu iki kavramın üzerinde yükseldiği referans noktaları farklıdır. Bu çerçevede Dolu (2011:32), “Suçu kanunlarda açıkça yasaklanan ve karşılığında bir ceza ön görülen her türlü eylem olarak tanımlarken; sapmayı ise toplumsal normlar çerçevesinde öngörülen kabul edebilirlik sınırları dışına taşan her türlü davranış olarak tanımlayabiliriz” demektedir.

Şekil 1.1: Suç ve Sapma Arasındaki İlişki

Çoğu zaman suç ve sapma kavramları arasında bir paralellik bulunur. Zira kanunlarda yer alan emirler, yasaklar ve düzenleyici hukuk kuralları gibi suçların da temel kaynakları arasında sosyal normlar, değerler, örf, adetler, gelenek, görenek ve töre gibi kültürel kurumlar önemli bir yer tutar. Bu itibarla, Şekil.1’de gösterildiği gibi, sosyolojik anlamda “norm ihlali” olarak tanımladığımız sapma davranışlarıyla hukuki tanımlar çerçevesinde suç teşkil eden davranışlar büyük oranda birbirleriyle örtüşürler. Ne var ki, bu durum aynı zamanda suç ve sapmanın bir diğeriyle karıştırılmaması gereken iki kavram olduğunun da net bir resmidir. Dolayısıyla, bazı yazarlar tarafından iddia edildiği gibi “suç daha büyük bir küme olan sapmanın içindeki bir alt küme” değildir. Bilakis, suç tanımlamaları kanunlarda 3





yerini alırken yalnızca sosyal ve kültürel kaynaklara başvurulmadığı için bu referanslarda karşılığı olmayan suç tanımlamalarının aynı zamanda sapma teşkil etmeyecekleri, sosyal ve kültürel normlar ve değerleri ihlal eden sapma davranışlarının tamamı suç olarak tanımlanmadığı için de bu davranışların aynı zamanda suç olmayacağı unutulmamalıdır. Örneğin, bir zamanlar hukuk sistemimizde bir suç olarak tanımlanan zina, daha sonra yapılan kanun değişiklikleriyle suç olmaktan çıkarılmıştır. Zinanın suç olduğu dönemlerde bu davranış toplum tarafından onaylanmayan, örf, adet ve geleneklere aykırı bir davranış olduğu için aynı zamanda sapma olarak değerlendirilmekteydi. Ancak, değişen şartlar neticesinde bu eylem suç olmaktan çıkarıldığı halde toplum nezdinde hala tasvip edilmeyen, onaylanmayan ve kınanan bir eylem olarak görülmeye devam etmiştir. Bu sebepten ötürü, Yargıtay evlilik kurumu içinde eşlerin birbirlerine sadakatsizlik etmesini boşanma için yeter şart olarak görmekle, zinanın suç olmaktan çıkmış oluşunun sosyal normlar ve değerler bağlamında hala onaylanmayan bir davranış olarak görülmeye devam edişinden farklı bir durum olduğunu ortaya koymuştur.

KRİMİNOLOJİNİN ÇALIŞMA ALANLARI Genel olarak suç bilimi olarak tanımladığımız Kriminoloji bilimi, suçla ilişkili olan hemen her konuyla ilgilenen bir bilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolu (2011:36), Kriminoloji biliminin temel olarak altı farklı çalışma alanının olduğundan bahsetmektedir: 1. 2. 3. 4. 5. 6.

“Kanunların yapılış ve uygulanışları Zaman ve mekâna göre şekillenen suç işleme kalıpları Suçun ve suçluluğun nedenleri Suça karşı gösterilen toplumsal tepkiler Ceza adalet yönetimi Suçluların gözaltına alınmalarından başlayarak soruşturma, kovuşturma, cezalandırma ve ıslah aşamalarına kadar geçen süreçlerin tamamı”. Görüldüğü üzere Kriminoloji’nin oldukça geniş bir ilgi yelpazesi bulunmaktadır. Bu ders çerçevesinde Kriminoloji’nin ilgi alanlarından ikinci, üçüncü ve dördüncü maddelere karşılık gelebilecek, doğrudan suç olayının kendisiyle ilişkili olan hususlara yer vererek Kriminolojinin en temel çalışma alanı olan suç ve suçluluğu mercek altına alacağız.

SUÇUN ÖLÇÜMÜ Kriminolojik çalışmalar ilk olarak suç ve suçluluğun ölçümüne yönelik araştırmalarla başlamıştır. Suçun ölçümü esasen oldukça zor ve karmaşık süreçlerin takip edilmesini gerektiren bir işlemdir. Dahası, ölçüm sonrasında suçun gerçek miktarını ve dağılımını belirlemek çoğu zaman mümkün olmaz. Zira kullanılan ölçüm metoduna bağlı olarak bir takım gri alanlar oluşur. Bu sebeple, suçun miktarını, demografik, sosyal ve coğrafi dağılımını doğru bir şekilde belirleyebilmek için birden fazla ölçüm metodunun aynı anda kullanılarak bir metotla elde edilen verinin diğer bir metotla sağlamasının yapılması (triangulation) gerekir. Bu kısımda, her biri farklı bir dönemde ve farklı bakış açısıyla ortaya çıkmış alternatif suç ölçüm tekniklerini sırasıyla ele alacağız.

Resmi İstatistikler Suçun miktarı, coğrafi, sosyal ve demografik dağılımına ilişkin çeşitli veri kaynakları bulunmaktadır. Özellikle ülkemizde suça dair tutulan resmi istatistikler söz konusu olduğunda (1) polis kayıtları, (2) mahkeme kayıtları ve (3) hapishane kayıtlarının en temel veri kaynakları olduğunu görmekteyiz. Bu kısımda sırasıyla bu veri kaynaklarını inceleyerek her bir kaynağın suçun ölçümü noktasında yeterlilik ve güvenirlik durumunu ele alacağız.

Polis Kayıtları Polis kayıtları tüm dünyada suç sorununun genel görünümünü resmetme noktasında kullanılan birinci referans kaynağıdır. 7/24 esasına göre çalışan polis ve jandarma birimleri ülke genelinde meydana gelen bütün adli vakalara ilk müdahaleyi yapan, suç soruşturmasında suçla ilgili ihtiyaç duyulacak bütün 4





işlemleri yapan ve bütün bu süreçleri kayda geçen birimlerdir. İşlenen suça ilişkin soruşturmanın veya davanın sonucu ne olursa olsun bu suçlar polis kayıtlarındaki yerini alırlar. Zira polis kayıtları hem vatandaşlardan gelen suç şikâyetlerini hem de savcılıklardan gelen soruşturma dosyalarındaki suç vakalarını içerir. Türkiye’de bütün emniyet birimlerini birbirine bağlayan POL-NET adı verilen Ulusal Polis Ağı sayesinde ülke genelinde meydana gelen bütün suçlara ilişkin güncel bilgiler polis kayıtlarına anlık olarak girilmektedir. Daha sonra, Polis ve Jandarma’dan gelen bilgiler ortak bir bilgi havuzunda toplanarak kolluk suç kayıtlarını oluşturmaktadır. Polis kayıtları suçlarla ilgili en güncel ve hızlı veri kaynağı olsa da, bu verilerin bir ülkede meydana gelen bütün suçları yansıtmaktan çok uzak olduğunu belirtmeliyiz. Polislik ve kriminoloji alanlarında dünyanın en ileri ülkesi olan ABD’de kısa adı FBI (Federal Bureau of Investigation) olan Federal Suçla Mücadele Dairesi tarafından 1930 yılından beri tutulan suç istatistiklerinin bugün bile tam anlamıyla ülkede polis kayıtlarına giren suçun bile tamamını yansıtmadığını bilmekteyiz (FBI, 2012). Ulusal Suç Kayıt Sistemi (Uniform Crime Report) adıyla bilinen bu sistemde, ülkede bulunan 13.000’den fazla polis teşkilatı FBI’a gönderdikleri suç kayıtları burada ortak bir havuzda birleştirilerek ulusal polis suç kayıtlarını oluşturmaktadır. Ne var ki, esasen katılım oranının oldukça yüksek olduğu bu sistemde ülkedeki bütün polis departmanlarının katılımının zorunlu olmayışı polise intikal eden bütün suçların merkezi havuzda yer almamasına yol açmaktadır. Ayrıca polis ya kendisine intikal eden bütün suçları kaydetmemekte veya bildirilen suçun/olayın kendine has şartları ve doğası gereği kaydedilmemektedir. Benzer bir durum, ülkemiz de dâhil olmak üzere çoğu ülkede yaşanan bir durumdur, örneğin ülkemizin özellikle belli bir bölgesinde meydana gelen kız kaçırma olaylarında, arazi anlaşmazlıklarında ve o bölgeye has şartlara uygun bir takım problemlerde gerek polis gerekse jandarma birimleri kendilerine bildirilen suçla ilgili olarak hemen resmi işlem sürecini başlatmamakta, öncelikle tarafları barıştırma yoluna giderek olayın ceza adalet sisteminin daha ileri aşamalarına geçmeden çözülmesine çalışmaktadır. Zira, taraflar hakkında işlem yapılması bazen daha farklı sorunlara yol açabilmekte, aileler ve hatta aşiretler arası kavgalara ve çatışmalara neden olabilmektedir. Bu tür durumlarda, bazı suçların kolluğa bildirildiği halde kayıtlara girmediği için resmi istatistikler nezdinde yaşanan suç sorunun olduğundan daha küçük görünmesine neden olabilmektedir. Özellikle son yıllarda yapılan düzenlemeler neticesinde kolluğun kendisine bildirilen olayları kayıt altına almama oranı neredeyse sıfıra yaklaşmıştır. Polis kayıtlarıyla ilgili bir başka sorun ise, vatandaşların başına gelen bütün suç mağduriyeti vakalarını polise bildirmeyişidir. Bu durumda kayıtlardaki suç ile gerçekte meydana gelen suç arasında oldukça büyük bir uçurum meydana gelmekte, polise intikal etmeyen suçlar da literatürde “siyah sayılar” (dark figure of crime) olarak ifade edilen “suçun karanlıkta kalan yüzünü” oluşturmaktadır (Dolu, 2011:165, 384, 394). Demokrasinin, gelişmişliğin ve kamu iktidarına olan güvenin sarsılması anlamına gelen siyah sayılar, vatandaşların sorunlarını çözerken devlet otoritesi yerine illegal oluşumlara başvurma olasılığındaki artışın da önemli bir göstergesidir. Bu itibarla, polis kayıtlarında suç oranlarının artışını yalnızca ülkedeki suçların arttığı şeklinde yorumlamak yanlış olacaktır. Zira polis istatistiklerinde artan suç oranları aynı zamanda siyah sayıların bütün suçlar içindeki oranının azalması anlamına gelmektedir.

Mahkeme Kayıtları Polise intikal eden olayların tamamı mahkemelere intikal etmemekte, polis kendisine bildirilen veya bizzat kendisinin karşılaştığı ve müdahale ettiği olayları öncelikle savcılığa bildirmektedir. Savcılıklar, gerek polisten gelen gerekse vatandaşların doğrudan şikâyet yoluyla kendilerine bildirdikleri olaylar üzerinde gerekli tahkikatı yaptıktan sonra bu olayların yaklaşık yarısını mahkemeye taşımakta, kalan yarısı için ise takipsizlik kararı vermektedir. Takipsizlik kararı verilen olaylar mahkemeye intikal ettirilmemekte, polis tarafından da soruşturulmamaktadırlar. Yani mahkeme kayıtları, savcılık makamı tarafından hazırlanan iddianameler yoluyla mahkemeye taşınan olaylardan oluşmaktadır. Mahkemelere intikal eden olayların tamamı sanığın ceza alması ile sonuçlanmaz. Dolayısıyla her yıl açılan ceza dava sayısına bakarak suçun miktarını anlamak mümkün olmaz. Mahkemeler, önlerine gelen davaların bir kısmını delil yetersizliği sebebiyle düşürmekte, bir kısmında sanıkların beraatına karar vermekte, bir kısmında ise sanık hüküm giymektedir. Bu itibarla, yalnızca mahkeme kayıtlarına bakarak suçun miktarını anlamaya çalışmak, çoğunlukla yanlış çıkarımlarda bulunmaya neden olur. 5





Hapishane Kayıtları Hapishane kayıtları resmi suç istatistikleri içinde üçüncü halkayı temsil etmektedir. Hapishane kayıtları içinde çocuk hapishaneleri ve eğitim evleri ile yetişkin hapishaneleri için ayrı ayrı istatistikler bulunur. Yetişkin hapishaneleri içinde erkekler ve kadınlar ayrı yerlerde tutuldukları için bu alt gruplar için de ayrıca istatistiksel veriler tutulur. Esas itibariyle, hapishanelere ilişkin hazırlanan istatistikler ancak mahkeme tarafından suçlu bulunan kimseler arasından cezaevine gönderilmesine karar verilenleri yansıtır. Yani, .. adli para cezasına çarptırılanlar, aldıkları ceza ertelenenler, verilen hapis cezası iki yılın altında olduğu için “Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması” kapsamına girenler ve diğer özel durumlardan dolayı cezaevine gönderilmeyen kişiler mahkemelerce suçlu bulunarak cezalandırıldıkları halde cezaevine girmezler. Bu sebeple de hapishane istatistiklerine bu sayılar yansımaz. Dolayısıyla, aynen diğer istatistikler gibi hapishane istatistiklerinin nasıl oluştuğunu bilmeksizin yalnızca hapishane kayıtlarına bakarak ülkemiz veya herhangi bir ülkedeki suçun miktarı hakkında hüküm vermeye çalışmak son derece hatalı olacaktır.

www.tuik.gov.tr adresine giderek “Adalet istatistikleri” sekmesine tıklanması durumunda mahkeme ve cezaevi istatistiklerine ulaşılması mümkündür.

Suç Araştırmaları ve Anketler Yukarıda saydığımız ve çeşitli başlıklar altında sıraladığımız sorunlar nedeniyle, bir ülkede meydana gelen suçlarla ilgili en geniş ve en güncel veri kaynakları olan polis, mahkeme ve hapishane kayıtlarının ne denli gerçek suç miktarını yansıtmaktan uzak olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle dünyanın gelişmiş ülkelerinde suçun gerçek miktarını anlayabilmek için alternatif ölçüm metotları üzerinde çalışılmış ve aşağıda sırasıyla inceleyeceğimiz çeşitli suç ölçüm teknikleri geliştirilmiştir.

Polat, Ahmet ve Gül, Serdar Kenan (2010). Suçun ölçümü. Ankara: Adalet Yayınevi.

Fail İtiraf Anketleri Resmi suç kayıtlarının sınırlılıklarını aşmak için geliştirilen yöntemlerden birisi genel nüfus üzerinde uygulanan anketlerle insanlara daha önce suç işleyip işlemediklerini soran fail itiraf araştırmalarıdır (Polat ve Gül, 2010a). Çeşitli suç tiplerine ilişkin “X suçunu daha önce hiç işlediniz mi?” veya “Son bir yıl içinde X suçunu işlediniz mi?” tarzında ifade edilen sorularla insanların farklı suç tiplerini işleyip işlemedikleri ortaya çıkarılmaya çalışılır. Bu anketlerde katılımcıların kimlik bilgilerinin sorulmuyor olması ile insanların daha samimi cevaplar vermeleri amaçlanır. Böylece, resmi istatistiklere yansımayan suçluluğun bu şekilde ölçülmesi hedeflenir. “Uluslararası Çocuk Suçluluğu Araştırması” (International Self-Reported Delinquency Study—ISRD) fail itiraf araştırmaları arasında dünya çapında çocuk suçluluğunu tespit etmeyi ve ülkelerarası karşılaştırmalar yapmayı hedefleyen önemli bir girişimdir (Araştırmayla ilgili bilgi için bkz: Barberet vd. 2004).

J. Junger Tas, İneke Haen Marshall, D.Enzman vd. (2010). Juvenile Delmquency in Europe and Beyand. Sgringer.

Suç Mağduriyeti Araştırmaları Gerek resmi istatistiklerde gerekse fail itiraf anketleriyle suçun fail ayağına yoğunlaşılmış ve mağdurlar uzunca bir zaman ihmal edilmiştir. 1970’lerle birlikte mağdur hakları her yerde dillendirilen bir husus olarak ön plana çıkmış ve suç mağdurları suç araştırmalarına konu olmaya başlamıştır. Yaşanan suç mağduriyetlerini ve mağdurları sayı ve tür bakımından tespit etmeye yönelik bu araştırmalarla resmi 6





kayıtlara yansımayan suçun miktarı mağdurlar üzerinden belirlenmesi amaçlanmıştır (Polat ve Gül, 2010b). Böylece, resmi istatistiklere yansımayan siyah sayıların mağdurlar üzerinden yürütülen çalışmalarla azaltılması hedeflenmiştir. ABD’de 1973’ten beri yapılan “Ulusal Suç Mağduriyeti Araştırması” (National Crime Victimization Survey), İngiltere’de 1982’den beri yapılan Britanya Suç Araştırması (British Crime Survey) ve 1989’da ilk uygulaması gerçekleştirilen ve bu tarihten sonra 3–4 yıl arayla başta Avrupa olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirilen “Uluslararası Suç Mağduriyeti Araştırması” (International Crime Victimization Survey) hep bu çabaların neticesinde ortaya çıkmış olan suç mağduriyeti araştırmalarıdır (Jansson, 2009; Economic and Social Data Services, 2010; Lynn ve Eliot, 2000; Bureau of Justice Statistics, 2011; ICPSR, 2011). Maalesef ülkemizde bugüne dek yapılmış ulusal çapta bir suç mağduriyeti araştırması bulunmamaktadır.

www.unicri.it/documentation_centre/publications/icus Bu link kullanılarak Birleşmiş Milletler altında yer alan “Bölgelerarası Suç ve Adalet Araştırmaları Enstitüsü” tarafından organize edilen “Uluslararası Suç Mağduriyeti Araştırması”na ulaşılabilir.

SUÇUN NEDENLERİNİ AÇIKLAMAYA YÖNELİK ÇALIŞMALAR: KRİMİNOLOJİK DÜŞÜNCE OKULLARI VE SUÇ TEORİLERİ Yukarıdaki bölümde sıraladığımız suç ölçüm teknikleri kriminoloji literatüründe suçun nedenlerini açıklamaya yönelik geliştirilen farklı perspektiflerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Suçun ne olduğu, nasıl tanımlandığı ve suça neden olan şey(ler)in ne olduğu gibi konularda ortaya atılan her yeni görüşle birlikte suç çok daha farklı bir şekilde tanımlanmaya ve anlaşılmaya başlanmıştır. Esasen bu perspektiflerin her biri Kriminoloji literatürünü şekillendiren paradigmalar olarak ortaya çıkmış, her yeni paradigmayla birlikte suçun ne olduğu ve suçun nedenlerine ilişkin yepyeni teoriler geliştirilmiştir.

Kriminolojik Düşünce Okulları Kriminoloji literatüründe suçun nedenlerine ilişkin görüşlerin temel olarak üç paradigma etrafında toplandığını görmekteyiz. Her biri suçun nedenlerini farklı bir perspektiften izah ederek alternatif açıklamalar getiren bu düşünce okulları (1) Klasik Okul, (2) Pozitivist Okul ve (3) Eleştirel Perspektiftir.

Klasik Okul İnsanları kendi davranışlarının faili ve sorumlusu olarak gören Klasik Okul, insanları özgür irade sahibi, rasyonel, bencil ve hedonist (zevkleri ve hazları için yaşayan) varlıklar olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle Klasik Okul’a göre suça neden olan temel faktör bireyin suç işlemeyi istemesidir. Klasik Okul’un insan doğasına ilişkin varsayımlarını ve suçun meydana gelmesinde insan iradesinin rolüne ilişkin düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için Karanlık Çağ’da Avrupa’da hâkim olan dünya düzeni ve insanın bu düzendeki yerini bilmekte fayda bulunmaktadır. Bu itibarla, aşağıdaki bölümde Klasik Okul’dan önceki suç, ceza ve adalet anlayışını kısaca izah edeceğiz. Kriminoloji literatüründe suçun neden meydana geldiğine ilişkin görüşlerin ilki doğaüstü güçler perspektifidir. Dini dogmaların ve batıl inançların hâkim olduğu Orta Çağ Avrupası’nda suçlar ve cezalar keyfi ve çarpık bir adalet anlayışı içinde şekillenmiştir. Gücün kral, kilise, feodal beyler, aristokratlar ve burjuvazi arasında paylaşıldığı bu ortamda sosyal hayatı şekillendiren temel faktör hâkim sınıflar arasındaki çekişmeler ve çıkar çatışmaları olduğunu görmekteyiz. Bu yapının doğal bir sonucu olarak haklının güçlü değil, güçlünün haklı olduğu bir sistem ortaya çıkmış, suçlar ve cezaların belirlenmesinde en temel faktör siyasi, sosyal ve ekonomik güç olmuştur (Beirne ve Messerschmidt, 1991:284-285; Cullen ve Agnew, 2003:15–17). Dogmatizmin zirve yaptığı bu dönemde dini metinler halkın anlamadığı bir dilde yazılı olduğu için dini hayatın yaşanmasında sürekli olarak ruhban sınıfının aracılığına ve yorumlayıcılığına ihtiyaç 7





duyulmuştur. Benzer bir şekilde, toplumsal düzeni sağlaması gereken kanun ve kuralların da halk tarafından bilinmediği ve bu kuralların yazılı olmadığı bir sistem kurulmuştur. Böylece, her türlü keyfiliğe kapı aralanmış, hâkim sınıflara halkı ezme imkân ve fırsatı hazırlanmıştır. Orta Çağ karanlığından çıkış anlamında kullanılan Aydınlanma Çağı’yla birlikte kilisenin ve kralın tartışmasız otoritesi sorgulanmaya başlamış, insan onuruna yakışmayan yapıların ortadan kaldırılmasına yönelik talepler gelmeye başlamıştır. Jean-Jack Rousseau, Voltaire, Hume, Thomas Hobbes ve benzeri pek çok filozof ve düşünür, dogmalardan arınmış, keyfilik ve haksızlık temelinde yükselen insan ve akılcılık eksenli yeni bir sosyal düzenin kurulması için fikirler ortaya atmışlardır. İşte tam da bu noktada Klasik Okul, Aydınlanma Çağı’nın suç, ceza, adalet ve kanunlara ilişkin geliştirilen, insan ve akılcılık eksenli bakış açısını ifade eden önemli bir düşünsel parçası olarak ortaya çıkmıştır. Reform ve Rönesans hareketlerinin birbirini takip ettiği bu dönemde çığır açan eserler yazılmış, sosyal ve siyasi yapıda köklü değişiklikler yaşanmıştır. Martin Luther’in kilise tarafından aforoz edilme pahasına 1534’te İncil’i Almanca’ya çevirerek halkın kutsal kitapta kendisine ne söylendiğini bilmeye hakkı olduğunu savunmasıyla başlayan süreçte insanların başta dini inançları olmak üzere kendi hayatları üzerinde söz sahibi olması gereken onurlu varlıklar olduğu vurgulanmıştır. Thomas Hobbes'un 1651 yılında yayınladığı Leviathan’ı, John Locke'un 1690’da yayınladığı “Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme” (Second Treatise of Ciril Government) isimli eseri, Jean-Jacques Rousseau'nun 1762 yılında yayınlanan “Sosyal Sözleşme” (Du Contrat Social) isimli eseri bireyle devlet arasındaki ilişkilerin yeniden ele alınmasını sağlamıştır. Bu çerçevede, insanların kamu otoritesine özgürlüklerinin bir kısmını—ancak yeteri kadarlık bir kısmını—bırakırken karşılığında güvenlik ve adalet gibi temel bir takım hizmetleri almayı bekledikleri ifade edilmiştir. Sosyal sözleşme fikriyle birlikte yönetenle yönetilenler arasında karşılıklı haklar ve sorumluluklar olduğu belirtilmiş, böylece insanlara tebâ olma halinden vatandaş olma idealine doğru giden yol gösterilmiştir. Aydınlanma Çağı’nın insan eksenli bu perspektifi, kriminoloji biliminde Klasik Okul olarak bilinen bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Böylece suçlar, cezalar ve topyekûn ceza adalet sistemi için de farklı bir bakış açısı benimsenmiştir. Bu dönemde suçlar, ilahi emir ve yasakların ihlali olarak değil, sosyal sözleşmenin çiğnenmesi şeklinde tanımlanmıştır. Cesare Beccaria, 1764 yılında yazdığı “Suçlar ve Cezalar Üzerine Bir Deneme” (An Essay on Crimes and Punishment) isimli kitabıyla o günün ceza adalet sistemindeki keyfilikleri ve çarpıklıkları gözler önüne sererek kurulması gereken yapının temellerini atmıştır. Klasik Okul’la birlikte insanı, özgür iradesiyle, düşünme, anlama ve muhakeme kapasitesiyle kendi eylemlerinin faili ve sorumlusu olarak gören yeni bir anlayış benimsenmiş, bu çerçevede suçlar da insanların rasyonel tercihleri sonucu gerçekleştirdikleri fiiller olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde insan, acılarını ve ıstıraplarını azaltma, hazlarını ve zevklerini artırma eğiliminde olan hedonist bir varlık olarak görülmüştür. Böylece suçlar, insanların bir takım doğaüstü güçlerin etkisinde kalarak gerçekleştirdikleri eylemler değil, bilerek ve isteyerek yaptıkları norm ihlalleri olarak değerlendirilmiştir. Suç, rasyonel bir tercih ile gerçekleştirilen bir eylem olarak değerlendirildiği için suçla başa çıkmanın en kestirme yolu olarak cezalar vasıtasıyla potansiyel suçluları caydırma ve suçtan vazgeçirme anlayışı benimsenmiştir. Bu bakış açısının bir yansıması olarak Klasik Okul düşüncelerinin günümüzün modern ceza adalet sistemlerinin temelini oluşturduğunu görmekteyiz.

Pozitivist Okul Pozitivist Okul, pek çok sosyal bilim alanında olduğu gibi Kriminoloji’de de günümüzde hâkim olan başlıca düşünce okullarından biridir. Sistematik deney ve gözleme dayalı bir bilim felsefesi olan pozitivizm, tekrarlanabilir, genellenebilir, güvenirlik ve geçerliliği yüksek sonuçları ortaya koymayı amaçlayan bir bilim felsefesidir. Suçun neden olan sebep olarak bireyin kontrolü dışındaki biyolojik, psikolojik ve sosyolojik faktörleri gören Pozitivist Kriminoloji, Klasik Okul’un özgür irade ve rasyonalizm argümanlarını reddetmiştir. Bu perspektiften hareketle geliştirilen sayısız suç teorisi bazen biyolojik faktörleri, bazen psikolojik faktörleri, bazen de sosyolojik ve çevresel faktörleri ön plana çıkararak suçu pozitivist bir bakış açısıyla izah etmeye çalışmıştır (Bkz: Şekil 1.2). 8





 Şekil 1.2: Pozitivist Okula Göre Suçun Nedenleri

Pozitivizmin kriminoloji bilimine yaptığı katkıları ve kazandırdığı bakış açısının yansımalarını bu alanda geliştirilen pek çok teori çerçevesinde hem bu bölümün kalan kısımlarında hem de kitabımızın diğer bölümlerinde geniş bir şekilde ele alacağız. Bu noktada, pozitivist felsefenin Kriminoloji bilimine yaptığı etkileri çok daha iyi anlayabilmek için öncelikle pozitivizmin nereden çıktığını ve pozitivist düşünce sisteminin kökenlerini kısaca izah etmenin faydalı olacağına inanıyoruz. Pozitivizmin kökenleri, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethini müteakiben ticaret yolları tıkanan Avrupalıların yeni ticaret yolları bulmak ve zengin olmak için yeni kıtalara yelken açtıkları dönemlere rastlar. O dönemde Avrupa’dan gemilerle seyahate çıkan yalnızca sömürgeci askerler ve din adamları değildi. Aynı zamanda araştırmaya ve öğrenmeye meraklı bazı kimseler de bu yolculuklara katılıyorlardı. Bu insanlar, gittikleri yerlerde yaşayan hayvanların resimlerini çiziyor, bitkiler inceliyor, mümkün olduğunda gördükleri ilginç şeylerden yanlarına örnekler alıyorlardı. Daha sonra bu insanlar, gördükleri şeyleri kayıtlara geçiriyor ve bu kayıtları diğer insanlarla paylaşıyorlardı. Böylece, dünyanın çeşitli yerlerinden benzer konularda yapılan çalışmalar, toplanan örnekler ve çizimler bir araya getirilerek bitkiler, hayvanlar ve diğer tabiat olayları hakkında ortak bir anlayış ve kavrayışın gelişmesine imkân sağlandı. Türler arasında gözlemlenen benzerlikler ve farklılıklara dayalı olarak bitkiler ve hayvanlar tasnif edilmeye başlandı. Bu sayede günümüzün zooloji, botanik ve benzeri tabiat bilimlerinin Batı’daki ilk çalışmaları yapılmış ve pozitivizmin temelleri atılmış oldu. Bu gezilerden biri de Charles Darwin tarafından Galapagos adalarına yapılmıştı. Darwin (1860) gidip her yerde yaptığı gözlemleri sistematik bir hale getirerek kısa adı “Türlerin Kökeni” (On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life) olan kitabını yazdı. Canlıların basitten karmaşığa doğru ileri bir hareketle evrimleşerek birbirinden türediği fikri, o dönemde pek çok insanı olduğu gibi Darwin’in kuzeni olan Sir Francis Galton’u da derinden etkiledi. Galton (1907, 1909), Darwin’in biyolojik evrime ilişkin fikirlerini sosyal düzleme taşıyarak bazı insanların evrim sürecinde tam olarak insan olma seviyesine ulaşamamış olduğunu, dolayısıyla toplumda bu insanların tecrit edilmesi, evlenerek çoğalmalarına izin verilmemesi gerektiğini savundu. Ayrıca Galton, hastaların, sakatların ve akli dengesi yerinde olmayan insanların da evlenmelerine müsaade edilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Dahası, saf hayvan ırklarının birbirleriyle çiftleştirilerek daha üstün hayvan ırklarının elde edilebileceği gibi, insanların da üstün ırklara mensup olanların kendi aralarında evlendirilerek hem bu ırkların korunabileceği hem de daha üstün insanlar elde edilebileceği iddia etti. Öjeni (eugenics) ismini verdiği bu yaklaşımın doğal bir uzantısı olarak Asyalılar, Ortadoğulular, Türkler, Araplar ve Afrikalıların aslında tam olarak insan olma düzeyine çıkamamış oldukları yönünde görüşler ortaya çıktı. Galton’un fikirleri, daha sonra Nazi Almanya’sı ve Musolini İtalya’sının ortaya çıkmasına neden olan ırkçı akımların tüm dünyaya yayılmasında önemli tesirler icra etmiştir. ABD ve Avrupa’da Öjeni toplulukları kurulmuş, öjeni kanunları çıkarılmıştır. Darwin ve Galton’un fikirleri, İtalyan bir doktor olan Cesare Lombroso’yu derinden etkilemiştir. Lombroso, evrimci bir bakış açısıyla hareket ederek, “suçluların diğer insanlara göre evrimleşme sürecini tamamlayamamış ‘insan-altı’ (sub-human) dejenere varlıklar” olabileceği düşüncesini benimsemiştir. Askerler ve mahkumlar üzerinde yaptığı antropolojik ölçümler sonucunda suçluların fiziksel özellikler bakımından diğer insanlardan farklı oldukları kanaatine varan Lombroso, bu insanları “doğuştan suçlu” (born criminals) olarak nitelemiştir. Bu kimselerin kendilerinden önceki ilkel atalarına benzedikleri 9





düşüncesiyle bu duruma “atavizm” (atavism) adını vermiştir. 1876 yılında İtalyanca ve 1911’de de İngilizce olarak yayınlanan “Suçlu Adam” (L’Uomo Delinquente) isimli eseri ile 1911 yılında İngilizce yayınlanan “Suç: Sebepleri ve Çözüm Yolları” (Crime: Its Causes and Remedies) isimli kitabı Lombroso’nun görüşlerini özetleyen başlıca eserleridir. Suçluların çene kemiklerinin daha geniş, köpek dişlerinin daha sivri, elmacık kemiklerinin daha çıkıntılı, kollarının daha uzun ve vücutlarının da daha kıllı olduğunu tespit ettiğini söyleyen Lombroso, suçluların diğer insanlara kıyasla çok daha yüksek bir acı eşiğine sahip olduklarını ve dövme yaptırdıklarını bildirmiştir. Lombroso’nun çalışmaları daha sonraki dönemlerde Rafael Garafalo ve Enrico Ferri isimli iki İtalyan tarafından daha da geliştirilmiştir. Bu üç İtalyan’ın fikirleri hem Kriminoloji biliminde hem de 1900’lerder itibaren Ceza Hukuku üzerinde oldukça etkili olmuştur. Kriminal antropoloji (criminal anthropology) olarak bilinen Lombroso’nun çalışmaları Pozitivist Kriminoloji’nin de başlangıcı kabul edilmektedir. Biyolojik determinizmle başlayan pozitivist çalışmalar, daha sonraki dönemde psikolojik ve sosyolojik çalışmalarla devam etmiştir. Suçu insan biyolojisindeki anormalliklerde arayan biyolojik çalışmaları psikoloji alanında yapılan çalışmalar takip etmiştir. “Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji” başlıklı eserinde Dolu (2011), psikoloji temelli suç teorilerini dört ana grupta toplamaktadır: (1) psikanaliz ve suç, (2) zekâ ve suç, (3) genel kişilik özellikleri ve suç, (4) ahlaki gelişim ve suç. Psikanalitik ve suç ilişkisi, Sigmund Freud’un psikanaliz çalışmalarının suçlu davranışı açıklamak için kullanıldığı modellerde ele alınmıştır. Zekâ ve suç ilişkisini inceleyen çalışmalarda zekânın gerek suç işleme gerekse suç sonrasında yakalanma bakımından önemli bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır. Genel kişilik özellikleri ile bazı kişilik yapılarının şiddete başvurmaya ve saldırgan tutumlar sergilemeye daha yatkın olduklarını, bazı kişiliklerin empati yoksunu ve duygu derinliğinden yoksun oldukları için bu özelliklere sahip bireylerin suç işleme olasılığının daha yüksek olduğunu savunmaktadır. Ahlaki gelişim ve suç ilişkisini ele alan çalışmalarda ise bireylerin suç işleme olasılığının ahlaki gelişim düzeyindeki artışla birlikte azalacağı ifade edilmektedir. Suçu bireyin iç dünyasında yaşadığı çatışmalar, sosyalleşme sürecinde karşılaştığı sorunlar, düşük bir zekâ veya düşük bir ahlaki gelişim seviyesinde olmakla izah eden bütün bu modellerin ortak özelliği, suçu bireyin psikolojisinde meydana gelen problemlere bağlamış olmalarıdır. Pozitivist Okulda sosyolojik faktörlerin ayrı bir yeri vardır. Günümüz Kriminolojisine yön veren teorilerin, görüşlerin ve modellerin büyük çoğunluğu sosyoloji temelli argümanlardan oluşmaktadır. Sosyolojik faktörler, işsizlik, göç, geniş çaplı sosyal hareketler, sosyal yapı ve sosyal işleyişe dair hemen her şeyi içine alan geniş bir yelpazedeki sosyal gerçekliğin tamamını içine alırlar. Sosyoloji temelli suç teorileri bir yandan bireyin çevresiyle olan etkileşimi çerçevesinde kazandığı öğrenme tecrübelerini, bir yandan bireyi çepeçevre saran aile, arkadaş çevresi ve diğer sosyal ortamın bireyi suçtan alıkoyma kapasitesini, diğer yandan bozuk bir sosyal çevrede yaşamanın birey üzerinde yapacağı suça sevk edici etkileri hesaba katar. Böylece, bireyi içinde yaşadığı fiziki ve sosyal çevre ile etkileşim halinde görür; suçu da bu etkileşim çerçevesinde gerçekleşen sosyal bir olgu olarak değerlendirir. Görüldüğü üzere Pozitivist Okul, suçu biyolojik, psikolojik ve sosyolojik faktörlerin bir ürünü olarak görür. Suçu, kendisine etki eden faktörlerle birlikte sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamaya çalışır. Bunu yapabilmek için, elde ettiği sonuçların farklı zaman ve mekân kesişimlerinde de geçerli olup olmadığını sürekli olarak test edip genellenebilir sonuçlar elde etmeyi amaçlar.

Eleştirel Perspektif Kriminoloji’de 1970’lerden itibaren kendini gösteren bir diğer düşünce okulu da Eleştirel Perspektif (veya Eleştirel Kriminoloji)’tir. Temel çıkış noktası geleneksel Kriminolojik çalışmaları eleştirmek olan bu yaklaşıma göre suçun nedenlerini izah etmeye çalışmak beyhude bir uğraşıdır. Zira “İnsanlar neden suç işler?” sorusunu sormadan önce suç olarak tanımlanan eylemlerin ceza kanunlarına nasıl girdiklerini sorgulamak daha doğru bir yaklaşımdır. Bugün bile dünyanın herhangi bir ülkesinde geçerli ceza kanunlarına baktığımızda halkın tamamının ya da en azından çoğunluğunun bütün suç tanımları üzerinde uzlaşmamış olacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, ceza kanunlarında suç olarak tanımlanan eylemlerin tamamı o ülke halkının hoş görmediği, yasaklanmasını arzuladığı ve suç olarak tanımlanması için üzerinde uzlaştığı eylemleri içermemektedir. Dahası, halk için oldukça normal ve 10





sosyal normlar ve değerler bakımından meşru oldukları halde bazı davranışlar suç olarak tanımlanabilmektedir. Eleştirel kriminologlar bu durumu, sisteme hâkim sınıfların istedikleri suç tanımlamalarını kanun haline getirerek ceza adalet sistemini alt sınıfları yönetebilmek için bir araç olarak kullandıkları şeklinde yorumlamışlardır. Karl Marks’ın fikirlerinin kaynaklık ettiği bu yaklaşım, başta devlet aygıtının kendisi olmak üzere, ceza adalet sisteminin ve ceza kanunlarının elit ve güçlü sınıflara hizmet etmek üzere tasarlandığı için suç olarak tanımlanan eylemlerin de halkın ortak değerlerini ve normlarını yansıtmadığını savunmuştur. Bu sebeple, hâkim sınıf alt sınıfları kontrol altına alabilmek için istediği eylemleri suç olarak tanımlayarak, kendilerine çizilen çizgilerin dışına taşan alt sınıfları kolaylıkla hapse attıkları bu insanları haksız ve yaptırımlara maruz bıraktıkları iddia edilmiştir. Eleştirel Kriminolojiye göre “Acaba insanlar neden suç işliyor?” sorusu, suç tanımlarının toplumsal uzlaşıyla oluşturulduğu ön kabulüyle sorulduğu için en başta sorulan sorunun kendisi yanlıştır (Dolu, 2011). Bu durumda, sorulması gereken ikinci bir soru daha vardır: “Acaba aynı suçları işleyen herkese aynı yaptırımlar uygulanıyor mu?” Eleştirel Kriminoloji, yalnızca suç tanımlamalarının problematik olmadığını, aynı zamanda kanunların uygulanışında da gücün önemli bir rol oynadığını savunmaktadır. Zira benzer ve hatta aynı eylemlerde bulundukları halde ceza adalet sistemi tarafından farklı muamelelere tabi tutulan insanların varlığı, önemli olan gerçekleştirilen eylemin ne olduğunun değil, eylemi gerçekleştiren kişinin kimliği olduğunu göstermesi açısından önemlidir (Dolu, 2011). Eleştirel Kriminoloji içinde birden fazla kol bulunmaktadır. Örneğin feministler geleneksel kriminolojik araştırmaları erkek-egemen olmakla eleştirerek kadın suçluluğunun erkeklerinkinden farklı olduğunu iddia etmiş ve kadınlara özel suç teorileri geliştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Damgalama teorisyenleri ise toplumun suça gösterdiği tepkilere yoğunlaşan görüşleriyle Eleştirel Kriminoloji içinde önemli bir grubu oluştururlar. Öncelikle bir kimsenin toplumda sahip olduğu gücün o toplumun o kimseye bir suç işlemesi durumunda gösterebileceği tepkiler üzerinde doğrudan bir etki yapacağı vurgulanmaktadır. Suça ve suçluya karşı gösterilen toplumsal tepkiler önemlidir zira herkesin o ya da bu şekilde hata yapabileceğini ve hatta bir suç işleyebileceğini dile getiren damgalama teorisyenleri, önemli olan şeyin suç işleyen kimselere toplumun göstereceği tepkilerin birey üzerinde yapacağı etkiler olduğunu söylemektedirler. Zira suç işleyen bir insana aşırı bir tepkiyle karşılık verilmesinin bu kimsenin daha sonra yeniden suç işlemesi için en temel faktör olacağı iddia edilmektedir. Damgalama teorisyenleri ceza adalet sisteminin ceza ve caydırıcılık eksenli suç önleme ve suçla mücadele yaklaşımını hatalı bularak aşırı tepkiler göstermenin suç işleyen insanları orta ve uzun vadede tamamen kaybetmek anlamına gelebileceğini ifade etmektedirler. Eleştirel Kriminoloji’nin bir başka kolu ise Marksist Kriminolojidir. Marksist kriminologlar, ceza adalet sisteminin işleyişini suç tanımlarından başlayarak, kanunların herkese eşit bir şekilde uygulanmaması ve siyasi, ekonomik güce sahip olanların sistemi istedikleri gibi manipüle edebildiklerini söyleyerek cezaevlerine doldurulan insanların gerçekte toplumun en zayıf ve dezavantajlı gruplarından geliyor olmasının tesadüf olamayacağını savunmaktadırlar. Marksist kriminologlar ayrıca, devlet yönetimine etki edebilen güçlü sınıfların hem istedikleri kanunları çıkartarak istedikleri eylemleri suç olarak tanımlatıp istedikleri eylemleri suç olmaktan çıkardıklarını, hem de sahip oldukları güç sayesinde diğer insanların sahip olmadığı her türlü yasal ve pratik dokunulmazlığı kazandıklarını ifade etmektedirler. Özetle, Damgalama Teorisi, Feminist Kriminoloji, Marksist Kriminoloji ve diğer güç eksenli radikal söylemlerin hepsi bir arada değerlendirildiğinde, Eleştirel Kriminoloji’nin Klasik Okul ve Pozitivist Okul gibi bütüncül bir düşünce sistemi olmadığı, içinde barındırdığı farklı bakış açılarıyla genel olarak protesto ve eleştiri perspektifli bir tutum sergilediği görülmektedir. Eleştirel Kriminoloji’yle birlikte geliştirilen şüpheci ve sorgulayıcı araştırma yaklaşımı sayesinde Kriminoloji bilimi ve özellikle ceza adalet sistemi üzerine yapılan çalışmalar daha önce hiç olmadığı kadar ileri gitmiştir.

Suç Teorileri Kriminoloji okullarına ilişkin yukarıdaki bölümde ele aldığımız hususlar, bu düşünce okulları altında belli noktalarda birbirinden ayrılmakla birlikte temel argüman ve paradigma bakımından birbirine benzer teorilerin geliştirilmesine yol açmıştır. Kriminoloji literatüründe son 250 yılda geliştirilen yüzlerce teori, temel olarak yukarıda saydığımız üç Kriminoloji Okulunun öncülüğünü yaptığı argümanların şerhi ve detaylandırılmış versiyonları olarak ortaya çıkmıştır. 11





Birey Eksenli Suç Teorileri Birey eksenli suç teorileri, suçun nedenlerini bireysel faktörlerle açıklayan teorilerdir. Bu teoriler ister suçu bireyin özgür iradesiyle gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendirsin, isterse de özgür iradeyi reddederek pozitivist bir bakış açısıyla bireyde var olan bir takım biyolojik ya da psikolojik patolojilere bağlasın fark etmez; hepsinin ortak noktası, suçun sebebinin konumlandırıldığı “yer” olarak bireyi görürler.

Çevre Eksenli Suç Teorileri Suçun nedenlerine ilişkin geliştirilen modeller arasında çevre eksenli teorilerin oldukça önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Suça neden olma ve suçu kolaylaştırma bakımından sosyal ve fiziki çevrenin birey üzerideki etkilerinin ele alındığı bu teorilerde kötü çevrelerde yaşayan insanların suç işleme olasılığının diğer yerlerde yaşayan insanlara göre daha yüksek olacağı savunulmaktadır. “İnsan yaşadığı çevrenin çocuğudur” prensibini dillendiren bu teoriler, insanların içinde yaşadıkları çevrenin özelliklerine göre şekil alma eğiliminin yüksek olduğunu ifade etmektedirler.

Sosyal Etkileşim Teorileri Bireyi içinde yaşadığı toplumla ve diğer insanlarla etkileşim halinde değerlendiren bu teoriler, suçlu insanlarla etkileşim halinde olan bireylerin suç işleme olasılığının diğer insanlara kıyasla daha fazla olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede ön plana çıkan öğrenme ve damgalama teorilerinin bazı noktalarda gözlemlenen fikir ayrılıkları bir yana, temelde suça neden olan temel faktör olarak sosyal etkileşimi gördüklerini söyleyebiliriz. Bu noktada, insanların birlikte vakit geçirdikleri kimselerin nasıl insanlar oldukları, içinde yaşadıkları kültürün bu insanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda söyledikleri, toplumun bu insanlara suç işlemeleri durumunda nasıl bir tepki göstereceği gibi hususlar bu teorilerin “İnsanlar neden suç işler?” sorusuna verecekleri cevap olarak sosyal etkileşime işaret etmektedir.

Çatışma ve Güç Eksenli Suç Teorileri Suçu, sosyoekonomik statüsü ister yüksek isterse düşük olan insanlar açısından “güç” ve “çatışma” ile açıklayan bu teoriler, suçu yöneten sınıflarla yönetilen sınıflar arasındaki çatışmaların bir ürünü olarak görürler. Sisteme hâkim ve yönetici konumdaki sınıfların alt sınıfları kontrol altına almak için suç işleyebileceğini savunan bu görüş, yönetilen ve ezilen konumdaki alt sınıfların içinde yaşadıkları dezavantajlı konumda hayatta kalabilmek ve üst sınıflara karşı varlıklarını koruyabilmek amacıyla çeşitli suçlar işleyebileceğini savunmaktadır. Yani, bu görüş çerçevesinde suç, ya alt sınıfları kontrol altında tutma, ya da üst sınıflara karşı bir hayatta kalma yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır.

12





Özet suç istatistikleri, (2) suç araştırmaları. Polis kayıtları, mahkeme kayıtları ve cezaevi kayıtlarından oluşan resmi suç istatistikleri bize bir ülkede işlenen suçlardan devletin çeşitli kurumları tarafından hakkında işlem yapılanlarına ait genel görünümü resmeder. Hâlbuki gerçekte işlendiği halde ceza adalet sistemine intikal ettirilmeyen pek çok suçun var olduğu bilinmektedir. Resmi kayıtlara geçmeyen bu suçlara kriminoloji literatüründe “siyah sayılar” adı verilir. Bir ülkede siyah sayıların büyüklüğü o ülkede devlete ve sisteme olan güvenin en temel göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Devletin polisine ve mahkemesine, kısaca ceza adalet sistemine olan güven azaldıkça insanlar suçları devlete bildirmek yerine bu sorunları kendileri çözmek eğilimine girer ve mafya tipi yapılardan medet umar. Suçun ölçümünde kullanılan ikinci yaklaşım olan suç araştırmaları, resmi istatistiklere yansımayan suçu ve suçluluğu aydınlatmaya yönelik bir strateji olarak ortaya çıkmıştır. Bazen insanlara “herhangi bir suçu işleyip işlemedikleri” ve “bu suçları kaç kere işledikleri” şeklinde soruların yöneltildiği fail itiraf anketleri ile bazen de insanlara “herhangi bir suçun mağduru olup olmadıkları” ve “bu suçların kaç kere mağduru oldukları”nın sorulduğu suç mağduriyeti araştırmaları ile resmi suç istatistiklerinin güvenirlik ve geçerliliklerinin sağlaması yapılarak siyah sayıların büyüklüğü anlaşılmaya ve azaltılmasına çalışılır.

Kısaca “suç bilimi” olarak tarif edebileceğimiz Kriminoloji, suç ve sapma teşkil eden bütün davranışlarla ilgilenen bir disiplindir. Meşhur kriminolog Edwin Sutherland kriminolojiyi “kanunların yapılışları, kanun ihlalleri ve bu ihlallere karşı ortaya çıkan tepkileri” (Sutherland ve Cressey, 1978:3) inceleyen bir disiplin olarak tanımlamaktadır. Kriminolojinin çalışma alanlarını temel olarak; (1) Kanunların ortaya çıkışı, kanunların yapılma ve uygulanmalarına ilişkin hususlar, (2) suçun zamansal ve mekânsal dağılımına ilişkin özellikler ve suç işleme kalıpları, (3) Suçun nedenlerini açıklamaya yönelik çalışmalar (suç teorileri), (4) Toplum tarafından suça karşı gösterilen tepkiler, (5) Ceza adalet sisteminin kurumlar, aktörler, işleyişi ve yönetimine ilişkin hususlar, (6) Gözaltı işleminden başlayarak suçluların ceza adalet sistemi içinde geçtikleri soruşturma, kovuşturma, cezalandırma ve ıslah aşamaları ve bu aşamalarda yaşanan süreçler olmak üzere altı başlık altında inceleyebiliriz (Dolu, 2011). Kriminoloji, “normalden sapan” her türlü davranışı ilgi alanına alır. Kriminoloji hem “kanun ihlalleri” anlamına gelen suçlarla hem de “sosyal normların ihlali” anlamına gelen sapma davranışlarıyla ilgilenir. Bu itibarla Kriminoloji bilimi açısından incelenen kavramın suç ya da sapma olması arasında bir fark yoktur. Suç ve sapma kavramları birbirleriyle yakından ilişkili olmakla birlikte farklı kavramlardır. Sapma, bir toplumun sosyal hayatını düzenleyen her türlü normlardan ve değerlerden o toplumun tolere edebileceğinden daha fazla sapan ve kabul edilebilirlik sınırları dışına çıkan davranışları ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Suç ise, bir toplumda geçerli olan yasal sistem tarafından oluşturulan kanunlarda açıkça yasaklanan ve karşılığında bir ceza öngörülen her türlü davranışı ifade eder. Bu noktadan bakıldığında suç ve sapma tanımlamaları arasında çok geniş bir ortaklık olduğu görülecektir. Ne var ki, bütün sapma davranışları kanunlarda suç olarak tanımlanmadığı gibi, kanunlarda suç olarak tanımlanan bütün davranışlar da toplum tarafından sapma olarak değerlendirilen eylemlerden oluşmaz.

Kriminoloji biliminde suçun tanımı, suçların kaynağı ve suçların nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin ortaya çıkan düşünce okulları vardır. Bu düşünce okulları suça farklı bir perspektiften yaklaşarak suçun nedenleri ve nasıl önlenebileceklerine dair farklı modeller sunmuşlardır. Bu düşünce okullarından ilki Klasik Okuldur. İnsanı özgür iradesi olan, rasyonel, bencil ve hedonist bir varlık olarak gören bu yaklaşıma göre suçlar, aynen diğer davranışlar gibi insanların bilerek ve isteyerek gerçekleştirdikleri eylemlerdir. Klasik Okul’a göre bir kimsenin suç teşkil eden bir eylemde bulunması için suçun getirisi ve fail için sağlayacağı faydalarının çok, oluşturacağı riskler, neden olacağı zararlar ve cezaların da az olması veya fail tarafından öyle değerlendirilmesi gerekir. Pozitivist Okul suçları insanların özgür iradesiyle gerçekleştirdikleri eylemler olarak değil, bilakis insan iradesinin dışındaki biyolojik,

Suçun nedenlerini anlayabilmemize olanak sağlayacak çalışmaların yapılabilmesi için öncelikle suçun ölçülmesi gerekir. Suçun ölçümü için kullanılan iki temel yaklaşım vardır: (1) resmi 13





psikolojik ve sosyolojik bir takım faktörler neticesinde meydana gelen hadiseler olarak görür. Eleştirel Kriminoloji ise en baştan başlayarak suç tanımlarını sorgular ve suçun nedenlerini izah etmeye çalışmaktansa, gerek toplumun gerekse ceza adalet sisteminin kimlere ve neden yaptırım uyguladığının sorgulanması gerektiğini savunur. Bu çerçevede her bir düşünce okulu, suçun nedenlerine ilişkin alternatif paradigmalar sunarak suç olgusunu daha iyi anlayabilmemiz için ihtiyaç duyacağımız farklı bir perspektif sunar. Suç, oldukça karmaşık bir sosyal olgudur. Bu itibarla, suçun nedenlerine ilişkin Kriminoloji literatüründe son 250 yılda yüzlerce teorinin geliştirildiğini görmekteyiz. Bu süreçte özgür irade, biyolojik faktörler, psikolojik faktörler, sosyolojik faktörler, ekonomik ve politik faktörlerin hemen hepsinin farklı kurgularla suçu açıklayan modeller geliştirdiklerini görmekteyiz. Ne var ki, bu faktörlerin hiçbiri suçun neden meydana geldiğini tek başına izah edememiştir. Suçu büyük bir pastaya benzetecek olursak, her suç teorisinin bu pastadan ancak bir dilimlik bir bölümü açıklayabileceğini, bu nedenle suç olgusunu ve suça neden olan faktörleri doğru bir şekilde anlayabilmemiz için çok disiplinli bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.

14





Kendimizi Sınayalım 5. Polis kayıtlarıyla ilgili aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

1. “……. kanunlarda açıkça yasaklanan ve karşılığında bir ceza ön görülen her türlü eylem olarak tanımlarken; …………. ise toplumsal normlar çerçevesinde öngörülen kabul edebilirlik sınırları dışına taşan her türlü davranış olarak tanımlayabiliriz” ifadesinde boş bırakılan yerlere gelmesi gereken kelimeler aşağıdakilerden hangisidir?

olarak

a. Polis kayıtlarının bir kısmı vatandaşların şikâyet ettiği suç olaylarını içerir b. Polis kayıtlarının bir kısmı savcılıklardan gelen suç olaylarını içerir c. Polis kayıtları bir ülkedeki tüm suç verilerini içerir

a. Ceza—suç b. Sapma—ayıp

d. Polis kayıtları bir ülkedeki suçlarla ilgili en güncel veri kaynağıdır

c. Sapma—normsuzluk

e. Suç—normsuzluk

kayıtlarında gözlemlenen suç e. Polis oranlarındaki artış suçun arttığı anlamına gelmeyebilir.

2. Aşağıdakilerden hangisi kriminolojinin ilgi alanlarındandır?

6. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Okulun insan doğasına yönelik varsayımlarından biri değildir?

a. Kanunların yapılış ve uygulanması

a. Hedonist

b. Suç ve suçluluğun nedenleri

b. Bencil

c. Ceza adalet yönetimi

c. Özgür iradeye sahip

d. Suça karşı gösterilen toplumsal tepkiler

d. Rasyoneldir (kar-zarar hesabı yapar)

e. Hepsi

e. Sevgi doludur

3. Aşağıdakilerden hangisi bir ülkede suçun miktarını öğrenmekte kullanabileceğimiz kaynaklardan biri değildir?

7.

d. Suç—sapma

a. Doğaüstü güçlerin etkisinde kaldıkları için b. Krala karşı geldikleri için

a. Resmi suç istatistikleri

c. Suçu rasyonel bir tercih olarak gördükleri için

b. Polis kayıtları

d. Feodal beylerin zulmünden kurtulmak için

c. Mahkeme kayıtları

e. Empati duygusuyla başka insanlara yardım etmek için

d. Cezaevi kayıtları e. Sosyal hizmet kayıtları 4.

Klasik Okula göre insanlar neden suç işler?

8. Pozitivist Okula göre aşağıda sıralanan faktörlerden hangilerinin suça neden olduğu varsayılmıştır?

Siyah sayılar nedir?

a. Mafya tipi yapılar tarafından işlenen örgütlü suçlar b. Derin devlet tarafından işlenen karanlık suçlar c. Devlet tarafından suç miktarını düşük göstermek için istatistiklerden silinen suçlar

I.

Biyolojik faktörler

II.

Psikolojik Faktörler

III.

Ekonomik Faktörler

IV.

Sosyolojik Faktörler

V.

d. Resmi istatistiklere yansımayan gizli kalan suçlar

Politik Faktörler

a. I, IV ve V

e. Can güvenliğine karşı işlenen sansasyonel suçlar

b. I, II ve IV c. II, IV ve V d. III, IV ve V e. I, III ve V 15





Yararlanılan Kaynaklar

9. Aşağıdakilerden hangisi suçu psikolojik faktörler temelinde açıklayan görüşlerden biri değildir?

Adler, Freda; Mueller, Gerhard O. W. ve Laufer, William S. (2004). Criminology. Boston: McGraw-Hill.

a. Psikanaliz b. Zekâ ve IQ çalışmaları

Barberet, Rosemary; Bowling, Benjamin; JungerTas, Josine; Rechea-Alberola, Cristina; van Kesteren, John; ve Zurawan, Andrew (2004). Self-Reported Juvenile Delinquency in England and Wales, The Netherlands and Spain. European Institute for Crime Prevention and Control, affiliated with the United Nations (HEUNI), Publication Series No. 43. Rapora tam metin olarak erişim adresi: http://www.heuni.fi/uploads/w7b3a69oec.pdf.

c. Genel kişilik özellikleri d. Kendini beğenmişlik e. Ahlaki gelişim 10. Aşağıdakilerden hangisi suçu sosyolojik faktörler temelinde açıklayan yaklaşımlardan biri değildir? a. Sosyal yapı

Beccaria, Cesare (1764). An Essay on Crimes and Punishment. Orijinali İtalyanca olan bu eserin İngilizce çevirisine tam metin olarak erişilebilecek adres: http://www.constitution.org/cb/crim_pun.htm

b. İşsizlik c. Göç d. Atavizm e. Sosyal çevre

Beirne, Piers ve Messerschmidt, James W. (2011). Criminology: A Sociological Approach. Fifth Edition. New York: Oxford University Press.

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

Brown, Stephen E.; Esbensen, Finn-Aage ve Geis, Gilbert (2010). Criminology: Explaining Crime and Its Context. Seventh Edition. New Providence, NJ: Anderson Publishing, a member of the LexisNexis Group.

1. d Yanıtınız yanlış ise “Suç ve Sapma Kavramları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise “Kriminolojinin Çalışma Alanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Bureau of Justice Statistics (2011). National Crime Victimization Survey (NCVS). Erişim adresi: http://bjs.ojp.usdoj.gov/index.cfm?ty=dcdetail&ii d=245 (Sayfanın son güncellenme tarihi: 10 Nisan 2011), Erişim tarihi 10 Nisan 2012.

3. e Yanıtınız yanlış ise “Resmi İstatistikler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Polis Kayıtları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Cullen, Francis T. and Agnew, Robert (2003). Criminological Theory: Past to Present – Essential Readings. Los Angeles, CA: Roxbury Publishing Company.

5. c Yanıtınız yanlış ise “Polis Kayıtları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “Klasik Okul” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Darwin, Charles (1860). On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life. Revised American Edition. New York: Appleton and Company.

7. c Yanıtınız yanlış ise “Klasik Okul” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “Pozitivist Okul” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Dolu, Osman (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. Üçüncü Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi.

9. d Yanıtınız yanlış ise “Pozitivist Okul” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Economic and Social Data Services (2010). “British Crime Survey.” Online erişim adresi: http://www.esds.ac.uk/government/bcs/ (Sayfanın son güncellenme tarihi: 13 Mayıs 2010), Erişim tarihi: 14 Nisan 2012.

10. d Yanıtınız yanlış ise “Pozitivist Okul” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

16





FBI—Federal Bureau of Investigation (2012). “Uniform Crime Reports.” Erişim adresi: http://www.fbi.gov/about-us/cjis/ucr/ucr, Erişim tarihi 1 Nisan 2012.

Lombroso, Cesare (1911) Criminal Man. New York & London: G. P. Putnam's Sons. Lynn, Peter ve Elliot, Dave (2000). The British Crime Survey: A Review of Methodology. National Center for Social Research. http://webarchive.nationalarchives.gov.uk/20110 218135832/http:/rds.homeoffice.gov.uk/rds/pdfs0 8/bcs-methodology-review-2000.pdf.

Galton, Francis (1907). Inquiries into Human Faculty and Its Development. New York: E. P. Dutton & Co. Galton, Francis (1909). Essays in Eugenics. London: The Eugenics Education Society.

Polat, Ahmet ve Gül, Serdar K. (2010). Suçun Ölçümü. Ankara: Adalet Yayınevi.

Hobbes, Thomas (1660). The Leviathan. Eserin orijinaline tam metin olarak ulaşılabilecek adres: http://oregonstate.edu/instruct/phl302/texts/hobbe s/leviathan-contents.html

Polat, Ahmet ve Gül, Serdar Kenan (2010a). “Alternatif Bir Suç Ölçüm Tekniği: Fail İtiraf Anketleri.” Türk İdare Dergisi, Cilt: 467, Sayı: Haziran 2010, ss.163-190.

İçli, Tülin Günşen (2007). Kriminoloji. 7. Baskı. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Polat, Ahmet ve Gül, Serdar Kenan (2010b). "Kriminoloji Araştırmalarında Mağdur Anketlerinin Yeri ve Önemi." Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, ss.1290-1310.

Inter-University Consortium for Political and Social Research (2011). “International Crime Victimization Survey (ICVS) Series.” Erişim adresi: http://www.icpsr.umich.edu/icpsrweb/ICPSR/seri es/175, Erişim tarihi 15 Nisan 2012.

Rousseau, Jean Jacques (1762). The Social Contract or Principles of Political Right. Translated by G. D. H. Cole, public domain. Eserin orijinaline tam metin olarak erişilebilecek adres: http://www.constitution.org/jjr/socon.htm

Jansson, Krista (2009). British Crime Survey: Measuring Crime for 25 Years. Dokümana tam metin erişim adresi: http://www.usak.org.tr/istanbul/files/bcs25.pdf (USAK İstanbul Kent Güvenliği Projesi sayfası), Erişim tarihi: 14 Nisan 2012.

Shoemaker, Donald J. (2000). Theories of Delinquency: An Examination of Explanations of Delinquent Behavior. Fourth Edition. New York, NY: Oxford University Press.

Lilly, J. Robert, Cullen, Francis T., and Ball, Richard A. (1989). Criminological Theory: Context and Consequences. Studies in Crime, Law, and Justice, Vol. 5. Newbury Park, London, New Delhi: Sage Publications.

Siegel, Larry J. (2001). Criminology: Theories, Patterns, and Typologies. Seventh Edition. Belmont, CA: Wadsworth Publishing. Sutherland, Edwin H. and Cressey, Donald R. (1978). Criminology. 10th Edition. Philadelphia, New York, San Jose, Toronto: J. B. Lippincott Company.

Locke, John (1690). The Second Treatise of Civil Government. Eserin orijinaline tam metin olarak ulaşılabilecek adres: http://www.constitution.org/jl/2ndtreat.htm

Walsh, Anthony ve Hemmers, Craig (2011). Introduction to Criminology: A Text/Reader. Second Edition. Los Angeles, CA: SAGE Publications Inc.

Lombroso, Cesare (1876) L'Uomo Delinquente. Milan: Hoepli. Lombroso, Cesare (1911). Crime: Its Causes and Remedies. Trans. Henry P. Horton. London: William Heinemann.

17





2

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Kriminolojinin temellerini açıklayabilecek, Kriminolojide klasik okul teriminin nereden geldiğini ifade edebilecek, Klasik okulun doğuşundan önceki suça yaklaşımları açıklayabilecek, Klasik okulun önde gelen figürlerini tanımlayabilecek, Beccaria’nın Kanunların Dili ve Nasıl olması gerektiği ile ilgili yaklaşımlarını açıklayabilecek, Bentham’ın insan doğası ve cezalandırma üzerine düşüncelerini açıklayabilecek, Klasik okulla poztivizmin kesişmesini açıklayabilecek, Pozitivist yaklaşımla, klasik okul arasındaki farkı ayırt edebilecek, Klasik okulun günümüz ceza adalet sistemine etkisini değerlendirebilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Klasik Okul

Özgür İrade

İnsan Doğası

Kanunların Dili

Faydacılık

Cezaların Özellikleri

Hazcılık

Pozitivizm

Caydırıcılık

Deneysel Yaklaşım

İçindekiler 

Giriş



Klasik Okul Öncesi Dönem Giriş



Klasik Okul



Cesare Beccaria: Suç ve Ceza Üzerine



Jeremy Bentham: İnsan Doğası



Pozitivizmin Kriminolojiyi Etkilemesi



Klasik Okuldan Pozitivist Okula Geçiş



Cesare Lombroso ve Doğuştan Suçlu 18





Kriminolojinin Temelleri: Klasik Okul ve Pozitivizmin Doğuşu GİRİŞ Dilimize İngilizce’den geçmiş olan kriminoloji, tam Türkçe tercümesiyle “suç bilimi” demektir. Suç bilimi diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi tarihi gelişime sahip olmakla beraber, modern anlamda başlangıç noktası Avrupa’nın aydınlanma dönemine dayandırılmaktadır. Bu bölümde, kriminolojinin temelleri olarak görülen klasik okul ve kriminolojide pozitivist yaklaşımın ilk yansıması olan Lombroso’nun doğuştan suçlu tiplemesi ele alınacaktır. Sosyal bilimlerin birçok alanında (sosyoloji, ekonomi, eğitim, kriminoloji vb.) “klasik” olarak adlandırılan bir dönem, bir ekol, bir düşün sistemi bulunmaktadır. Bir bilim insanının “klasik”lerin neden ve kime göre klasik olduğunu sorgulaması gerekmektedir; bu sebeple, bölüme giriş yaparken kısa bir bilgilendirmenin yanında küçük bir özeleştiri yapmak yerinde olacaktır. Kriminoloji de (suç bilimi) diğer sosyal bilimler gibi “klasik” olarak adlandırılan bir düşünce sistemine sahiptir ve bu görüşler kriminoloji biliminde “Klasik Okul” (classic school of criminology) olarak adlandırılmaktadır. Batı’da yaşanan aydınlanma çağı ile birlikte başladığı öne sürülen klasik okul, bugün modern hatta bazılarına göre postmodern zamanın ceza adalet sistemini belirleyen temel prensipleri içermektedir. Batı dünyasında aydınlanma çağıyla birlikte, ağırlıklı olarak kilisenin öngördüğü suç tanımlamaları ve kiliseyle bağlantılı olarak soyluların otoritesinin gölgesinde uygulanan cezalandırmalardan, modern ceza adalet sistemine geçiş sürecinin ilk düşünsel zeminin yeşermeye başladığı döneme verilen addır klasik okul. Klasik okul terimi, aslında oturduğu yerden bilim yaptığı kabul edilen “klasik” Yunan filozoflarından gelmektedir. Bu klasik Yunan düşünürleri, hukuk ilmini bir takım reformcu ahlaki değerler öne sürerek yapmaktaydılar, yaptıkları bilim herhangi bir deneysel (ampirik) olmadığı gibi, teori üretme ve bu teorileri test etmeye dayanmıyordu. Kriminolojideki bu 18. yüzyıl düşünürleri de aynı Yunan karşılıkları gibi bir takım felsefi önermelerle ceza, kanun ve adalet sistemi üzerine öngörülerde bulundukları için onların bu düşünceleri “klasik okul” olarak adlandırılmaktadır (Jacoby, 1979). Batıda aydınlanma ile başlayan suç ve cezalandırma konusundaki bu çalışmaların öncesinde, dünyanın Doğusunda; suç, ceza ve adaletle ilgili hiçbir sistem ve uygulama yok muydu? Suç, nasıl ve neye göre tanımlanıyor, suç işleyenlere hangi otorite, ne tür cezalar uyguluyordu? Bugünün Türkiye’sinde suç bilimi insanları olan bizler, suç teorilerinin gelişim tarihini ve Batı’nın yaşadığı gelişmeleri, klasik okul öncesi dönem, klasik okul ve pozitif okul ezberleri şeklinde anlatırken, bir dolu mazeret ve kaygılarla tevatürden ibaret bir bilim yaptığımızı üzülerek itiraf etmek gerekmektedir. Pozitif bilim anlayışıyla ülkemizde ampirik araştırmalar ve saha çalışmaları yapılmıyor değil elbette ancak teorik yaklaşımlarımız tamamıyla Batı temelli bakış açısının üstüne bina edilmiş durumdadır ve bunun tüm kabahati suç bilimcilerin tembelliği de değildir. Ancak aksini iddia edecek ve bu konuda gereken tüm gayretlerin ortaya konulduğunu söyleyecek durumda da değiliz. Tarihi yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir derlerken, herhalde bizim içinde bulunduğumuz bilimsel anlayış resmedilmiş gibidir. En azından Osmanlı dönemine ait suç, ceza ve adalet sistemlerini inceleyerek bu coğrafyada yaşanan suç, ceza ve adalet anlayışları araştırılmış olsaydı, yani araştırsaydık, Batı kaynaklı suç teorileri yanında Doğu yaklaşımlarını da inceleyebilir, karşılaştırmalı analizler çerçevesinde daha zengin bir suç bilimi çalışabilirdik. Doğu dünyasında yaşanan gelişmelerde yine bizim yerimize Batılılar tarafından çalışılagelmiştir. Eski Osmanlıda Ceza Kanunları Çalışmaları (Studies in Old Ottaman Criminal Law) 19





adlı eserinde Prof. Uriel Heyd (1973), daha 15. yüzyılda şeriat kanunlarının yanında hazırlanan kanunnamelerden ve bu kanunnamelerdeki laik cezalandırma sisteminden söz etmektedir. Mezalim divanı veya mahkemeleri olarak adlandırılan mahkemeler, Kadıların engelleyemediği resmi görevlilerin keyfi uygulamalarını önlemek için görev ifa ediyorlardı. Bu mahkemeler şeriat’ın katı ceza hukuku ve cezai dava usulü kaidelerinden arî olup (ayrı olup), genelde, örfi hukuk (şeriat hukukunun yanında kullanılan, şeriat hukukunda karşılığı olmayan durumları düzenleyen mevzuat), kamu yararı (maslahatü'l-amme) ve özellikle idari ve siyasi maslahatın gereğine göre yürütülüyordu (s. 121). Batı’da aydınlanma çağıyla birlikte ortaya çıkan kilise üzerindeki sınırlamalar ve yeni bir suç ve ceza tanımlaması, bu esere göre Osmanlı’da daha 15. yüzyılda hayata geçirilmişti. Aynı Batı’lı eserde bir başka ilgi çeken ve bizim Batı eğilimli bilim yaptığımızı gösteren örneği ilgili eserden alarak takip edelim. Şimdiye kadar gün yüzüne çıkmış en eski Osmanlı kanunnamesi, Viyana’da bulunan ve 1921 yılında Kraelitz Greifenhorst’un Almanca tercümesiyle yayımlanan metindir. Bu önemli metnin hiçbir Türk arşivi veya kütüphanesinde muhafaza edilmemiş olması hayret vericidir. Birçok ceza kanunlarını ihtiva eden bu kanunnamenin en çok dikkat çeken bölümü, ilk bakışta yabancı araştırmacılar için şaşırtıcı olan gayr-i Müslimlerin benzeri suçlarda Müslümanlara yüklenen para cezalarının yarısını ödeyecekleri hakkında olanıdır (Eroğlu, 1979: 636). Görüldüğü üzere bilinenin veya önyargılarımızın aksine, geçmişe bakıldığında, Batı’dan çok önce suç, ceza ve kanun konularında temel dayanak ve o zamana göre örnek uygulama kabul edilebilecek pratikler, Doğu dünyasında mevcuttu. Sosyal bilimler, kapsamlı çalışmalar yapılıp dünya literatürüne kazandırılana kadar, sadece Batı perspektifi temelinde çalışılmaya devam edilecek gibi görünüyor. Bölümün amacı suç teorilerine eleştirel bakış olmadığı için öz eleştiriye burada bir son verilerek, literatürde kabul edilen haliyle kriminolojinin temelleri anlatılmaya çalışılacaktır.

KLASİK OKUL ÖNCESİ DÖNEM GİRİŞ 18. yüzyıl öncesi Avrupa’sında suç, kanun, ceza ve cezalandırma usulleri belirgin değildi. Bu konularla ilgili bir sistemin varlığından bile söz etmek o günün şartlarında lüks sayılabilirdi. Suç işleyenler doğaüstü güçlerden etkilenen zavallı ve günahkâr insanlardı. Bu insanlar cinlerden, şeytanlardan, perilerden etkilenmişler ve sonunda sapkın davranışlara ve suça sürüklenmişlerdi (Dolu, 2010). Suçun nedenlerine ilişkin bu dogmatik tanımlamalar kilise temelliydi ve birçok insan suçlandıktan sonra, arındırılmak için türlü işkencelere ve insanlık dışı müdahalelere maruz kalıyordu. Kilisenin gücünün yanında siyasi otoriteyi temsil eden krallar, feodal beyler ve aristokratlar, suç tanımlamalarının kendilerine uygulanmadığı veya uygulandığında tüm güçleriyle buna karşı koyabilme gücüne sahip kişilerdi (Lilly, Cullen ve Ball, 2007). Bu nedenle nadiren gerçekleşen suçlamalar sonucu, güçlü aileler arasında uzun süren kan davaları da yaşanabiliyordu. Suç tanımlamaları ve öngörülen cezalar muğlâktı ve kime hangi durumlarda uygulanacağı belirsizdi. İktidar sahipleri istediklerini suçlu ilan ediyor istemediklerini veya güç yetiremeyeceklerini düşündüklerini ise görmezden geliyorlardı. Cadı avcılığı ve birilerinin yanlışlarını “cadılık” şeklinde suçlamak, 14. ve 17. yüzyıl Avrupa’sının klasiklerindendi, o kadarki bu klasik, Avrupalılar tarafından yeni keşfedilen Amerika kıtasına da taşınmıştı. New England bölgesinde yüzlerce kişi cadı olmakla suçlanıyor ve işkencelerle dolu ölümlere mahkûm ediliyordu (Dolu, 2010). Halkların üzerindeki bu sapkın ve dogmatik din temelli baskı ve keyfi uygulamalar, yine din temelli başka bir özgürleştirme hareketinin gelişmesine temel teşkil ediyordu. Protestan hareketiyle birlikte gelişen anlayış, insanların çok çalışarak diğer dünyada değil, aksine bu dünyada başarılı olabileceklerini salık veriyordu. Yeni ortaya çıkmaya başlayan orta sınıfı arkasına almayı başaran Protestan ve güçlü aileler, Avrupa’nın yıllanmış krallıklarıyla iktidarı paylaşmak, en azından pastadan daha fazla pay almak istediklerini göstermeye başlamışlardı (William & McShane, 2004). Monarkların ve orta sınıfın yükselişi ile birlikte aristokrasi ve kilisenin tahtı sallanmaya başlamıştı ve bu dönem düşünce ve ifadenin patlama yaşadığı bir döneme kapı aralıyordu.

20





Klasik Okul Öncesi Avrupa’da suç nasıl tanımlanıyor ve cezalar nasıl uygulanıyordu?

KLASİK OKUL Rönesans ve reform hareketleri, Protestan ahlakının itici gücüyle birlikte karanlıkları yırtan bu çağa Avrupalılar “Aydınlanma Çağı” adını verdiler. Bu isim gerçekten de adının hakkını veriyor, insanlar yaşadıkları dünyayı sorgulamaya, neden sonuç ilişkileri kurmaya ve birilerinin iktidarını devralmaya hazırlanıyorlardı. Bu topyekûn bir büyük değişim hareketiydi. Batılılar her alanda büyük bir fikri değişim yaşamaya başlamışlardı. Bu değişim suç, ceza ve adalet alanını da temelden değiştirecekti. Thomas Hobbes’un eserleri, kriminoloji de kurucu baba olarak adlandırılacak Cessare Bonesana Marchese di Beccaria’yı derinden etkileyecekti. Hobbes 1651 yılında yayınlanan eseri Leviathan’da; toplumda herkesin eşit olduğunu ve kralların otoritesinin ilahi dayanağının olması gibi bir düşüncenin saçma olduğunu ileri sürmüştü. Ancak yine de toplumsal düzenin sağlanması için bir otoritenin varlığının kaçınılmaz olduğunu dile getirmişti (Dolu, 2010). Hobbes, Rousseau ve Locke toplumun bir arada sorunsuz ve düzenli bir şekilde yaşayabilmesi için herkesin eşit olduğu bir sistemde, uyulması gereken bir düzenin olması ve bu düzenin de beraberce oluşturulan bir toplumsal sözleşmeye dayanması gerektiğini düşünmekteydiler. Toplumsal sözleşme, iktidarla (devletle) bireylerin arasında bir anlaşma olmalıydı. Bireyler, toplum içerisinde huzur ve güven içerisinde yaşamak için bazı haklarının, bazı durumlarda, diğerlerinin haklarının korunması için kısıtlanması inisiyatifini meşru bir otoriteye bırakacaklardı (Locke, 1690). Yani birey, devlet (hükümran olan veya iktidar) için değil, devlet birey için var olacak ve devlet toplumsal olarak bir arada yaşamanın gerekliği kıldığı bir “toplumsal sözleşme” ile insanların bir arada yaşamasını sağlayacaktı. Bu sözleşmeyi ihlal edenlerden meşru otorite yine toplum adına hesap soracaktı. Klasik olarak adlandırılan bu düşünürlere göre suç; toplumsal sözleşmeyi ihlal etmek anlamına gelmektedir ve toplumsal sözleşmeyi ihlal endeler cezalandırılmalıdır. Bu temel yaklaşımı kriminoloji de klasik okul haline getirecek olan iki önemli şahsiyet bulunmaktadır: Beccaria ve Bentham. Beccaria, suçun tanımı ve cezalandırma ilkeleri yönüyle suç ve cezayı daha makro bir bakış açısı ve sistem meselesi olarak ele alırken, Bentham, insanın doğasına vurgu yaparak, suçluları caydırma ve sınırlandırmanın nasıl olması gerektiğine bakmış, suç ve cezalandırmaya daha çok insan merkezli açıklamalar getirmiştir. Aslında, hem Beccaria hem de Bentham sistemle ilgili düşünceler öne sürmüşler, kendilerince idealin resmini çizmişlerdir. Bu yönüyle mikro bir yaklaşımdan çok sisteme yönelik düşünceler dillendikleri için makro bir bakış açısına sahiplerdir. Ancak insan doğasına ve özgür iradeye yaptıkları vurgu, onları mikro bakış açısıyla suçu ele alanlar sınıfına da dâhil etmemizi gerektirmektedir.

Klasik dönemde suç tanımlaması, kllasik öncesi dönemden farklı mıdır? Farklıysa bu farklar nelerdir açıklayınız?

CESARE BECCARİA: SUÇ VE CEZA ÜZERİNE Beccaria (1764/1963) yazmış olduğu “Suç ve Ceza Üzerine Bir Deneme” (An Essay on Crime and Punishment) adlı eserinde ceza ve adalet sistemini yeniden ele alan köklü bir değişimin sinyallerini vermiştir. Cezalandırmanın kaynağı, cezanın amacı, cezaların miktarı, cezaların özellikleri, kanunların yorumlanması ve kanunların dili başlıklarında önemli önermelerde bulunmuştur.

Cezaların Özellikleri Beccaria cezalandırmanın kaynağını; bireylerin büyük bedeller ödeyerek kazanmış oldukları özgürlüklerini, toplumun bir arada yaşayabilmesi için bir otoritenin gerektiği kadar kısıtlamasına müsaade etmelerinin sonucu olarak ortaya çıkan bir hak olarak ele almıştır.

21





Bir asilzade olan Caesar, Marchese Di Beccaria Bonesana (11 Mart 1738 – 28 Kasım, 1794) ekonomi ve hukuk profesörüdür. Tüm Avrupa’yı etkisi altına alan ve ceza adalet sisteminin yenilenmesine neden olan manifesto niteliğindeki kitabı “Dei Delitti e Della Pene” (Suç ve Ceza Üzerine Bir Deneme) ile ün yapmıştır.

Beccaria’ya göre cezanın amacı ise suçlunun bir daha suç işlemesini ve topluma zarar vermesini önlemek olmalıdır. Aynı zamanda bu şekilde bir ceza, suç işleme potansiyeli olan diğerlerini de suç işlemekten alıkoyacaktır. Cezalar, kanunların öngördüğü, halkın cezadan haberdar olabildiği ve verilen zararın karşılığında olabilecek en hafif ceza şeklinde uygulanan yaptırımlar olmalıdır. Cezalar mağdur olanın veya suç işleyenin toplumdaki statüsüne göre belirlenmemelidir. Cezalar, mağdura verilen zarardan çok, topluma verilen zarara göre değerlendirilmelidir. Çünkü suçtan dolayı asıl toplumsal düzen yara almaktadır. Cezalandırmanın bir amacı da toplumsal düzeni korumak ve devamını sağlamaktır. Günümüzde de geçerli olan bu anlayış çerçevesinde, savcılar işlenen bir suç karşısında kamu adına dava açmaktadırlar. Ancak son yıllarda Batı dünyasında mağdurun sesinin daha fazla duyulması ve kamu düzeninden çok suçtan zarar görenlerin anlayış ve düşüncelerinin yargılamaya yansıtılması konusunda alternatif sistemler geliştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Beccaria’ya (1764/1963) göre cezalar caydırıcı olmalıdır ve bir cezanın caydırıcı olabilmesi için üç özelliğe sahip olması gerekmektedir. Bunlar; kesinlik, hızlılık ve şiddetlilik. Kesinlik, bu özellikler içinde caydırıcı bir ceza için en önde gelen faktördür. Kesin ama hafif olan bir ceza, topluma bir suç işlendiğinde onun karşılıksız kalmayacağı, yani suç işleyenin bu eyleminin yanına kar kalmadığı mesajını verecektir. Hâlbuki cezaların ağır olup bu cezaların uygulanacağının kesin olmaması, insanlarda cezalandırmadan kaçabileceği hissini uyararak “suç işlerim ama nasıl olsa bir şey olmaz” düşüncesiyle suç işlemeyi tercih ettirebilecek bir durum ortaya çıkartabilecektir. Her sene enflasyona bağlı olarak ağırlaştırılan trafik cezalarının, trafik kuralı ihlallerini azaltamamasına, bu cezaların uygulanma kesinliğinin eksikliği ve kesinliğin ağırlığın bir ön koşulu olduğuna güzel bir örnek olarak verilebilir. Cezaların hızlı bir şekilde uygulanması da Beccaria’ya göre caydırıcılık açısından oldukça hayatidir. Hızla gerçekleşmeyen bir cezalandırma, suçla ceza arasındaki irtibatı koparacaktır. Bu durum, bir anlamda kesinliği de etkileyen bir faktördür. Uzun süren yargılamalar, suç ile karşılığında alınacak cezanın toplum tarafından izlenememesine ve böylece “suç işleyenin yanına kar kalıyor” algısına yol açabilecektir. Toplum arasında ağızlara pelesenk olmuş “geciken adalet, adalet değildir” sözü Beccaria’nın anlatmak istedikleri ile örtüşmektedir. Beccaria “bir suçun işlenmesini takiben ceza ne kadar çabuk verilebilirse, ceza o ölçüde adil ve amacına ulaşmış olur” demektedir (Dolu, 2010: 88). Cezaların hızlı bir şekilde verilememesi, Türkiye’deki ceza adalet sisteminin en büyük sorunlarından biridir. Yaşanan uzun yargılama süreçleri sonucunda, zaman aşımına uğrayarak düşen dava oranlarının yüksek oluşu ve bu davaların bazılarının kamuoyuna mal olmuş davalardan olması, adalet anlayışını zedelediği gibi cezaların caydırıcılık etkisini de azaltmaktadır. Bu durum uzun tutukluluk sürelerini de gündeme getirmektedir. Bir yandan uzun tutukluluk süreleri sebebiyle suçları mahkemece kanıtlanmamış birçok kişinin hürriyeti uzun süre kısıtlanırken, Hizbullah terör örgütü lider kadrosu ve infial yaratan cinsel suçların failleri, uzun yargılama süreçleri tamamlanamadığı gerekçesiyle serbest bırakılmaktadır. Bu durum, toplumdaki adalet algısı ve cezaların caydırıcılığını etkilemektedir. Beccaria (1764/1963) bu prensipleri 1764 yılında ortaya koymuş olduğu düşünüldüğünde, 2012 yılı Türk ceza adalet sisteminin en azından caydırıcılık açısından hangi konumda olduğu daha net anlaşılabilecektir. Cezaların ağır (şiddetli) olması da caydırıcılığı tamamlayan üçüncü şarttır. Cezaların ağırlığı aslında göreceli bir kavramdır. Mevcut sistemin ağır olarak gördüğü cezalar, suçun mağdurları için hiçte ağır görülmeyebilir. Örneğin bir adam öldürme suçunun karşılığında 22 yıl hapis cezası verilmesi maktulün 22





yakınlarını tatmin etmeyebilir. Ama katil ve yakınları için büyük olasılıkla ağır bir ceza olarak değerlendirilmektedir. Evinden bir eşyası çalınmış ve bu olay gerçekleşirken hırsızla karşılaşmış birisi için 1-3 sene arasında değişen cezalar hiçte ağır ve tatmin edici görülmeyebilir. Ancak kanun koyucu açısından, yeterli veya ağır bir ceza olarak görüldüğü açıktır. Bu noktaları göz önüne alarak, Beccaria’nın (1764/1963) cezaların ağırlığından bahsederken; işlenen suçla orantılı ancak bireyin suç işlerken sonucunun ağır bir bedeli olacağı kanaati uyandıracak şekilde bir ağırlıktan bahsettiğini söyleyebiliriz. Beccaria’ya (1764/1963) göre ağır cezalar, suç işleyenleri bir daha suç işlememe konusunda ikna ve ıslah edici özelliklere sahip olmalıdır. Kısacası, Beccaria suç işleyene ağır bir bedel ödetilmesi halinde, suçlunun bir daha aynı eylemi gerçekleştirme cesareti bulamayacağını öne sürmektedir. 1970’li yıllara gelindiğinde, yaklaşık yüz senedir dikkatini suça neden olan faktörlere yoğunlaşmayı denemiş olan Batı dünyasında, Beccaria’nın iki yüz sene önce öne sürdüğü “caydırıcılık” ilkesi yeniden ele alınacak, kriminoloji ve ceza-adalet sistemi içerisinde neo-klasik okul olarak tekrar sahnedeki yerini alacaktır.

Hâkimler ve Kanunların Özellikleri Beccaria, kanunların yorumlanması işinin hâkimlere bırakılmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Hâkimler sınırsız takdir yetkisine sahip olduklarında istedikleri gibi davranabilmektedirler ve bu adaletsizliklere yol açabilmektedir. Bu nedenle, kanunlar yasaları yapanlarca net olarak belirlenmelidir. Beccaria’ya göre hâkimler, kanunları yapan olmadıkları için yorumlama hakkına da sahip olmamalıdırlar. Hâkimler ancak eylemlerin kanunda tanımlanan ve suç sayılan fiillerden olup olmadığına karar vermelidirler. Bu haliyle Beccaria, deterministik ceza adalet sistemi öngörmektedir. Yani, kanun koyucunun suçun karşılığını belirlemiş olduğu ve hâkime sınırlı veya hiç takdir yetkisinin tanınmadığı bir sistem. Günümüz Türkiye’si için sınırlı deterministlik bir ceza sisteminden bahsedebiliriz, hâkimler takdir yetkilerini kullanırken kanunlarda ilgili eylemin karşılığı olan ceza miktarları bir aralık olarak belirlenmiştir. Anglosakson ceza adalet sisteminin tersine, Türkiye’de yargıçlar cezaya hükmederken kanunun belirlediği aralıklarla sınırlıyken (1-5 sene gibi), İngiltere ve ABD’nin bazı eyaletlerinde yargıçlar, suç olarak tanımlanan eyleme, her davanın şartlarına göre belirli bir alt ve üst limitle kayıtlı kalmaksızın ceza tayin edebilmektedirler. Beccaria (1764/1963) son olarak kanunların dili ile ilgili olarak bir takım görüşler ileri sürmüştür. Buna göre; kanunların dili açık, herkes tarafından anlaşılır ve belirsizlikten uzak olmalıdır. Bu haliyle insanlar yaptıkları veya yapmayı planladıkları eylemlerin sonucunu önceden tahmin etmeli ve ona göre eylemler içine girmeleri gerekmektedir. Aynı zamanda, açık seçik ve herkesçe anlaşılabilen kanunlar, keyfi uygulamaların önünde toplumsal tepkinin oluşmasına olanak sağlayacak, keyfi uygulamaları ve kişiye özel adalet uygulamalarını engelleyecektir. Beccaria’nın öne sürdüğü kanunların herkes tarafından kolayca anlaşılabilir olması ilkesinin günümüzde halen tam olarak hayata geçirildiğini söylemek zordur. Birçok kanun, yüksek tahsilli bireyler tarafından bile kolayca anlaşılamamaktadır.

Beccaria bir cezanın caydırıcı olabilmesi için hangi kriterlerin olması gerektiğini ileri sürmüştür?

JEREMY BENTHAM: İNSAN DOĞASI Bentham (1823/1970) insan hareketlerinin bir sistem tarafından sınırlandırılması gerektiğine inanıyordu. Çünkü Bentham’a (1823/1970) göre insan yaratılışı gereği hep kendi menfaatinin peşinde koşan bir yaratıktır ve hazcıdır (hedonist). İnsan, zevklerinin peşinden koşar, zora gelmek ve zahmete katlanmak istemez. Hazlarının peşinden koşan insan, akıllı bir varlık olduğu için mantıklı (rasyonel) davranır. Zahmeti az, ama getirisi çok olacak şekilde seçim yapar. İnsanın mantıklı olması aslında bir anlamda onu hazcı yapmaktadır. İnsan neden kendine acı veren bir şeyi istesin ki? Mantıklı olan insan, maksimum haz alacağı eylemleri yaparken, bedel ödeyeceği, maliyetli işlerden kaçınmaktadır. İşte insanın yaptığı bu değerlendirmeye, Bentham hazcı hesaplama (hedonistic calculus) adını vermektedir. İnsan bu seçimleri yapabilmektedir çünkü özgür iradeye sahiptir (free will). İnsan seçim yapabiliyorsa, doğası gereği hazcı olduğu için mantıklı davranarak bedeli az, zevki çok olan eylemleri veya eylemsizlikleri tercih edecektir. Madem, insan özgür iradesiyle hazcı (hedonistik) doğasını bastırmayıp rasyonel davranarak kendi 23





menfaatine göre seçim yapmaktadır, o halde özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin sonuçlarından dolayı sorumlu tutulmalıdır ki tercih ederken, bedeli ağır olabilecek eylemleri tercih etmesin. Mantıklı olan insan, zevklerinin peşinde koşarken, bedeli ağır olan bir tercihte bulunmayacaktır. Yani, Bentham hedonist ve rasyonel olan insanoğlunun özgür iradesiyle yapacağı seçimlerine, sistemin müdahil olması gerektiğini ileri sürmektedir.

Jeremy Bentham (15 Şubat 1748 – 6 Haziran 1832), Beccaria’nın çağdaşıdır. Eseri “Ahlak ve Yasama Prensiplerine Giriş” (An Introduction to the Principle of Morals and Legislation) ile ceza adalet sistemindeki yenilikçilik ekolünü, polis ve cezaevlerinde reforma taşıyan ünlü İngiliz hukukçu ve düşünür.

 Peki, bu sistem insanın davranışlarına nasıl müdahale edecektir? Bentham, diğer klasik okul düşünürleri gibi “faydacılık” (utilitarianist) ilkesi temelli bir sistem öngörmektedir. Bu prensip insan yapısı sistemlerin herkesi memnun edemeyeceği anlayışından hareketle üretilmiştir. Bentham’a göre, herkes memnun olmayacaksa ve birileri her halükarda tatmin edilemeyecekse, ölçü çoğunluğun memnun olması olmalıdır. Yani yapılacak işte çoğunluğun iyiliğine olup olmadığına bakılması gerekmektedir. Bunun tersi durumunda ise, çok sayıda insanın azami mutluluğu (Greatest good for the greatest number of people) prensibine göre, kişilerin eylemleri çoğunluğa zarar veriyorsa cezalandırılmalıdır. Yine faydacılık prensibine göre cezalar, ancak toplum için daha kötü olacak bir durumu engellemek için uygulanmalıdır. Çünkü Bentham’a (1823/1970) göre cezalandırmak özü itibariyle kötü bir eylemdir ve ancak daha kötüyü def etmek için uygulanmalıdır. Bu yüzden Bentham cezalandırmayı meşru kılan şeyin caydırıcılık olduğunu ileri sürmüştür. Faydacılık prensibi ve suçun aslında topluma karşı işlenmiş olduğu algısı, bugünkü Batılı hukuk sisteminin temel anlayışını teşkil etmektedir. Klasik okul kurucuları Beccaria ve Bentham koymuş oldukları ilkelerle 20. Yüzyıl ceza adalet sistemlerini derinden etkilemiş ve etkileri günümüze kadar varlığını hissettirmiştir (Walsh ve Ellis, 2007). Son yıllarda onarıcı adalet anlayışı ile birlikte gündeme gelmeye başlayan, mağdurun sesinin sistem içerisinde daha fazla duyulması, toplumun yanında suçun bireysel mağdurlarının taleplerinin daha fazla önemsenmesi, yakın gelecekte, klasik okul anlayışında değişiklik yapabilme potansiyelinin olduğunu göstermektedir. Çünkü mevcut sistemde suçun doğrudan mağdurları, verilen cezalar karşısında tatmin olmamakta, kendi seslerine, yani ateşin düştüğü yerlere daha fazla kulak verilmesini beklemektedir.

POZİTİVİZMİN KRİMİNOLOJİYİ ETKİLEMESİ Klasik okul suçu, insanın zevklerinin ve rahatının peşinden koşmasının sonucu olan eylemler olarak görmektedir. Bu açıklama doğrudan kabul edildiğinde, “insan neden suç işler” sorusu üzerinde daha fazla kafa yormak anlamsız hale gelmektedir. Oysaki insan doğası hakkında klasik okul düşünürlerinin argümanları doğru olsa da bilimsel açıdan pozitivistler için yetersizdir (Walsh ve Ellis, 2007). Pozitivizmin ortaya koyduğu bilim anlayışında, olay ve olgular tarafsız bir yöntem aracılığıyla ölçülebilir hale getirilerek neden- sonuç ilişkisinin kurulması gerekmektedir. Pozitivizm gözlem ve deneylere dayalı olarak dünyanın anlaşılmasını ifade eder. Bu fizik dünyanın anlaşılmasında; yer çekimi, suyun kaldırma kuvveti, dünyanın şekli ve eğikliği gibi sayılara dökülebilen ve hemen hiçbir zaman değişmeyen tabiat kanunlarını ifade etmektedir. Pozitivist yaklaşım, fenni bilimlerde olduğu gibi kriminolojide de insan davranışlarını değişmeyen ve kesine yakın bir şekilde bilimsel yöntemler kullanılarak ulaşılmış sebepsonuç ilişkileriyle açıklamak istemektedir. Pozitivist yaklaşım, beş duyu ile duyulamayan hiçbir şeyi bilimsel bilgi olarak kabul etmemektedir. Bu yönüyle pozitivizm, bilimi, metafizikten, ahlaki değerlerden ve toplumsal kabullenimlerden ayırarak, salt ölçülebilen şeylerden ibaret bilgi olarak kabul etmektedir. 24





Erken dönem pozitivist kriminoloji sadece ne olduğuyla ilgilenip nasıl olması gerektiğiyle ilgilenmemekteydi. Kriminolojide pozitivist okul, her şeyin bir sebebi olduğundan hareketle insan davranışlarının biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkenler tarafından belirlendiğini ve insan neden suç işler sorusunun cevabının bu faktörlere yoğunlaşılarak anlaşılabileceğini ileri sürmüştür. İlk pozitivist kriminologlardan Enrico Ferri, klasik okul düşünürlerine hitaben “sizler yumuşak koltuklarınızda oturup insanın neden suç işlediğine dair yorumlar yaparken, biz deneye dayalı (ampirik) yöntemlerle çalışan bilim adamları olarak; insan davranışa neden olan faktörlerin ne olduğunu araştırıyor, bulduğumuz faktörleri değerlendiriyor, bu faktörlerin ortak olanlarını bulmaya çalışarak genellemelere gitmeye çalışıyoruz” demektedir (Curran ve Renzetti, 2001:16).

Şekil 2.1: Kriminolojide Bilim Felsefesi Dönemleri

Bilim felsefisi olarak kriminolojinin temellerine baktığımızda, klasik öncesi dönemi katı determinizm, klasik okul sonrası dönemi de esnek determinizm olarak sınıflandırabiliriz. Determinizm, tüm nesne ve olayların bir kuvvet tarafından önceden belirlenmiş olduğu, olanların olduğu şekilde olmasına karar veren birtakım yasa veya güçlerin olduğunu ileri süren anlayışın adıdır. Buna göre insan iradesi, meydana gelen olaylara etki edemediği için olayların meydana gelişinde nedenlerin gücü bulunmaktadır. Suçluları hasta veya doğaüstü güçlerin etkisi altında olan insanlar olarak gören klasik öncesi dönem açıklamaları, bu nedenle katı determinist, suçluluğun birtakım nedenlere dayalı olduğu, insanın özgür iradesinin bu faktörler (biyolojik, psikolojik, sosyolojik) tarafından etkilendiğini öne süren açıklamaları esnek determinizm olarak adlandırabiliriz.

Klasik okulla pozitivist okul arasındaki farklar nelerdir?

KLASİK OKULDAN POZİTİVİST OKULA GEÇİŞ Klasik okul ile pozitivist okul arasında anlayış bakımından her zaman keskin farklılıklar olmamıştır. Klasik okulun kurucu babalarından Bentham “Ahlak ve Yasama Prensiplerine Giriş” adlı eserinde, özgür iradenin bir takım biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörden etkilendiğini ileri sürmüş ve buna hassasiyeti etkileyen şartlar adını vermiştir. Bu şartları ampirik olarak çalışmaması yönüyle pozitivist okulun bir temsilcisi sayılmayan Bentham’ın, özgür iradenin bir takım faktörlerden etkilenebileceğini kabul etmesiyle pozitivist okula geçişte bir köprü görevi gördüğü ileri sürülebilir (Walsh ve Ellis, 2007). Genelde, klasik okuldan pozitivist okula geçişte Lombrosso bir öncü olarak kabul edilmesine rağmen, aynı dönemlerde (19. yüzyıl başları), Fransa’da, suçun coğrafi olarak çalışıldığı, haritacı kriminolojinin pozitivist yaklaşıma geçişte önemli bir köşe taşı olduğu söylenebilir. Ülke genelinde ilk suç istatistiklerini, Fransa 1827 yılında yayımlamıştır. Bu istatistikler iki bilim adamı tarafından çalışılmıştır; Andre-Michel Guerry ve Lambert Adolphe Jacques Quetelet. Quetelet suçun, cinsiyet, yaş ve iklimlere göre Fransa genelinde dağılımını incelemiş, Guerry ise birçok suç haritası çizerek suçların coğrafik olarak dağılımlarını araştırmıştır (Vold ve Bernard, 2002). Her iki bilim adamı da suçun, Fransa’nın en fakir kırsal yerlerinden çok, şehirlerdeki zenginler arasında kalan fakirlerin yoğun bulunduğu bölgelerde işlendiğini ve bunun açıklanması gereken bir gariplik olduğunu söylemişlerdir. Quetelet ve Guerry’nin bu yaklaşımı daha sonraları göreceli yoksunluk (relative deprivation) kavramıyla modern kriminolojideki yerini almıştır. Klasik okuldan pozitivist yaklaşıma geçişte, çoğu zaman üstünkörü geçilen bu çalışmalar, 20. yüzyıl başında ortaya çıkan Şikago ekolü ile tekrar gündeme gelecek ve suç ekolojisinin önemli açıklamalarının temelini oluşturacaktır. 25





CESARE LOMBROSO VE DOĞUŞTAN SUÇLU Lombroso yazmış olduğu suçlu adam (Criminal Man) kitabıyla suçluluğun nedenlerini ortaya koymaya çalışan ilk olarak kriminolojideki yerini almıştır. Lombrosso, Darwin’le başlayan evrim perspektifinden etkilenerek insanların, hayvanlardan fark yaratacak bir evrim sürecinden geçtiğine inanmaktaydı. Ernst Haeckels’in biyogenetik kanunu (bireysel gelişimin evrimin tekrarının sonucu olduğunu ileri süren görüş) görüşünden ciddi biçimde etkilenen Lombroso, suçluların evrim sürecini tamamlayamamış, ilk dönem insana benzer özelliklere sahip bireyler olduğunu öne sürmüştür (Lombroso, 1876/1972). Bu görüşünü bilimsel yöntem kullanarak, 3000 denek üzerinde test etmiş olması, O’nun pozitivist ekolün kurucu babalarından sayılmasına neden olmuştur.

Cesare Lombroso (6 Kasım 1836-19 Ekim 1909), varlıklı bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 1878’de adli tıp ve sağlık dersleri veren Lonmbroso, 1896’da Psikiyatr 1906’da Kriminal Antropoloji profesörü olmuştur. Criminal Man adlı eseri pozitivist kriminolojinin temel eseri sayılmaktadır.

Lombroso, suçluların fiziksel özellikleri yanında zekâ seviyelerinin de ilkel insan tipine, kendi ifadesiyle “atavistik” insan tipine benzediğini söyleyerek, bu fiziksel özelliklere (kıvrık burun, geniş çene kemiği, güçlü köpek dişleri, uzun kollar, çıkık elmacık kemiği vb) sahip kişilerin, şiddet suçu işlemeye eğilimli olduğunu ileri sürmüştür (Dolu, 2010). Bu görüşünü 3000 kişi üzerinde yaptığı deneyle desteklemesinin yanında, Lombroso’nun klasik okul düşüncesinden bir diğer önemli farkı da insanları fiziksel özelliklerine göre suçlu ve suçlu olmayanlar şeklinde sınıflandırmaya tabi tutmasıdır. Hâlbuki klasik okul düşünürleri, tüm insanları aynı kabul edip kötü seçim yapanların suçlu olduğunu ileri sürmüştür. Buna karşın, kimin, hangi özelliklere sahip olanların veya nelerin, bireylerin suç işleme tercihine etki ettiği ile ilgilenmemiştir. Lombroso, atavistik insan tipinin, suçlu insan olduğunu ileri sürdükten sonra, bunun istisnalarının olduğunu gördüğünde, dört tip daha kategorize ederek, atavistik anomaliye sahip olmayan suçluları da bu kategoriler içinde ele almıştır (Lombroso, 1911/1968). 1.

Deli Suçlular: Bu gruptakileri atavistik insan tipindeki gibi doğuştan suçlu kabul etmemiş, yaşadıkları kötü olaylar ve travmalar sonucu beyin yapılarında değişiklik olan ve bu değişiklik sonucu ahlak değerlerini hiçe sayarak suç işleyen insanlar olduğunu ifade etmiştir.

2.

Kriminaloidler: Bu gruptakileri daha sonra suçu alışkanlık haline getirenler olarak sınıflamıştır. Bunlar ne delidir, ne fiziksel anormalliklere sahiptir, ne de doğuştan suçlulardır. Bunlar diğer suç işleyenlerle birlikte vakit geçiren ve suçu diğer suçlulardan öğrenenlerdir.

3.

Adli Suçlular: Yanlışlıkla, istemeden kanunların suç saydığı eylemleri işleyerek suçlu sıfatını kazananlardır ve fiziki herhangi bir anomaliye sahip değillerdir.

4.

İhtiras Suçluları: Düşüncesizce hareket eden, sinirli insanlardır ve tahrik edildiklerinde suç işlerler.

Lombroso, “evrimini tamamlayamış şekilde doğduğundan, atavistik insan tipi suç işler, bu kişinin suçlu olacağı çok önceden belirlenmiştir” önermesiyle biyolojik deterministik olmakla suçlanmıştır. İlk çalışması sonrasında bu eleştirileri hak ettiği doğru olsa da daha sonra kaleme aldığı “Suç: Sebepleri ve Tedavisi” (Crime: Its Causes and Remedies) adlı eserinde, birçok faktörün suçluluğu etkilediğini fakat %35-40 oranında biyolojik özelliklerin etkili olduğunu savunmuştur. Lombroso’nun çalışmaları günümüz bilim metodolojisi (yöntem) açısından birçok eksiklikler barındırsa da, Lombroso’nun başlattığı kabul edilen pozitivist kriminoloji geleneği, günümüze kadar suç ve suçluluğun temellerine inilerek, bunlara neden olan biyolojik, psikolojik, sosyolojik, ekonomik araştırmalar yapılmasında bir köşe taşı olduğu kabul edilmektedir. 26





Özet Cezalandırmaların ise insani olması gerektiğini, insan onur ve haysiyeti ile bağdaşmayacak cezalandırmanın vahşet olacağını söylemektedir.

Bugün suç ve suçluluğu çalışan kriminoloji biliminin modern anlamda temelleri aydınlanma çağıyla birlikte felsefi olarak atılmış ve 20 yüzyılın başlarında pozitivist bilim anlayışıyla ele alınarak günümüze kadar ulaşmıştır.

Klasik okul düşünürlerinden Bentham, insanın özgür iradesi ile kararlar alırken bu kararların bir takım şartlardan etkilenebileceğini ileri sürmüştür. Katı bir deterministik anlayışı ile bu duruma yaklaşmasa da özgür iradenin de şartlı olabileceğini ifade etmektedir. Bu yönüyle Bentham klasik okul ile pozitivist okul arasında bir köprü olarakta görülmektedir.

Klasik okul terimi, bilimin dayandırıldığı Yunan filozofları gibi ampirik bir çalışma yapmadan şeylerin nasıl olması gerektiğini hakkında fikir yürüten, ne olduğunu ve mevcut durumu değil idealin nasıl olması gerektiğini söyleyen kriminolojinin kurucu babalarının ortaya attığı düşüncelerden müteşekkil görüşlere verilen genel addır.

Pozitivist okul insan davranışlarının biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bir takım faktörlerden etkilendiğini ileri sürmektedir. Bunun yanın sıra pozitivist okul beş duyu ile test edebileceğimiz şeyleri gerçeklik olara kabul ederken ölçülmeyen şeyleri bilimsel gerçeklik olarak kabul etmemektedir. Klasik okul ise ideali anlatmakta, kanunların, cezaların, yargılamanın nasıl olması gerektiği ile ilgilenmektedir. Bunun yanında özgür iradeye vurgu yaparak insanların yaptıkları şeylerin sonucundan sorumlu tutulmaları gerektiğini söylemektedir.

Klasik okuldan önce suç ve cezalandırma keyfi ve gücü elinde bulunduran kilise, aristokrat ve kralların elindeydi. Doğaüstü güçlerden etkilenerek insanların suç işlediğine inanılıyordu ve bu yüzden cezalandırmalar cani ve vahşice uygulanıyordu. Kriminolojinin kurucu babası sayılan Cesare Beccaria ve Jeremy Bentham suç biliminde önde gelen figürlerdir. Beccaria’ya göre kanunların dili açık ve herkesçe anlaşılabilir olmalıdır. Kanunlar şahsi olmaması gerektiği gibi önceden sonuçları tahmin edilebilir olmalıdır. Kanunların uygulanmasını meşru bir otorite garanti altına almalı ve hâkimlere takdir yetkisi verilmemelidir.

Klasik okul günümüz ceza adalet sisteminin temellerini oluşturmaktadır. İnsanlar yazılı hale getirilmiş kanunlar sayesinde neyin suç neyin suç olmadığını bilebilmekte, cezalandırmalar çoğu demokratik sistemde insan haklarına saygılı hürriyeti tehdit eden cezalardan oluşmaktadır. İşkence ve kötü muamele ise suç olarak kabul edilmektedir.

Bentham insanı rasyonel kabul etmekle beraber hazcı ve bencil olduğunu ileri sürmektedir. İnsanlar yaptıkları karşısında ağır bir bedel ödemeleri gerekirse, insanların rasyonel hareket ederek bu eylemi gerçekleştirmeyeceklerini savunmaktadır.

27





Kendimizi Sınayalım 1. Kriminolojide Klasik Okul terimi nereden gelmektedir?

5. Aşağıdakilerden hangisi Beccaria’ya göre cezanın caydırıcı olması için gerekli şartlardan ikisini kapsamaktadır?

a. Eski Yunan’da klasik müzik dinlenmesinden

a. Ağır ve yavaş olmalı

b. Aydınlanma çağından esinlendiğinden

b. Hızlı ve kesin olmalı

c. Klasik okul düşünürlerinin ampirik çalışmalar yapmayıp düşüncelerini ifade etmelerinden

c. Kişiye özel ve ağır olmalı d. Belirsiz ve hızlı olmalı

d. Kriminoloji için bir klasik olmasından

e. Hafif ve insani olmalı

e. Doğu dünyasından etkilenilmesinden

6. Aşağıdakilerden hangisi Bentham’a göre cezalandırmanın faydasız hale geldiği durumlardan değildir?

2. Aşağıdakilerden hangisi klasik dönem öncesinde cezaların özelliklerini yansıtmaktadır?

a. Cezalandırma yersizse

a. Cezalar insan onuru ile bağdaşmaktadır. b. Cezalar uygulanırken yapılmamaktadır. c. Suçlulara genellikle verilmektedir.

b. Cezalandırma verimsizse

işkence

hapis

c. Cezalandırma faydasız veya çok maliyetli olacaksa

cezası

d. Cezalandırmaya ihtiyaç yoksa e. Cezalandırma ağırsa

d. Cezalar insanlık dışı ve vahşicedir.

7. Faydacılık prensibini aşağıdakilerden hangisi açıklamaktadır?

e. Cezalar kimsenin görmediği yerlerde gizlice uygulanmaktadır.

a. Herkes kendi faydasını düşünür

3. Aşağıdakilerden hangisi klasik döneme ait bir özellik değildir?

b. Rasyonel insanlar en çok faydayı sağlayacak işleri yaparlar

a. İnsanların özgür iradesiyle seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğuna inanılıyordu

c. Toplumda seçkinlerin azami mutluluğu

b. Kralların otoritesinin inanılıyordu

e. Az sayıda insanın az acı çekmesi

ilahi

d. Çok sayıda insanın azami mutluluğu

olduğuna

8. Aşağıdakilerden hangisi pozitivist bilim anlayışının özelliklerinden biri değildir?

c. Toplumsal düzenin devamı için bir otoritenin olması gerektiğine inanılıyordu

a. Gözlem ve ölçmeye dayanır b. Metafizik şeyleri de araştırma alanına alır

d. Huzur içerisinde yaşamak için bazı haklar bazı durumlarda meşru otorite tarafından sınırlandırılması gerektiği düşünülüyordu

c. Deneyseldir d. Neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışır

e. Toplumsal sözleşmeyi ihlal edenlerin cezalandırılması gerektiğine inanılıyordu

e. Ölçülemeyen şeyleri bilimsel bilgi olarak kabul etmez

4. Beccaria’ya göre aşağıdakilerden hangisidir?

9. Bentham neden klasik okulla pozitivist okul arasında bir köprü olarak görülmüştür?

cezanın

amacı

a. Suçlunun bir daha topluma zarar vermesini önlemek

a. Klasik okulun son temsilcisi olduğu için b. Özgür iradeye yaptığı vurgu sebebiyle

b. Mağdurun intikamını almak

c. Özgür iradenin bir takım faktörlerden etkilenebileceğini kabul ettiği için

c. Suçluya acı çektirmek d. Toplumu zararlılardan ayıklamak

d. Deneysel bir çalışmayla önermelerini test ettiği için

e. Kötülere gözdağı vermek

e. Ölçülemeyen şeyleri bilimsel bilgi olarak kabul etmediği için 28





10. Aşağıdakilerden hangisi Lombrosos’nun atavistik insan tipi açıklaması için doğru bir ifadedir?

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı

a. Üstün zekâlı insanlardır

Klasik öncesi dönemde hangi davranışların suç sayılacağı net olarak bilinmiyordu. Kilise, Kral ve feodal beyler keyfi olarak istedikleri davranışları kişiye göre suç olarak yorumlayabiliyorlardı. Suçlular doğaüstü güçlerin etkisi altına girmiş kişiler olarak algılanıyor ve asıl kabahatli bu doğaüstü güçler olarak görülüyordu. Ancak yinede suç işleyenler bu doğaüstü güçlerin etkisinden kurtulmak için işkencelerle veya hunharca öldürülüyordu.

Sıra Sizde 1

b. Evrim halkasının son ürünü olan insanlardır c. Evcil hayvanların taşırlar

karakter

özelliklerini

d. Evrimini tamamlayamamış ilk dönem insanların fiziksel özelliklerine sahip insanlardır e. Doğanın bir mucizesi olan suç işlemeyen insanlardır

Sıra Sizde 2 Klasik okulun suç tanımlaması, klasik öncesi dönemden farklıdır. Toplumsal olarak bir arada yaşamanın gerekliği kıldığı bir “toplumsal sözleşme” ile insanlar bir araya gelmelidir. Bu sözleşme, toplumsal düzenin sağlanması için sözleşmeyi ihlal edenlerden meşru bir iktidarın hesap sormasını gerektirmektedir. Toplumsal sözleşmeyi ihlal edenler suçludur ve bu suçlarının karşılığında insan onuruna yakışır bir şekilde cezalandırılmalıdır.

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Klasik Öncesi Dönem” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “Klasik Dönem” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde 3

4. a Yanıtınız yanlış ise “Beccaria’nın Kısa Biyografisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Beccaria’ya göre cezanın caydırıcı olabilmesi için kesin, hızlı ve ağır olması gerekmektedir. Kesinlik; suç işlendikten sonra karşılığında bir bedelinin olacağının net olmasını ifade etmektedir. Hızlılık suça konu olan eyleme ilişkin cezanın en kısa sürede verilmesini, ağır olması ise suç eyleminin kişiye sağladığı faydadan öngörülen cezanın daha maliyetli olmasına işaret etmektedir.

5. b Yanıtınız yanlış ise “Beccaria’nın Cezaların Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “Bentham’ın Cezaların Faydasız Olduğu Durumlar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Bentham’ın Faydacılık Prensibi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde 4 Klasik okul bir takım ahlaki değerlerle kanunların, ceza adalet sisteminin nasıl olması gerektiğine dair yorumlardan ibaret bir açıklamalar bütünü sunarken, pozitivist okul her şeyin bir nedeni olduğunu ileri sürerek, bu nedenleri açıklamaya çalışmaktadır. Bunun yanında klasik okul bireyin rasyonel olduğunu ve bireyin özgür iradesiyle seçim yaptığını söylerken, pozitivist okul insanın özgür iradesinin bir takım faktörlerden etkilendiğini ileri sürmektedir.

8. b Yanıtınız yanlış ise “Pozitivizmin Kriminolojiyi Etkilemesi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Klasik Okuldan Pozitivizme” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Cesare Lombroso ve Doğuştan Suçlu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

29





Yararlanılan Kaynaklar Beccaria, C. (1963). On crimes and punishments. (H. Paolucci, Trans.) (1st ed.). Indianapolis: Bobbs-Merrill.

Lilly, J. B. , Cullen, F. T., Ball, R. A. (2007). Criminological Theory. Thousands Oak, CA: Sage Publishing

(Original work published 1764)

Locke, J. (1690). Treatise of civil government and a letter concerning toleration. New York: D. Aplleton –

Bentham, J. (1970). An Introduction to the principles of morals and legislation. (J. H. Bums & L. A. Herbert,

Century (Reprinted 1937).

Trans) London: The Athlone Press. (Original work published 1823)

Loftin, C., Heumann, M., & McDowalll, D. (1983). Mandatory sentencing and firearms violence: Evaluating an

Cullen, F. T., & Agnew, R. (2004). Criminological theory: Past to present (2 ed.).Los Angeles:Roxbury

alternative to gun control. Law & Society Review, 17(2), 287-318. Lombroso, C. (1972). Criminal man. (H. Horton, Trans.) Montclair. NJ: Paterson Smith. (Original work

Publishing. Curran, D. & Renzetti, C. (2001).Theories of crime. Boston:Allyn & Bacon.

published 1876)

Dolu, O. (2010). Suç Teorileri: Teori, araştırma ve uygulamada kriminoloji. Ankara: Seçkin

Lombroso, C. (1968). Crime: Its causes and remedies. (H. Horton, Trans.) Montclair. NJ: Paterson Smith.

Dostyoveski, F. M. (2010), Suç ve Ceza, İstanbul: Sistem Yayıncılık.

(Original work published 1911)

Eroğlu, S. (1979). Eski Osmanlı hukukunda kanun ve şeriat. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

McDowall, D., Loftin, C., & Wiersema, B. (1992). A comparative study of the preventive effects of mandatory

Dergisi, 26, 633-652.

sentencing laws for gun crimes. Journal of Criminal Law & Criminology, 83(2), 378-394.

Jacoby, J. (1979).Classics of criminology.Oak Park, IL: Moore.

Uriel H. (1973). Studies in Old Ottaman Criminal Law. UK: Oxford University Press.

Kunselman, J. C., & Vito, G. F. (2002). Questioning mandatory sentencing efficiency: A case study of

Vold, G. & Bernard, T. (2002). Theoretical criminology. New York. Oxford University Press.

persistent felony offender rapists in Kentucky. American Journal of Criminal Justice, 27(1), 5368.

Walsh, A., & Ellis, L. (2007). Criminology: An interdisciplinary approach. Thousands Oak, CA: Sage.

Lab, S. P. (2004). Crime prevention; Approaches, practices, and evaluations (5 ed.). Dayton, OH: LexisNexis.

30









3

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Doğaüstü güçler perspektifini tanımlayabilecek, Rasyonel tercih teorisini açıklayabilecek, Biyolojik suç teorilerini açıklayabilecek, Psikolojik suç teorilerini açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Rasyonel Tercih Teorisi

Birey Eksenli Suç Teorileri

Caydırıcılık Teorisi

Klasik Okul

Biyolojik Suç Teorileri

Pozitivist Okul

Psikolojik Suç Teorileri

İçindekiler 

Giriş



Rasyonel Tercih Teorisi



Biyolojik Suç Teorileri



Psikolojik Suç Teorileri

32





Suçun Nedenlerine İlişkin Birey Temelli Görüşler GİRİŞ Kriminoloji biliminin başlıca araştırma önceliği suçun nedenlerini ortaya koyarak suçun nasıl önlenebileceğine ilişkin modeller geliştirmektir. Bu bölümde, Kriminoloji literatüründe suçu birey ekseninde ele alan felsefe, biyoloji ve psikoloji temelli teorilerden en önemlilerini inceleyeceğiz. Geçmişten günümüze suçu birey eksenli modellerle açıklamak nedense insanlara daha kolay gelmiş, suçun nedenlerinin bireyin içinde bir yerlerde olduğu düşüncesi çoğu bilim insanı tarafından kabul görmüştür. Ne var ki, suçu bireysel özelliklere bağlayan hemen her görüşün kendine göre farklı bir gerekçelendirme ile hareket ettiği gözlemlenmiştir. Örneğin Orta Çağda suçun bireyi hâkimiyeti altına alan bir takım spritüel güçlerden kaynaklandığı iddia edilirken, Klasik Okul’la birlikte suçun birey tarafından alınan rasyonel kararlar ve tercihler neticesinde meydana geldiği kabul edilmiştir. Biyolojik ve psikolojik suç teorilerde ise suçun bireyde meydana gelen bir takım patolojik durumlar ve anormallikler sonucu ortaya çıktığı düşünülmüştür. Dolayısıyla, suça neden olan “şey”i bireyin “içinde” gören bu yaklaşımları ileri süren bilim insanlarının esasen birbirlerinden çok farklı fikirlere sahip olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple de, “İnsanlar neden suç işler?” sorusuna cevap olarak bireyi işaret eden bu teorilerin ayrı ayrı ele alınarak açıklanmalarının suçun nedenlerini çok daha iyi anlamamız açısından oldukça önemli olduğunu ifade etmemiz gerekir. Bu bölümde, öncelikle suçu insanların özgür iradeleriyle gerçekleştirdikleri eylemler olarak gören “Rasyonel Tercih Teorisi”ni ele alacak, ardından suçun oluşumunda özgür irade fikrini reddeden pozitivist bakış açısının ürünü olan “Biyolojik Suç Teorileri” ile Psikolojik Suç Teorileri”ni sırasıyla inceleyeceğiz.

RASYONEL TERCİH TEORİSİ Orta Çağ Avrupa’sında yaygın olarak kabul gören bu görüşe göre suça neden olan şey, insanların içine girdiği kabul edilen kötü ruhlar, cinler ve şeytanlardı. Bir insanın cinler, şeytanlar ve diğer doğaüstü güçler tarafından kontrol altına alındığından şüphelenilmesi durumunda bu kişinin derhal yakalanarak derhal toplumdan tecrit edilmesi ve kendisini kontrol eden ruhtan kurtarılması gerektiği düşünülmüştür. Bu “ruh çıkarma” veya “şeytan çıkarma” ayinleri çoğu zaman kişinin dayanılmaz acılara ve işkencelere tabi tutulmasına neden oluyor ve hatta ayin sonunda ateşe verilerek diri diri yakılmasıyla sonuçlanıyordu. Avrupa’da bu türden şeytan çıkarma ayinlerinde binlerce kişi yakılmıştır. Amerika’nın keşfiyle birlikte bu kıtaya göç eden Avrupalılar, batıl inançlarını bu kıtaya da götürmüş ve burada da binlerce insan “cadı” olma ithamıyla ateşe verilmiştir. Salem Cadısı namıyla meşhur bir dava, kendi halinde bir genç kızın İncil’den bazı ayetleri mırıldanarak okumasının bile kendisinin cadı olarak itham edilmesine ve sonuçta da yakılarak öldürülmesine neden olabildiğinden bahsetmektedir (Hanes, 2005; Roth, 2005; Siegel, 2001). Suçu bireyin “içinde” bulunan bir güç sonucu ortaya çıkan bir sorun olarak gören Orta Çağ anlayışı, bir yandan bireyin masum olduğunu kabul ederken diğer yandan kişinin içine girerek bireyi kontrolü altına alan ruhu, cini veya şeytanı dışarı çıkararak bireyin ruhunu kurtarabilmek için bu kimselere her türlü eziyet ve işkencelerin edilmesini ve hatta canlı canlı yakılmasını da bir tür dini gereklilik olarak görmüştür. İşte bu dönemde yaşanan bu türden tutarsızlıklar ve haksızlıklar, Rönesans ve Reform hareketleriyle tüm Avrupa’yı kuşatan ve Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan yeni bir döneme kapı aralamıştır. Kriminoloji literatüründe Klasik Okul olarak adlandırılan düşünce okulu, Aydınlanma 33





Çağı’nın suç, ceza ve adalet anlayışları üzerindeki etkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır (Dolu, 2011). Klasik Okulla ilgili detaylı bilgiyi bir önceki bölümde okumuş olduğunuz için bu bölümde Klasik Okulun suçu birey ekseninde nasıl değerlendirdiği konusuna değineceğiz. Doğaüstü güçler perspektifinin aksine, Klasik Okul, suça insanüstü bir takım varlıkların neden olduğu fikrini reddederek suçlu davranışı insanların “istemesi”ne bağlamıştır. İnsanın akıl ve özgür irade sahibi, ancak bu özellikleriyle birlikte kendini düşünen, bencil ve hedonist (zevkleri ve hazları için yaşayan) bir varlık olarak ele alındığı dönemde suçlar, bireylerin bilerek ve isteyerek gerçekleştirdikleri rasyonel eylemler olarak ele alınmıştır. İnsan düşünen ve rasyonel bir varlık olduğu için kendi eylemlerinin de bizzat faili ve sorumlusu olarak görülmüştür. İnsanı homo economicus yani kârını-ticaretini hesap eden rasyonel bir varlık olarak değerlendiren bu mantık çerçevesinde bireyin bir eylemi gerçekleştirmeden önce bu eylemin faydalarını ve zararlarını adeta bir terazinin iki kefesine koyar gibi hesap yapacağı, suç teşkil eden bir eylemde bulunmadan önce de aynı şekilde suçtan elde edeceği karları ve yakalanması ve ceza alması halinde kendisine mal olacak zararları ve riskleri tartarak suç işleyip işlememeye karar vereceği öngörülmüştür (Dolu, 2009).

Şekil 3.1: Klasik Okul/Rasyonel Tercih Teorisine Göre Suç İşlemeden Önce Yapılan Kar-Zarar Analizi Kaynak: Dolu, 2009:101

Klasik Okul çerçevesinde suç bireylerin rasyonel tercihleri sonucu gerçekleştirilen eylemler olarak değerlendirildiği için, suç önleme ve suçla mücadelenin en etkin yolu olarak suçu rasyonel bir tercih olmaktan çıkarmak görülmüştür. Başka bir deyişle, suçların ancak getirileri götürülerinden daha fazla olduğu sürece rasyonel alternatifler olarak sürdürülmeye devam edeceği, bu nedenle de suçların maliyetinin cezalar yoluyla artırılması durumunda suçlu davranışların rasyonel tercihler olmaktan çıkacağı iddia edilmiştir. Böylece, suçları önlemenin ancak caydırıcılığı yüksek cezalar yoluyla mümkün olacağı düşünülmüştür.



Şekil 3.2: Caydırıcılığın Üç Şartı

Klasik Okula göre cezaların caydırıcı olabilmesi için cezalarda şu üç özelliğin bulunması şarttır: (1) kesinlik, (2) hızlılık, (3) şiddetlilik. Kesinlik ilkesi, kanunları ihlal eden herkese cezaların hiçbir istisna ve iltimas tanınmaksızın eşit bir şekilde uygulanmasını ifade eder. Hızlılık ilkesi ile cezaların suçun işlendiği zaman dilimini takip eden en yakın zaman dilimi içinde infaz edilmesi kastedilir. Bu noktada hızlılık ilkesinin suçluların en kısa sürede yakalanması, işlemlerinin en kısa sürede yapılması, yargılamanın da en 34





kısa sürede tamamlanması gibi soruşturma, kovuşturma ve cezalandırma aşamalarının bir bütün olarak mümkün olan en kısa sürede tamamlanmasını ifade eder. Şiddetlilik ilkesi ise cezaların suçun gerektirdiğinden ne daha ağır ne de daha hafif olmak üzere suçla orantılı bir ağırlıkta olmasını ifade eder. Cezaların caydırıcı olabilmesi için kesinlik—hızlılık—şiddetlilik ilkelerinin üçünün de bir arada olması gerekir. Zira bir sacayağını oluşturan bu ilkelerden herhangi biri gerçekleşmezse cezalar kendilerinden beklenen caydırıcı etkiyi gösteremezler (Grasmick ve Bryjak, 1980; Jensen, Erickson ve Gibbs, 1978; Kenkel, 1993; Logan, 1972; Stafford, Gray, Menke ve Ward, 1986; Tittle ve Rowe, 1974). Literatürde caydırıcılık teorisi olarak bilinen bu yaklaşımla birlikte Klasik Okul müktesebatı, ülkemiz de dâhil olmak üzere günümüzün gelişmiş ülkelerinde geçerli ceza adaleti felsefesine kaynaklık etmiştir.

BİYOLOJİK SUÇ TEORİLERİ 1700-1800’lü yıllar arasındaki bir dönemi kapsayan Klasik Okul, başta biyoloji olmak üzere çeşitli tabiat bilimlerinde meydana gelen baş döndürücü gelişmeler neticesinde ortaya çıkan Pozitivist Okulun yükselişiyle birlikte etkisini yitirmiştir. Avrupalıların dünyayı keşfe çıkışı, farklı kıtalara ve daha önce ayak basılmamış denizaşırı yerlere seyahatlerinde bu insanlarla birlikte yolculuğa çıkan biyoloji bilimlerinde çalışmalar yapan botanikçiler, zoologlar, antropologlar ve diğer pek çok tabiat bilimci gittikleri yerlerde gözlemler yapmış ve bu gözlemlerini kayıt altına almıştır. Bu çalışmalar neticesinde birçok keşif yapılmış ve tabiatın işleyişine esas teşkil eden kanunlar anlaşılmaya çalışılmıştır. Sistematik deney ve gözleme dayalı çalışmaların yapıldığı bu dönemle positivist bilim felsefesi iyice kök salıp gelişmiştir. Pozitivist bakış açısının kriminolojik araştırmalara da hâkim oluşu suçun nedenlerine ilişkin ortaya konulan bilimsel görüşlerin şekillenmesinde ciddi tesirler icra etmiştir. Bu çerçevede suç, bir takım biyolojik, psikolojik ve sosyolojik faktörler neticesinde ortaya çıkan bir hadise olarak ele alınmış ve Klasik Okulun özgür irade fikri reddedilmiştir.

 Şekil 3.3: Pozitivist Okula Göre Suçun Nedenleri

Bu dönemde ortaya konulan pozitivist çalışmalardan biri olarak ortaya çıkan Darwin’in “Evrim Teorisi”, pek çok bilimsel çalışmaya, siyasi ve sosyal hayata yaptığı etkilerin yanı sıra günümüzde de etkisini devam ettiren pek çok biyoloji temelli suç teorisine kaynaklık etmiştir. Lombroso’nun “Atavistik Adam” veya “Doğuştan Suçlu” tiplemeleri bu bakış açısının ilk yansımaları olarak kabul edilebilir. Suçlu bireyin “eksik”, “sakat” veya “anormal” olarak değerlendirildiği bu perspektife göre bireyi suç işlemeye sevk eden temel faktör, kişinin biyolojik yapısındaki “gerilik”, “deformasyon” ya da “eksik tekâmül”dür (evrimleşme sürecini tamamlayamamış olma). Bu noktadan hareketle, biyolojik suç teorilerini iki başlık altında inceleceğiz: (1) dış görünüşe bağlı çalışmalar, (2) çağdaş biyolojik yaklaşımlar.

Dış Görünüşe Bağlı Çalışmalar Öteden beri insanların dış görünüşleri ve genel vücut özellikleriyle davranışları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışan eserler ortaya konulmuştur. Bu alanda kimi bilim insanları parmak şekilleri üzerinde yapılan çalışmalarla (Baughan, 1884), kimileri avuç içindeki çizgileri okuyarak (Baughan, 1885a), kimileri kulak şekli ve kıvrımlarını anlamaya çalışarak (Ellis, 1900), kimileri yüzü inceleyerek (Baughan, 1885b; Lavater, 1866), kimileri kafatasındaki girinti çıkıntıları ölçerek (Bischoff ve Hufeland, 1807; Carson, 1868; Spurzheim, 1834) insan davranışını anlamaya çalışmıştır. Kriminoloji literatüründe biyolojik determinizm olarak bilinen çalışmalar böyle bir ortamda çeşitlenerek çoğalmış ve bu çalışmalarla pozitivist kriminolojinin temelleri atılmıştır. 35





Biyolojik suç teorileri denildiğinde belki de akla ilk gelen isim Cesare Lombroso’dur. İtalyan bir doktor olan Lombroso, literatürde kriminal antropoloji olarak anılan ekolün en önemli temsilcisidir. Lombroso, 3000 mahkûm ve asker üzerinde yaptığı araştırmasıyla, insanların uzuvlarının ölçülerini alarak ve farklı uzuvlar arasındaki oranları ölçerek suçluların diğer insanlardan dış görünüş ve beden yapısı olarak daha farklı olduklarını iddia etmiştir. Lombroso’ya göre suçlular diğer insanlara kıyasla daha ilkel bir görünüme sahiptiler. Tüylü bir vücuda sahip olma, geniş çene kemiğinin bulunması, güçlü köpek dişleri, kıvrık burun, uzun kollar ve çıkıntılı elmacık kemikleri suçluları diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerdi. Lombroso, bazı insanların yalnızca dış görünüş olarak farklı değil, aynı zamanda zekâ düzeyi olarak da geri olduklarını görmüştü. Lombroso, bütün bu özellikler üst üste konulduğunda, bu insanların adeta evrim teorisinde varolduğu iddia edilen ilkel insanların günümüzdeki izdüşümleri olduğunu iddia etti. “Atavistik Adam” olarak nitelediği bu kişiler, evrim merdiveninde insan olma seviyesine ulaşamamış, ataları olan maymunlara benzeyen az gelişmiş varlıklardı. Zaten Lombroso’ya göre, evrimleşme sürecini başarıyla tamamlayarak tam anlamıyla insan olabilenlerin suç işlemesi için bir sebep de yoktu. Bu düşüncelerle Lombroso, atavizm tanısı koyduğu doğuştan suçluları vahşi hayvanlarla kıyaslayarak bu insanların toplumdan tecrit edilerek uzun yıllar boyunca kapatılmaları gerektiğini savunmuştur. İlginç bir şekilde, evrimleşme sürecini tamamlamamış olduklarını düşünmesine rağmen bu insanların rehabilitasyonla düzelebileceklerine de inanmıştır. Zamanla, görüşlerine getirilen eleştiriler sonucu, iklim, çevre, epilepsi, alkolizm, frengi ve sağırlık gibi durumların da suçlu davranış üzerinde etkili olabileceğini kabul eden Lombroso, o güne dek fen bilimleri tarafından kullanılan bilimsel metotları ve istatistiği suç araştırmalarına uygulayarak Pozitivist Kriminolojinin ortaya çıkışında öncü rol oynamıştır (Lombroso, 1876 ve 1911; Lombroso-Ferraro, 1979). Lombroso’yu takip eden süreçte Enrico Ferri ve Rafael Garafalo isimli iki İtalyan hukukçu da aynı paralelde çalışmalar yapmış ve Lombroso’nun görüşlerine sosyal boyutlar katmışlardır. Bu üç İtalyan’ın birbiri sıra yaptıkları bu çalışmaların bütününe literatürde İtalyan Ekolü adı verilmiş, bu ekolün etkileri 1940’lara kadar devam etmiştir (Allen, 1954; Kellogg, 1917; Sellin, 1958). İtalyan ekolünün yanı sıra, Avrupa ve Amerika’dan bilim insanları da suçlu ve normal dışı davranışların nedenlerini dış görünüş özellikleriyle açıklamaya çalışmıştır. Örneğin Alman Tubigen Üniversitesi’nden Ernst Kretschmer vücut yapısı ve kişilik özelliklerinin birbirleriyle ilişkili olduğuna inanıyordu. Almanya’nın güneybatısında yer alan Swabia şehrinde bulunan 260 akıl hastası üzerinde yaptığı araştırmada denekleri astenik (zayıf), atletik (kaslı), piknik (şişman) ve karma tip olmak üzere dört vücut yapısına ayıran Kretchmer, şişman yapıda olanların daha çok hırsızlık, atletik yapıda olanların ise daha çok şiddet suçlarını, zayıf olanların ise daha çok ihtiras suçları ve cinsel suçları işlemeye eğilimli olduklarını iddia etmiştir (Lilly vd., 1989:35). Benzer bir şekilde, Amerikalı William Sheldon da, Boston’da bir rehabilitasyon merkezinde bulunan 200 erkek çocuk üzerinde yaptığı araştırmasıyla vücut tipleri ile suç arasında belirgin bir ilişki olduğunu savunmuştur. Kretschmer’e benzer bir vücut tasnif sistemi geliştiren Sheldon, geliştirdiği sistemde farklı vücut tiplerine ektomorfik (zayıf), mezomorfik (atletik) ve endomorfik (şişman) isimlerini vermiştir. Sheldon çalışması neticesinde, suç işleyen çocukların çoğunlukla atletik yapıya sahip olanlar arasından çıktığını gözlemlemiştir (Shoemaker, 2000:23–24).

36





 Şekil 3.4: Sheldon’un Vücut Tipleri

Erken dönem teorileri daha sonraki dönemlerde ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur. Eleştirilerin en başında gelen sebep, bu çalışmalarda kullanılan örneklemlerin, bulguların genellenmeye çalışıldığı popülasyonu temsil etmeyişidir. Örneklemlerde çoğu zaman yalnızca suçlular, yalnızca belli bir rehabilitasyon veya akıl sağlığı merkezinde bulunan kişiler araştırmaya dahil edilmiştir. Bu durum da, bu çalışmaların ortaya koymuş olduğu sonuçları tartışmalı hale getirmiştir. Zamanla daha iyi metotlar ve daha gelişmiş istatistiksek tekniklerin kullanıldığı çalışmalar yapılmış ve bir sonraki bölümde ele alacağımız çağdaş biyolojik teoriler ortaya çıkmıştır.

Çağdaş Biyolojik Yaklaşımlar Biyoloji ve istatistik bilimlerinde yaşanan hızlı gelişim biyolojik faktörleri suçlu davranışı açıklamak için kullanan bilim insanları için de oldukça ufuk açıcı yeni bir dönemi başlatmıştır. Çağdaş biyolojik yaklaşımlar olarak adlandırdığımız bu bölümde suçlu davranışı izah edebilmek için geliştirilen genetik, beyin ve biyokimya perspektifli görüşleri ele alacağız.

Genetik ve Suç 1800’lü yıllarda yapılan aile araştırmaları ile suçun kalıtım yoluyla yayıldığı düşüncesi kuvvet kazanmıştı. Örneğin, bu alanda yazılan en meşhur eserlerden biri olan “Jukes Ailesi” isimli kitabında bu aileden 1200 kişiyi tam beş nesil geriye doğru giderek araştıran Richard Dugdale (1877) suç hattının genellikle erkeğin soyunu takip ettiğini, suçun en çok yoğunlaştığı yerin gayri meşru çocuklar olduğunu, en uzun suç hatlarının büyük erkek çocuklarının soyunda bulunduğunu bildirmişti. Daha sonra Henry Goddard’ın (1911, 1914 ve 1922) yaptığı benzer çalışmalar, o günün şartlarında suçlu davranışın kalıtımla geçtiğine ilişkin ikna edici bulgular ortaya koymuştu. Bu çalışmaların bir izdüşümü olarak, genetik biliminin biyoloji içinde ayrı bir uzmanlık alanı olarak sivrilmesiyle birlikte bu yeni alanın ortaya koyduğu yeri fikirler ve bulgular doğrudan suç araştırmalarına uygulanarak “acaba suçlu davranışa sebep olan ve nesilden nesle aktarılan bir gen olabilir mi?” sorusuna cevap aranmaya başlandı. Bu alanda geliştirilen teorilerin en meşhuru XYY kromozom teorisidir. XYY veya Süper Erkek Sendromu—Bildiğimiz üzere insanlarda 23 çift kromozom bulunmaktadır. Bunlardan iki tanesi cinsiyet kromozomlarıdır. Kromozomlarına bakarak bir insanın dişi ya da erkek olup olmadığını anlamak mümkündür. X dişiyi, Y ise erkeği temsil eder. Bir insanın dişi olması için iki tane X’in yanyana gelmesi gerekirken (XX), erkek olması için bir X ve bir Y’nin bir araya gelmesi gerekir (XY). Özetle kadınlar 44+XX, erkekler ise 44+XY kadar kromozoma sahiptir. Ne var ki, bazen beklenmedik durumlar ortaya çıkabilir ve erkek cinsiyet kromozomlarında 44+XYY şeklinde bir anomali gözlemlenebilir. Bu iki Y kromozomunun birden bir kişide olma durumuna “Süper Erkek Sendromu” adı verilmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere aslında bu durum bir tür genetik hastalıktır. Ancak literatürde erkeklik kromozomunun fazla olması haline bu kişilerin diğer insanlara göre daha saldırgan olacakları ve 37





daha fazla suç işleyecekleri yönünde bir inanış ortaya çıkmıştır. Konunun popüler olduğu dönemlerde mahkûmlar üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar, gerçekten de iddia edildiği gibi süper erkek sendromu olan suçluların diğer suçlulara göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde daha fazla şiddet suçu işlemiş olduklarını göstermiştir. Ne var ki, zamanla gerçekleştirilen daha iyi tasarlanmış araştırmalar ve daha hassas metotların kullanıldığı çalışmaların yapılmasıyla birlikte, var olduğu iddia edilen bu ilişkinin gücü giderek zayıflamıştır. Ayrıca, önceki çalışmalarda kullanılan örneklemlerin yalnızca hapishanelerden alınmış olması, elde edilen bulguların genel nüfusa yaygın bir biçimde genellenemeyeceği sonucunu doğurmuştur (Beirne ve Messerschmidt, 1991; Einstadter ve Henry, 1995).

Beyin ve Suç Beynin insan davranışını yönlendiren “yönetici” organ olduğu uzun zamandır bilinmekte ancak bilimsel ve teknolojik imkânların sınırlı oluşundan dolayı bu konu somut araştırmalara konu olamamaktaydı. Örneğin, bundan 200 yıl önce yapılan prenolojik araştırmalarla devrin bilimsel sınırlılıkları içinde kafatası ölçülerek insan davranışı anlaşılmaya çalışılıyordu. Aslında ölçülmeye çalışılan kafatası değil, içindeki beyindi. Ancak bu mümkün olmadığı için dolaylı bir yöntem takip edilmek zorunda kalınıyordu. Böylece, yapılan kafatası ölçümüyle insan davranışı ve karakteri arasında ilişki kurulmaya çalışılıyordu. Aslında bugün geldiğimiz noktanın 200 yıl öncesinden çok daha farklı olduğunu söylemek çok zordur. Çünkü bizim de günümüzde yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız şey esas itibariyle 200 yıl öncesinden farksızdır. Ancak, bugün elimizde bulunan teknolojik imkânlar bize kafatasının içini görmemizi mümkün kıldığı için daha avantajlı durumdayız. Fiziksel Hasarlar—Beyin, karmaşıklığı kadar hassas bir organdır. Bu yönetici organda meydana gelebilecek herhangi bir hasar doğrudan insan davranışları üzerinde olumsuz etkiler yapabilme potansiyeline sahiptir. Günümüzün en ileri teknolojileriyle yapılan beyin görüntüleme çalışmaları, beynin ön ve sol lobunda meydana gelecek hasarların insanların sağlıklı düşünmeye yeteneklerini ciddi ölçüde sakatladığını göstermektedir. Özellikle beynin ön lobunda oluşabilecek bir hasar, bireyin saldırganlık ve şiddete başvurmasına neden olabildiğini göstermektedir (Raine ve Lui, 1998). Biyokimyasal ve Hormonsal Etkiler—Beyin, fiziksel yapısı itibariyle bünyesinde barındırdığı sayısız sinir hücresiyle dev bir elektronik devreye benzer. Beyinde hücrelerinin birbiri arasında iletişimlerinde beyinde üretilen bazı kimyasal maddeler ve hormonlar aktif rol oynarlar. Bu hormonlar sinir hücrelerinin arasındaki sinaps adı verilen boşlukları doldurarak bu hücreler arasında mikro-elektrik akımlarıyla meydana gelen iletişimin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlarlar. Bu noktada, seratonin, nöronefrin ve dopamin gibi hormonlar beynin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için hayati öneme sahiptir. Seratoninin elektrik geçirgenliği oldukça yüksek iken dopaminin elektrik geçirgenliği daha azdır. Bazen kişinin doğuştan sahip olduğu yapısal bir özellik nedeniyle, bazen beslenme tarzının bir sonucu olarak, bazen de başka bir nedenle bu hormonlardan bazıları daha fazla salgılanıyor olabilir. Örneğin dopamin miktarındaki artış, bireyinde elektrik akışını zorlaştırarak bireyin normalden daha stresli ve tahammülsüz olmasına, en ufak bir şeye kızıp öfkelenmesine neden olabilir. Eğer ki kişinin beyni genetik olarak daha fazla dopamin salgılamaya programlanmışsa, o zaman bu kişinin doğuştan asabi ve saldırgan bir kişilik yapısına sahip olması beklenir. Fast-food tarzı beslenmenin de benzer bir etki yaparak insanları daha saldırgan hale getirebileceği yönünde çalışmalar mevcuttur. Bu alanda yapılan araştırmalar, fast-food ile beslenen okul çocuklarının diğer çocuklara göre daha saldırgan olduklarını göstermiştir. Seratonin hormonunun fazla salgılanma durumu ise kişiyi sakinleştirici bir etki yapar. Mutluluk hormonu adı verilen seratonin salgılanışındaki artış kişide uyku etkisi yapar. Örneğin, çikolata yedikten sonra seratonin miktarında hızlı bir artış kişinin kendisini hem daha mutlu hem de uykulu hissetmesine neden olur. Dolayısıyla, beyin kimyasında meydana gelen en hassas değişiklikler bile kişinin ruh hali üzerinde etkili olur ve davranışları üzerinde doğrudan bir tesir icra eder (Conklin, 2004; Rowe, 2003). Sonuç olarak, ister küçük yaşta kurşun, manganez ve benzeri ağır metallere maruz kalma nedeniyle, ister fiziksel bir hasar sebebiyle, isterse de hormonsal veya beyin kimyasına ilişkin bir nedenle beyinde meydana gelebilecek bir anomali beynin normal işleyişini bozabilir. Bu da insanların normal dışı davranışlar göstermesine, şiddete başvurmasına, saldırganca tavırlar ortaya koymasına neden olabilir. 38





PSİKOLOJİK SUÇ TEORİLERİ Psikoloji biliminin kriminolojiye yaptığı katkılar esas itibariyle bu alanda yazılan kitaplarda psikolojik suç teorileri başlığı altında yazılanlardan çok daha fazladır. Zira son yüzyılda psikoloji biliminde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmeler, bu disiplin tarafından geliştirilen teori ve metotların kriminolojik çalışmalara da uyarlanmasına imkân tanımış, netice itibariyle suç ve suçlu davranışı daha iyi anlayabilmemiz için yeni sentezlerin yapılabilmesine olanak tanımıştır. Ne var ki, bu yazıya ayrılan yerin sınırlı oluşu sebebiyle konuyu detaylı bir şekilde ele alan çalışmalara (Örneğin bkz: Dolu, 2011) havale ederek tartışmamızı daha sınırlı bir alanda sürdüreceğiz. Psikoloji—suç ilişkisine baktığımız zaman, bu bilimin suçun nedenlerine ilişkin getirdiği açıklamaların, suçluları diğer insanlara kıyasla psikolojik olarak sorunlu ve patolojik kişiliklere sahip bireyler olarak değerlendiren modeller etrafında örgülendiğini görmekteyiz. Bu noktada Dolu (2011), psikolojik suç teorilerini dört başlık altında değerlendirmektedir (1) psikanaliz ve suç, (2) genel kişilik özellikleri ve suç, (3) zekâ ve suç, (4) ahlaki gelişim ve suç.

Psikanaliz ve Suç Psikanaliz, özellikle 19.’uncu yüzyılın sonu ile ve 20. Yüzyılın ortalarına kadar süren dönemde psikoloji bilimi üzerinde oldukça etkili olmuş bir ekoldür. Bu kısımda, psikanalize ilişkin temel bilgilerden yalnızca kriminolojik anlamda işimize yarayanlarına ilişkin kısa tanımlamalar getirerek psikanalizle ilgilenmek isteyenler için kaynakça bölümünde daha detaylı bilgi edinilebilecek eserleri sıraladık. Sigmund Freud tarafından kurulan bu ekol, insan aklının kendi içinde farklı tabakalara ve parçalara ayrılabilen bir yapı olduğunu iddia ederek insanın iç dünyasının karanlıkta kalan kısımlarına bu şekilde ışık tutmaya çalışmıştır. Freud geliştirdiği modelde insanların üç parçalı bir zihin yapısına sahip olduklarını iddia etmiştir: (1) id, (2) ego ve (3) süperego. Freud’un daha önce kurguladığı altbenlik, benlik ve üstbenlik kavramlarına benzer bir yapı arz eden bu kavramlar, insan davranışlarını mekanik düzlemde anlamlandırabilmek için oldukça faydalı bir mantıksal çerçeve sunmaktadırlar. İd-İnsanların doğuştan itibaren sahip oldukları içgüdülerini, arzularını ve isteklerini barındıran bir yapıdır. İd, varlığın devamı için gerekli bir bileşendir. İd, sürekli olarak yeme, içme ve cinsellik gibi vücudun temel ihtiyaçlarının giderilmesini, arzuların ve isteklerin tatmin olmasını ister. Ancak bunu yaparken herhangi bir sosyal kural ya da normu gözetmez. Dünyada yalnızca kendisi varmış gibi, dünya kendi etrafında dönüyormuş gibi her şeyin kendi istekleri doğrultusunda gerçekleşmesini ister. Süperego-Bireyin zamanla içinde bulunduğu toplumun normları, kuralları ve değerlerini öğrenir. Böylece, ayıp, günah ve yasak gibi kavramlar ve toplumsal değerler bireyin davranışlarını şekillendirmek için bir üst yapı oluşur. Süperego olarak adlandırılan bu yapı bireyin etik ilkeler, prensipler, normlar ve kurallar gibi daha sosyal değerlere uygun hareket etmesi için çalışır. Ego-Bireyin dış dünya ile olan iletişim ve etkileşimlerinde düzenleyici rol oynayan bir yapıdır. Ego, bir yandan id’in diğer yandan da süperegonun isteklerini ve taleplerini gerçekleştirirken belli bir kural ve düzen içinde bunu yapmaya çalışır. Bu anlamda egonun bireyin davranışlarına asıl yön veren yapı olduğunu söyleyebiliriz. Psikanalitik teoriye göre bu üç parçalı yapının kendi içinde uyumsuz ve çatışma halinde olması kişiyi anti-sosyal davranışlarda bulunmaya iter. Suç da bu süreçte ortaya çıkan doğal bir sonuçtur. Psikanalitiz literatüründe suça neden olan çatışma durumları şu şekilde özetlenmektedir: (1) çok güçlü bir id, (2) çok güçlü bir süperego, (3) id ve ego arasında denge sağlayamayacak kadar zayıf bir ego. August Aichorn isimli ünlü Avusturyalı psikolog, ilk olarak 1925’te Almanca olarak yayınlanan ve daha sonra İngilizce’ye çevrilen “Dikbaşlı Gençlik” isimli eseriyle psikanaliz prensiplerini kullanarak suçlu davranışı inceleyen ilk bilim adamı olmuştur. İnsanların doğuştan asosyal olduğunu söyleyen Aichorn (1955), zamanla dış dünyayla olan iletişim ve etkileşim sonucunda sosyalleşme sürecini tamamlayacağını bildirmektedir. Asosyallik bireyin dış dünyanın kuralları hakkında herhangi bir bilgisinin olmadığı bir haldir ve bu dönemde birey “haz evresinde” yaşamaktadır. Sosyalleşme ile birlikte haz evresinden “gerçeklik evresi”ne geçiş meydana gelir. Yani birey, herşeyin kendi istek ve arzularına 39





göre gerçekleşmeyeceğini anlar, içinde yaşadığı toplumda diğer insanların da benzer istek ve arzularının olabileceğini, toplumun belli bir düzen içinde varlığını devam ettirebilmesi için herkesin kendisine ait istek ve arzulardan fedakârlık etmesi gerektiğinin farkına varır. Yani, haz evresinden gerçeklik evresine geçiş, aslında id’in tam anlamıyla hâkim olduğu asosyallik döneminden ego’nun id ve süperego arasındaki dengeyi tam olarak sağladığı ve sosyalleşmenin tamamlandığı bir döneme geçiş anlamına gelir. Aichorn (1955), herkesin başarılı bir şekilde haz evresinden gerçeklik evresine geçemeyeceğini, bunun sonucunda da anti-sosyal davranışların ve suç teşkil eden davranışların ortaya çıkacağını bildirir. Bu noktada, kimileri “açık suçlu” haline gelerek doğrudan suç işlerken, kimileri ise uygun bir suç fırsatının karşılarına çıkacağı ana kadar “gizli suçlu” olarak beklemeye devam ederler. Aichorn, suçlu davranışın bizzat kendisinin araştırılmaya ve açıklanmaya değmeyecek bir konu olduğunu, zira suçların olsa olsa kişinin daha derinlerde yatan psikolojik bir sorununun varlığına işaret eden birer semptom olacağını savunmaktadır. Bu anlamda Aichorn, kötü arkadaş çevresi, suç fırsatları ve benzeri diğer faktörlerin de doğrudan suça neden olamayacaklarını, olsa olsa “provakatör” rolü oynayan faktörler olabileceklerini ifade etmektedir.

Genel Kişilik Özellikleri ve Suç Psikolojik kriminolojide suçun nedenleri arasında önemli bir faktör de kişilik özellikleri olmuştur. Bazı kişilerin diğerlerine göre daha saldırgan olması, daha fazla şiddete başvurması ve daha fazla suç işlemesinin nedeni olarak bu kimselerin problemli kişilik yapılarına sahip olmalarına bağlanmıştır. Bu noktada ön plana çıkan kişilik özellikleri ani ve tepkisel hareket etme, negatif duygusallık ve psikopatidir.

Ani ve Tepkisel Hareket Etme Ampirik kriminoloji bize ani ve tepkisel hareket etmenin suçlu davranışın en önemli psikolojik belirleyicileri arasında olduğunu söylemektedir. Normalde insanlar, yapmak istedikleri bir hareketin öncesinde isteklerini ve arzularını belli bir düşünme ve değerlendirme süzgecinden geçirerek sonrasında meydana gelmesi muhtemel sonuçları düşünerek hareket ederler. Ne var ki, ani ve tepkisel hareket eden insanlar normal insanlardan farklı olarak, içlerinden gelen arzu ve isteklerini eyleme dönüştürmeden önce sağlıklı bir bilişsel değerlendirme sürecinden geçirmeksizin harekete geçerler. Yani, girdilerle çıktıların tam ortasında olması gereken bilişsel değerlendirme aşaması bu insanlarda ya çok kısadır ya da hiç yoktur. Bu nedenle de yapmaları muhtemel hataları ve riskleri hesap etmedikleri gibi davranışları neticesinde hiç öngöremedikleri sonuçlarla karşılaşabilirler. Hatta bu sonuca kendileri bile şaşırırlar. İşte bu noktada suç ve sapma teşkil eden davranışlar, çoğu zaman kişinin bilerek ve isteyerek gerçekleştirdiği kasıtlı eylemler olarak değil, bilakis kontrolsüz ve gelişi güzel hareket etmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar (Jones ve Lyman, 2009; Komarovskaya, Loper ve Warren, 2007; Lynam ve Miller, 2004).

Negatif Duygusallık İnsanların dünyaya sürekli olarak olumsuz bir tavırla, kızgınlık ve öfkeyle yaklaşmaları olarak tarif edebileceğimiz negatif duygusallık, ampirik kriminolojide suçun önemli psikolojik belirleyicilerinden bir diğeri olarak değerlendirilmektedir. Araştırmacılar, aile içi huzursuzluk ve şiddet ortamında yetişen insanlarda daha sık görülen bu durumun, yaşadığı bu kötü tecrübeler neticesinde zamanla bireyin beyin kimyasının bozularak seratonin düzeyinin düşmesine neden olduğuna inanmaktadırlar (Caspi vd., 1994).

Psikopati Günlük konuşma diline kadar yerleşmiş bir kavram olan psikopati, empati yoksunluğu ve suçluluk hissetmeme özellikleriyle ön plana çıkan narsist ve ben-merkezci bir kişilik yapısıdır. İçinde bulundukları durumu manipüle ederek insanları sürekli olarak aldatabilme yeteneğine sahip bu kimseler patolojik yalancıdırlar. Kendilerine asla güvenilemeyecek şekilde sürekli olarak beklentileri boşa çıkartma ve sosyal normları canları nasıl isterse çiğneme eğilimindedirler. Duygusal derinlikten yoksun olan bu kişilerin sevme yetenekleri de yoktur (Cleckey, 1988). “Vicdansız: Aramızdaki Psikopatların Rahatsız 40





Edici Dünyası” isimli meşhur kitabında Kanadalı psikolog Robert Hare (1999), bu insanların yalnızca suçlular arasında olmadığını, aramızda yaşadıklarını ve her an karşımıza çıkabileceklerini söylemektedir. Psikopatların tehlikeyi seven, endişeye kapılmayan ve soğukkanlı bir kişilikleri vardır. Psikolojik uyarılma eşikleri oldukça yüksek olduğu için herkesin korktuğu veya paniklediği riskli durumlarda hiçbir çekingenlik göstermezler. Bilakis bu tür durumlar onlarda heyecan uyarır. Bu sebeple, her an bir macera ve heyecan arayan psikopatlar, ani ve tepkisel hareket ettikleri için düşüncesizce hareket ederler. Yalnızca kendilerini düşündükleri için de diğer insanların çektikleri acı ve ıstıraplar onlar için hiçbir değer taşımaz. Psikopatlar geçmiş tecrübelerden öğrenme yetenekleri en düşük olan insanlardır; ceza ile caydırılmaları da olası değildir. O nedenle de, hiçbir riski almaktan çekinmezler. Bu özellikleri ile psikopatlar, gerek suç öncesi suçtan alıkoyma, gerek suç sonrası ceza ile durdurma, gerekse de rehabilitasyon programlarıyla değiştirilebilme olasılığı en az olan bireylerdir (Cima, Tonnaer ve Hauser, 2010; F. P. F., 1948; Harris ve Rice, 2006).

Zekâ ve Suç Zekâ konusu, son iki yüzyılda pek çok kriminolojik araştırmaya konu olmuş bir konudur. Zekânın suçla ilişkili olduğunu savunanlar, zekâ seviyesindeki düşüşle birlikte suç işleme olasılığının artacağını savunmuşlardır. Bu görüşü test eden birçok çalışma, iddia edildiği gibi, zekâ ve suç arasında negatif bir ilişki olduğunu tespit etmiştir. Ne var ki, bu çalışmalara getirilen eleştiriler bu sonuçların güvenirliğinin sorgulanmasına yol açmıştır (Dolu, 2011:190–194). Bu alanda bir klasik olarak bilinen en meşhur isim Henry Goddard’dır. Yazar, 1911 yılında yayınladığı “Katılım ve Zekâ Geriliği” isimli makalesi, 1914 yılında yayınladığı “Zeka Geriliği: Sebepleri ve Sonuçları” isimli kitabı ve son olarak 1922 yılında yayınladığı “Kalikak Ailesi” isimli kitabıyla öncelikle zeka geriliğinin katılım yoluyla geçen bir özellik olduğunu, daha sonra da suçun bu vesileyle zeka geriliği olan insanlarda nesilden nesle aktarılan bir özellik olarak suçlu davranışın yayılmasına neden olan kilit mekanizma olduğunu savunmuştur. Özellikle Goddard (1922), Kalikak Ailesi üzerinde yaptığı araştırmasıyla, zekâ geriliği ve buna bağlı olarak suçlu davranışın kalıtımla geçtiğini bu aileyi altı nesil öteye kadar takip ederek göstermiştir. Zamanla, daha gelişmiş araştırma metotları ve istatistiksel tekniklerle birlikte bazı kriminologlar bu çalışmalarda kullanılan yöntemleri eleştirmiş, örneklemlerin çoğunlukla hapishanelerden seçildiğini, bu nedenle de çalışmalarda kontrol grubu kullanılmadığı için elde edilen bulguların genellenebilir nitelikte olmadığını savunmuşlardır. Ayrıca eleştiriler, düşük zekâları kişilerin suç işlerken daha çok hata yapmaları sonucu çabuk yakalanacakları, bu nedenle de hapishanedeki oranlarının genel nüfus içindeki oranlarından daha yüksek olacağı üzerinde de durmuşlardır (Beirne ve Messerschmidt, 1991; Einstadter ve Henry, 1995). Dahası, bazı eleştirmenler zekâ seviyesinde ki düşüşün daha fazla suça neden olacağı iddiasının yanlış olacağını, zira bazı suçları (örneğin beyaz yaka suçları ve bilişim suçları gibi) işlemenin ve işledikten sonra yakalanmamanın yüksek bir zekâ gerektireceğini dile getirmişlerdir.

Ahlaki Gelişim ve Suç Psikoloji literatüründen suç araştırmalarına uyarlanan en son model ahlaki gelişimdir. Bu yaklaşıma göre insanlardan bazılarının diğerlerine kıyasla daha fazla suç işlemelerinin nedeni, bu kimselerin oldukça düşük bir ahlaki gelişime sahip olmalarıdır. Kohlberg’in ahlaki gelişim modelini açıklayıcı değişken olarak kullanan bu görüş, insanların ahlaki gelişim merdiveninde ne kadar üst basamaklara çıkarlarsa o oranda suç işleme olasılığının azalacağını savunmaktadır. Ahlaki gelişim kişinin tüm hayatı boyunca sürer. Toplam altı aşamadan oluşan Kohlberg’in ahlaki gelişim modelinde sırasıyla (1) itaat ve ceza, (2) bireysellik, menfaat ve karşılıklılık, (3) insanlar arası iyi ilişkiler, (4) kamu düzenini muhafaza, (5) sosyal sözleşme ve (6) evrensel ilkeler ve prensipler aşamaları bulunmaktadır. Alt düzeylerde ben-merkezli ve menfaatçi bir dünya görüşüne sahip olan birey, daha üst basamaklara çıktıkça önce toplumcu bir bakış açısı kazanmakta, üst basamaklarda ise daha çok değer eksenli bir bakış açısıyla demokratik değerler, evrensel etik ilkeler ve prensipleri hayatına rehber edinmektedir. Böylece, ahlaki gelişim bakımından alt basamaklarda kalanlar daha çok kendilerini düşünen, başkalarının düşüncelerine ve ihtiyaçlarına değer vermeyen bireyler olacakları için bu kimselerin daha çok suç işleyeceği, üst basamaklarda bulunanların ise bencillik duygusundan sıyrılarak empati kurabilme yeteneği gelişmiş, başkaları için kendisini feda edebilme noktasına ulaşabilmiş fertler olarak suç işleme olasılıklarının çok az olacağı iddia edilmiştir (Dolu, 2011:194–202). 41





Özet Başta Beccaria ve Bentham olmak üzere pek çok Klasik Okul düşünürü suçları önlemenin en kestirme yolunun cezayı artırarak “suçu rasyonel bir tercih olmaktan çıkarmak” olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, rasyonel bir bireyin yaptığı kâr-zarar hesabını temsil eden hayali bir terazinin iki kefesinde bulunan suç ve ceza dengesini, ceza kefesinin ağırlığını biraz daha artırarak suçları “kârlı” ve “avantajlı” alternatifler olmaktan çıkarabileceklerini öngörmüşlerdir. Böylece, rasyonel bireylerin artan cezalara bakarak suç işlemenin pek de mantıklı bir tercih olmayacağını hesap edeceklerini savunmuşlardır.

Suçu birey ekseninde açıklamaya çalışan pek çok model, suçun kaynağı olan “şey”i sürekli olarak insanın “içinde bir yerlerde” aramasına karşın, bu yaklaşımların herbirinin esas itibariyle birbirinden oldukça farklı olduklarını görmekteyiz. Doğaüstü güçler, perspektifi, Klasik-Okul, biyolojik ve psikolojik suç teorilerinin hepsi suça neden olan şeyin insanın içinde bir yerlerde olduğunu iddia etmelerine rağmen, ortaya koydukları açıklamalar arasında neredeyse ortak bir nokta yok denilecek kadar azdır. Aşağıdaki bölümde bu görüşleri kısaca özetleyeceğiz. Doğaüstü güçler perspektifine göre, suça neden olan şey, insanın içine giren ve böylece insanı ele geçiren bir takım cinler, şeytanlar ve kötü ruhlardır. Yani suç, bireylerin iradesiyle meydana gelen eylemler değildir. Aksine, suçlar bireyin kontrolü dışında gerçekleşen ve bireyi kontrolü altına alan doğaüstü gücün etkisiyle meydana gelen hadiselerdir. Suçun sorumluluğu bireyi ele geçiren spiritüel varlığa verilince, esasen bireyin herhangi bir şekilde suç sorumluluğunun olmaması beklenmeliydi. Ancak, bu kimselerin “ruhlarını kurtarmak” amacıyla çeşitli eziyet ve işkencelere maruz bırakılmaları, hatta ateşe verildikleri için dayanılmaz acılarla diri diri yanarak can vermeleri, “cezanın bireye değil de bireyi ele geçiren kötü ruha verildiği” iddialarını inandırıcı olmaktan çıkarmaktadır. Ne var ki, bu dönemde yaşanan cehalet ve sisteme hakim güçlerin keyfi tutumları neticesinde suçun kaynağı ve cezanın niteliğine ilişkin halkın söyleyebileceği pek de sözü bulunmadığı unutulmamalıdır.

Bu noktada, Beccaria cezaların caydırıcı olabilmesi için kesinlik, hızlılık ve şiddetlilik olmak üzere toplam üç şartın yerine getirilmesi gerektiğini söylemiştir. Cezaların herhangi bir istisnaya yer vermeksizin bütün suçlulara uygulanmasıyla kesinlik ilkesinin; suç ile ceza arasındaki sürenin mümkün olduğu kadar kısa tutulması ile hızlılık ilkesinin; suç ile ceza arasında belli bir oran olması ile de şiddetlilik olacağı ilkesinin hayata geçirilmiş vurgulanmıştır. Bireyi rasyonel olarak gören ve bu varsayıma bağlı olarak suçların cezaları artırmakla önlenebileceğini öngören bu yaklaşım, hem bireyleri “ideal ölçüde rasyonel” görmekle, hem de “sanki bütün suçlar rasyonel tercihler sonucunda işleniyormuş gibi” düşünmüş olmakla hatalıdır. Zira ne insanların ideal ölçüde rasyonel olması mümkündür, ne de bütün suçlar insanların rasyonel tercihleriyle işlenmektedir. İnsanlar ideal ölçüde rasyonel olmaktan uzaklaştıkça hatalar ve yanlış hesaplamalar yapacak, böylece “rasyonel” zannettikleri suç tercihlerinin aslında hiç de rasyonel tercihler olmayabileceğini göremeyeceklerdir. Örneğin, bir evin bahçesinde köpek olduğunu bilmeyen bir hırsız o evi soymak için bahçeye atladığında büyük ihtimalle bu hareketinden dolayı oldukça pişman olacaktır. Çünkü, bütün planlarını köpeği hesaba katmadan yapan bir hırsız, hesap denklemine çok önemli bir faktörü katmamanın bedelini yakalanarak ödeyecektir. Dolayısıyla, insanların çoğu zaman “ideal ölçüde rasyonel olmayacakları” bilinmelidir. Bu bakımdan, riskleri hesap etmeden yalnızca ödüllere yoğunlaşan bir suçlunun cezalar yoluyla caydırılmasının da oldukça zor olacağı unutulmamalıdır.

Orta Çağ Avrupa’sının karanlıklarından kurtulma anlamında kullanılan “Aydınlanma Çağı”nın önemli bir bileşeni olan Klasik Okul, suçu bireylerin rasyonel tercihleri ile gerçekleştirdikleri eylemler olarak değerlendirmiştir. İnsanları özgür irade sahibi, rasyonel, bencil ve hedonist olarak değerlendiren Klasik Okula göre suç, herhangi bir zaman-mekân diliminde insanların karşısına çıkabilecek karar anlarında, bazı kimseler tarafından “yükte hafif, pahada ağır”, “getirisi çok, götürüsü az”, “zahmeti az, kazancı bol” olduğu için tercih edilen bir alternatiftir. Dolayısıyla, bu görüşe göre bir suçu işlemeleri neticesinde elde edecekleri kazanç ve avantaj, bu suçtan dolayı yakalanarak cezalandırılmaları durumunda alacakları cezadan veya karşılaşmaları muhtemel risklerden daha fazla ise insanların suç işleme olasılıkları artar. 42





Yapılan alan araştırmaları beyin hasarları ile şiddet ve saldırganlık içeren davranışlar arasında önemli bir bağın olduğunu ortaya koymuştur.

Biyolojik suç teorileri, suça neden olan şeyin insan biyolojisindeki bir takım patolojik durumların olduğunu savunmuştur. Tarihsel gelişim süreci içinde değerlendirdiğimizde, ilk biyolojik teorilerin suça neden olan anormalliği insanların dış görünüşünde görmüşlerdir. Suçluları dış görünüş olarak diğer insanlardan farklı olarak değerlendiren bu teoriler, suçluların biyolojik olarak suç işlemeyen insanlardan daha geri olduğunu savunmuşlardır. Bu görüşler daha sonra “Evrim Teorisi” ile birleşerek özellikle Lombroso’yla zirveye çıkmıştır. Bu bakış açısı çerçevesinde suçlular evrimleşme sürecini tamamlayamamış “insanımsı hayvanlar” oldukları düşünülmüştür. Suçlular, “doğuştan suçlu” olarak görülmüş ve evrim merdiveninde ulaşmaları gereken basamağa varamamış “atavistik adam”lar olarak değerlendirilmişlerdir. Daha sonra suça neden olan şeyin nesilden nesile aktarıldığı düşüncesi kuvvet kazanmaya başlamıştır. Böylece aile araştırmaları başlamış ve suçun sonraki nesillere geçip geçmediği yapılan alan araştırmalarıyla test edilmiştir. Suçun katılımla geçen bir özellik olduğu fikri genetik çalışmalarla daha da güçlenmiş, DNA’nın bulunmasıyla kalıtım ve suç ilişkisini araştıran çalışmalara olan ilgi iyice artmıştır. Aile çalışmalarını evlat edinme çalışmaları izlemiş, daha sonra ise ikizler üzerinde yapılan çalışmalar gelmiştir.

Daha sonra beyin kimyasına yönelik yapılan çalışmalar hormonların da beyinde meydana gelen fiziksel hasarlar kadar insan davranışları üzerinde etkili olduğunu gözler önüne sermiştir. Seratonin, dopamin ve testosteron gibi bazı hormonların insan davranışı üzerindeki etkilerine ilişkin deneyler yapılmış ve bu hormonların tesirleri araştırılmıştır. Dopamin hormonundaki artışın insanları daha tahammülsüz hale getirdiği tespit edilirken testosteron hormonundaki artışın bireyleri daha saldırgan hale getirdiği gözlemlenmiştir. Biyolojik suç teorilerine benzer bir şekilde suçu bireyin psikolojisinde meydana gelen patolojik durumlarla izah eden psikolojik suç teorileri, suçu bazen sosyalleşme sorunlarına, bazen zekâ seviyesindeki düşüklüğe, bazen sorunlu kişilik yapılarına, bazen de düşük ahlaki gelişime bağlamışlardır.

Suçun nedenlerini insan genetiğinde arayan bu çalışmaları, sonraki dönemde beyinle ilgili yapılan çalışmalar izlemiştir. Suça neden olan şeyin beyinde meydana gelen bir takım patolojilere bağlayan bu çalışmalar beyinde meydana gelmesi muhtemel fiziksel hasarların insan davranışları üzerinde önemli tesirler icra edeceği düşünülmüştür.

43





Kendimizi Sınayalım 6. Aşağıdakilerden hangisi Kretschmer’in vücut tipleri çalışmasında tasnifini yaptığı vücut tiplerinden değildir?

1. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Okula göre suçun nedenlerinden değildir? a. Bencillik

a. Karma

b. Kendini düşünme

b. Diplastik

c. Hedonizm d. Akıl hastalığı

c. Astenik

e. Özgür irade ve rasyonel tercih

d. Atletik

2. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Okula göre, cezaların sahip olması gereken özelliklerinden değildir?

e. Piknik

a. Suç işleyen kaçamaması

hiç

kimsenin

b. Suç ile ceza olmaması

arasındaki

7. Aşağıdaki seçeneklerden hangisinin biyolojik suç teorilerinin temel iddiasını ifade ettiği söylenebilir?

cezadan

sürenin

a. Ahlaki gelişim eksikliği bireyin suç işleme olasılığını artırır.

uzun

b. Erkekler daha fazla atavizm özelliklerine sahip oldukları için daha çok suç işlerler

c. Cezaların suçluları korkutabilmek için çok şiddetli olması

c. Bireyin dış görünüşü ile suç arasında bir ilişki yoktur, önemli olan hormonlardır.

d. İnsan onuruna yakışmayacak tarzda olmaması e. Bedensel eziyet ve işkence niteliği taşımaması

d. Biyolojik özelliklerle suç arasında anlamlı bir ilişki vardır.

3. Aşağıdakilerden hangisi Pozitivist Okula göre suçun oluşmasındaki faktörler arasında yer almaz?

e. Aşırı kıllı ve atletik yapıya sahip olan bireyler daha çok suç işlerler.

a. Fizyolojik özellikler

8. Aşağıdakilerden hangisi psikolojik teorilerinin genel temalarından değildir?

b. Genetik faktörler c. Sosyal faktörler d. Politik faktörler

a. Psikoanalitik yaklaşım

e. Psikolojik faktörler

b. Zekâ geriliği

4. Aşağıdaki kavramlardan hangisi insanların başta yüz özellikleri olmak üzere dış görünüş ile karakter tahlili ve suçun tahmin edilmesine çalışan bilim dalını ifade eder?

c. Ahlaki gelişim

a. Preneloji b. Fizyonomi

9. Aşağıdakilerden kavramının karşılığıdır?

c. Krignomansi

a. Zekâ geriliği

d. Atavizm

b. Vücut tipi bozukluğu

d. Beyin fonksiyonu bozuklukları e. Genel kişilik özellikleri

e. Palmistri

hangisi

c. Hiperaktivite

5. Aşağıdaki kavramlardan hangisi insanların kafa yapısı ile karakter tahlili ve suçun tahmin edilmesine çalışan bilim dalını ifade eder?

d. Çevreyle uyumlu davranış e. Anti-sosyal kişilik bozukluğu

a. Preneloji b. Fizyoloji c. Krignomansi d. Atavizm e. Palmistri 44





suç

psikopati

Yararlanılan Kaynaklar

10. Ahlaki gelişim hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

Aichorn, August (1955). Wayward Youth: A Psychoanalytic Study of Delinquent Children. New York: Meridian Books.

a. Esasen suçlularla diğer insanlar arasında ahlaki gelişim bakımından bir fark olduğu söylenemez

Allen, Francis A. (1954). “Pioneers in Criminology. IV. Raffaele Garofolo (18521934)” The Journal of Criminal Law, Criminology, and Police Science, Vol.45, No.4, pp. 373-390.

b. Ahlaki gelişim kişinin yaşamı boyunca sürer c. Bireyin ahlaki gelişim seviyesi arttıkça suç işleme olasılığı azalır d. Suçluların diğer insanlara göre daha düşük bir ahlaki gelişim düzeyleri vardır

Baughan, Rosa (1884). Chirognomancy; Or, Indications of Temperament and Aptitudes Manifested by the Form and Texture of the Thumb and Fingers. London: George Redway, York Street, Covent Garden.

e. Ahlaki gelişim seviyesindeki artışla birlikte kişi bencillik duygularından uzaklaşır

Baughan, Rosa (1885a). The Handbook of Palmistry. Revised Third Edition. London: George Redway, York Street, Covent Garden.

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

Baughan, Rosa (1885b). The Handbook of Physiognomy. London: George Redway, York Street, Covent Garden

1. d Yanıtınız yanlış ise “Rasyonel Tercih Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Beirne, Piers and Messerschmidt, James (1991). Criminology. San Diego: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers.

2. c Yanıtınız yanlış ise “Rasyonel Tercih Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Bischoff, Christian H. E. and Hufeland, Christoph W. (1807). Some Account of Dr. Gall's New Theory of Physiognomy, Founded upon the Anatomy and Physiology of the Brain, and the Form of the Skull. London: Printed for Longman, Hurst, Rees, and Orme, by Paternoster Row.

3. d Yanıtınız yanlış ise “Biyolojik Suç Teorileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “Dış Görünüşe Bağlı Çalışmalar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Carson, James C. L. (1868). The Fundamental Principles of Phrenology are the Only Principles Capable of Being Reconciled with the Immateriality and Immortality of the Soul. London: Houlston & Wright, Paternoster Row.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Dış Görünüşe Bağlı Çalışmalar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. b Yanıtınız yanlış ise “Dış Görünüşe Bağlı Çalışmalar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Caspi, Avshalom; Moffitt, Terrie E.; Silva, Phil A.; Stouthamer-Loeber, Magda; Krueger, Robert F.; Schmutte, Pamela S. (1994). “Are Some People Crime-Prone? Replications of the Personality Crime Relationship across Countries, Genders, Races, and Methods.” Criminology. Vol. 32, Number 2, pp.163-195.

7. d Yanıtınız yanlış ise “Biyolojik Suç Teorileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Psikolojik Suç Teorileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Cima, Maaike; Tonnaer, Franca; and Hauser, Marc D. (2010). “Psychopaths Know Right From Wrong But Don’t Care.” Social Cognitive Affect Neuroscience, Vol.5, No.1, pp.59-67.

9. e Yanıtınız yanlış ise “Psikopati” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise “Ahlaki Gelişim ve Suç” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Cleckley, Hervey (1988). The Mask of Sanity: An Attempt to Clarify Some Issues About the SoCalled Psychopathic Personality. Fifth Edition: Private printing for non-profit educational use. Kitaba tam metin olarak erişilebilecek adres: http://www.cassiopaea.org/cass/sanity_1.PdF 45





Conklin, John E. (2004). Criminology. 8th Edition. Boston: Pearson Education Inc.

Jones, Shayne and Lynam, Donald R. (2009). “In the Eye of the Impulsive Beholder: The Interaction between Impulsivity and Perceived Informal Social Control on Offending.” Criminal Justice and Behavior, Vol.36, No.3, pp. 307-321.

Cullen, Francis T. and Agnew, Robert (2003). Criminological Theory: Past to Present – Essential Readings. Los Angeles, CA: Roxbury Publishing Company.

Kellogg, Angie L. (1917). “Psychology and Crime” Psychological Bulletin, Vol.14, No.11, pp.379–387.

Dolu, Osman (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. 3. Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi.

Kenkel, Donald S. (1993). “Drinking, Driving, and Deterrence: The Effectiveness and Social Costs of Alternative Policies” Journal of Law and Economics, Vol.36, No.2, pp. 877–913.

Dugdale, Richard (1877). The Jukes: A Study in Crime, Pauperism, Disease and Heredity. New York: Putnam.

Komarovskaya, Irina; Loper, Ann B.; and Warren, Janet (2007). “The Role of Impulsivity in Antisocial and Violent Behavior and Personality Disorders Among Incarcerated Women.” Criminal Justice and Behavior, Vol.34, No.11, pp. 1499-1515.

Einstadter, Werner and Henry, Stuart (1995). Criminological Theory: An Analysis of Its Underlying Assumptions. Forth Worth, TX: Harcourt Brace College Publishers. Ellis, Miriam A. (1900). The Human Ear: Its Identification and Physiognomy. London: Adam and Charles Black.

Lavater, Johann C. (1866). Physiognomy or the Corresponding Analogy between the Conformation of the Features and the Ruling Passions of the Mind. London: William Tegg.

F. P. F. (1948). “The Legal Disposition of the Sexual Psychopath.” University of Pennsylvania Law Review, Vol.96, pp.872-887.

Lilly, J. Robert, Cullen, Francis T., and Ball, Richard A. (1989). Criminological Theory: Context and Consequences. Studies in Crime, Law, and Justice, Vol. 5. Newbury Park, London, New Delhi: Sage Publications.

Goddard, Henry H. (1911). Heredity of FeebleMindedness. Cold Spring Harbor, NY: Eugenics Record Office, Bulletin No.1. Goddard, Henry H. (1914). Feeble-Mindedness: Its Causes and Consequences. New York: The Macmillan Company.

Logan, Charles H. (1972). "General Deterrent Effects of Imprisonment" Social Forces, Vol.51, No.1, pp. 64–73.

Goddard, Henry H. (1922). The Kallikak Family: A Study in the Heredity of Feeble-Mindedness. New York: The Macmillan Company.

Lombroso, Cesare (1876) L'Uomo Delinquente. Milan: Hoepli. Lombroso, Cesare (1911). Crime: Its Causes and Remedies. Trans. Henry P. Horton. London: William Heinemann.

Grasmick, Harold G. ve Bryjak, George J. (1980). “The Deterrent Effect of Perceived Severity of Punishment” Social Forces, Vol. 59, No. 2. (Dec., 1980), pp. 471–491. Hare, Robert D. (1999). Without Conscience: The Disturbing World of the Psychopaths among Us. New York, London: The Guilford Press.

Lombroso-Ferrero, Gina (1979). “Criminal Man.” In In Joseph E. Jacoby (ed), Classics of Criminology. Oak Park, IL: Moore Publishing Company, Inc., pp. 75–88.

Harris, Grant T. and Rice, Marnie E. (2006). "Treatment of Psychopathy: A Review of Empirical Findings.” In Christopher Patrick (ed), Handbook of Psychopathy. New York, London: The Guilford Press, pp. 555–572.

Lynam, Donald R.; Miller, Joshua D. (2004). “Personality Pathways to Impulsive Behavior and Their Relations to Deviance: Results from Three Samples.” Journal of Quantitative Criminology, Vol.20, No.4, p. 319-341.

Jensen, Gary F., Erickson, Maynard L., and Gibbs, Jack P. (1978). “Perceived Risk of Punishment and Self-Reported Delinquency” Social Forces, Vol. 57, No. 1 (Sep., 1978), pp. 57–78.

Raine, Adrian and Lui, Jiang-Hong (1998). “Biological Predispositions to Violence and their implications for Biosocial Treatment and Prevention.” Psychology, Crime and Law, Vol.4, pp. 107-125. Rowe, David (2003). “Does the Body Tell? Biological Characteristics and Criminal 46





Disposition,” pp.64-72. In Francais T. Cullen and Robert Agnew, Criminological Theory: Past to Present – Essential Readings. 2nd Edition. Los Angeles, CA: Roxbury Publishing Company.

Spurzheim, J. G. (1834). Phrenology, in Connection with the Study of Physiognomy. Boston: Marsh, Capen & Lyon.

Sellin, Thorsten (1958). “Pioneers in Criminology. XV. Enrico Ferri (1856-1929).” The Journal of Criminal Law, Criminology, and Police Science. Vol.48, No.5, pp. 481-492.

Stafford, Mark C., Gray, Louis N., Menke, Ben A., Ward, David A. (1986). “Modeling the Deterrent Effects of Punishment.” Social Psychology Quarterly, Vol.49, No.4, pp. 338– 347.

Shoemaker, Donald J. (2000). Theories of Delinquency: An Examination of Explanations of Delinquent Behavior. Fourth Edition. New York, NY: Oxford University Press.

Sutherland, Edwin H. and Cressey, Donald R. (1978). Criminology. 10th Edition. Philadelphia, New York, San Jose, Toronto: J. B. Lippincott Company.

Siegel, Larry J. (2001). Criminology: Theories, Patterns, and Typologies. Seventh Edition. Belmont, CA: Wadsworth Publishing.

Tittle, Charles R. and Rowe, Alan R. (1974). "Certainty of Arrest and Crime Rates: A Further Test of the Deterrence Hypothesis" Social Forces, Vol.52, No.4, pp. 455–462.

47





4

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Suçun sosyal nedenlerini açıklayabilecek, Anomi kavramını tanımlayabilecek, Sosyal düzensizlik ve sistemik kontrol yaklaşımlarını açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Sosyal Düzensizlik

Anomi

Sosyal Çevre ve Suç

Sistemik Kontrol

İçindekiler 

Giriş



Sosyal Çevre ve Suç: Tanımlar ve Yaklaşımlar



Sosyal Düzensizlik Kuramı



İşsizlik, Fakirlik ve Suç



Mahallelilik Bilinci Kavramı ve Sistemik Kontrol Yaklaşımı

48





Sosyal Çevre ve Suç: Sosyal Yapı Teorileri GİRİŞ Suçun oluşumunda bireysel faktörlerden ziyade çevresel faktörlerin etkili olduğunu ileri süren yaklaşımlar özellikle önemli nüfus hareketlerinin yaşandığı 19 ve 20’nci yüzyıllarda oldukça ön plana çıkmışlardır. Suçun sadece bireysel nedenlerle açıklanamayacağı, bireysel özelliklerin etkisi olmakla beraber suç ve sapmaya yol açan sosyal nedenlerin de var olduğu şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşımlar, genel olarak toplumda yaşanan savaş, göç, ekonomik bunalım, doğal afet vb. gibi sosyal değişimlerin toplumdaki bireyleri bir arada tutan sosyal bağları zayıflatarak suç oranlarında artışa yol açacağını ileri sürmektedirler. Örneğin, bu alanda ki öncülerden birisi olan Durkheim bireysel özellik ve hazların suçun oluşumu üzerindeki etkisinin inkâr edilemeyeceğini, ancak diğer taraftan da sosyal yapının bu arzu ve hevesler üzerinde bir kontrol sağladığını ve bu yolla arzu ve heveslerin düzenlediğini ileri sürmektedir. Durkheim savaşlar, büyük felaketler, hızlı nüfus hareketleri gibi olağanüstü olaylar nedeniyle zayıflayan sosyal yapının bu denetleyici rolünü yapamaması nedeniyle bireylerin iradeleri ve ruhsal kaynakları ile başbaşa kalacaklarını ve bu durumun suç oranlarında artışa yol açabileceğini belirtmektedir. Durkheim’ın “anomi” olarak tanımladığı bu normsuzluk ve kuralsızlık ortamında sosyal yapının talepleri ve gereklilikleri ile bireysel arzu ve talepler arasında normal zamanlarda var olan denge ve uyumun bozulduğu ve oluşan bu düzensizlik ortamının bireysel arzu ve hevesleri ve egoizmi ön plana çıkarak suç oranlarında artışa yol açacağını ileri sürmektedir (Başıbüyük ve Karakuş, 2010). Yapısal İşlevselcilik olarak adlandırılan bu yaklaşım, temelde toplumu değişik organlardan (ör: aile, okul vb. kurumlar) meydana gelen büyük ve karmaşık bir organizmaya benzetmektedir. Birbirlerine bağımlı olan bu organlar bir tür uzlaşma ve anlaşma ile bir araya gelmiş ve birlikteliklerini dengeli bir şekilde götürmeye çalışmaktadırlar. Toplumu meydana getiren bireylerin aynı kültür ve yaşam tecrübesini paylaştığı, ilgi alanları, beklentileri, meşguliyet ve uğraşları, geçmiş hayat tecrübeleri yönüyle birbirlerine benzeştikleri, diğer bir ifadeyle daha homojen olduğu toplumlarda bu dengeyi sürdürmek nispeten kolay olmaktadır. Ancak özellikle iç ve dış göçlerin yoğun olarak yaşandığı ve sosyal yapının daha heterojen bir hale geldiği günümüzün modern toplumlarında bu dengeyi sağlamak daha zor hale gelmiştir. Durkheim sanayileşme ve modernleşme ile beraber ortaya çıkan bu tür toplumlarda herkes tarafından kabul görmüş ve benimsenmiş normların az olduğunu ve bu nedenle de sosyal kontrolün daha zayıf olduğunu ifade eder. Sosyal kontrol, bir toplumu meydana getiren gruplar arasındaki bağlar ve etkileşim kanalıyla toplumun kendi kendini düzenleme kabiliyeti olarak tarif edilmektedir (Janowitz, 1975). Özet olarak suçu çevresel nedenlerle açıklayan yaklaşımlar, suç ve sapmanın açıklanmasında bireysel, psikolojik ve biyolojik yaklaşımların tek başlarına yetersiz olacağını ileri sürmektedir. Bu yaklaşım, örneğin, suçun yaygın olduğu kenar mahallelerden birinde doğan bir kimsenin suçlu olarak doğmadığını ve bu kişinin bulunduğu sosyal ortamın o bireyi suça iten nedenlerini göz önüne almadan sadece bir kısım kişisel özellikleri nedeniyle suça yöneldiğini söylemenin yanlış bir önerme olacağını iddia etmektedir. Bu bölümde sosyal çevrenin suçun oluşumu üzerindeki etkisini ele alan kriminolojik görüşlere değinilecektir. 

49





SOSYAL ÇEVRE VE SUÇ: TANIMLAR VE YAKLAŞIMLAR İç ve dış göçler sosyal kontrol yönüyle toplumsal yapıyı nasıl etkilemektedir? Anlatınız.

SOSYAL DÜZENSİZLİK KURAMI Sosyal düzensizlik kuramı, suçluluğu bireylerin biyolojik ve psikolojik özellikleri ile açıklayan “bireysel düzeydeki” teorik yaklaşımların aksine suça ve suçluluğa yol açan sosyal ortam ve koşullar üzerine odaklanan “toplumsal/yapısal” bir yaklaşım benimsemektedir. Bireylerin biyolojik ve psikolojik özelliklerinin sapma ve suç davranışı üzerindeki etkisini inkâr etmemekle birlikte, sosyal düzensizlik kuramına göre belirli bir toplumda görülen yüksek suç oranlarının nedeni o toplumu oluşturan bireylerin biyolojik ve psikolojik özelliklerinden ziyade bireylerin içerisinde yaşadıkları toplumun yapısal özellikleridir. Zira bireylerin sosyalleşmesi ve hayat tecrübeleri de içerisinde yaşadıkları topluma göre şekilleneceğinden, toplumun karakteristik özellikleri suç ve suçluluk oranlarına etkisi bakımından zaman sıralamasında da bireysel özelliklerden önce gelmektedir. 19’uncu yüzyılda sanayileşme ve göçle beraber artan kentleşme oranları ve bunun sonucu olarak artan suç oranları araştırmacıların bu alana yoğunlaşmalarına neden olmuştur. Bu alanda bilinen ilk örneklerden birisi Robert E. Park ve Ernest W.Burgess adlı araştırmacıların geliştirdiği “insan ekolojisi” modeli olmuştur (Yoğunlaşma Bölgeleri Modeli olarak da anılmaktadır). Park ve Burgess kentte yaşanan bu sosyal değişimi ve bu değişimin meydana getirdiği sonuçları sosyal düzensizlik olarak değerlendirip bu alanda bilimsel çalışmalar yapmışlardır. Park ve Burgess geliştirdikleri modelde Şikago kentini bu şehirde yaşayanların sosyal özelliklerine göre iç içe geçmiş beş ayrı bölgeye ayırmışlardır. Bu bölgeler içerisinde suçun en yoğun olarak görüldüğü bölgenin ise “Bölge 2” (Zone 2) diye adlandırdıkları geçiş bölgesi olduğunu tespit etmişlerdir. Yeni gelişmekte olan sanayi tesislerinin hemen yakınında olan ve yaşam kalitesinin çok yüksek olmadığı bu bölgede, genellikle çevredeki fabrikalarda çalışan göçmenler ile ekonomik durumu iyi olmayan işçiler yaşamaktadırlar. Bu bölgenin temel özelliği, bölgede çok hızlı bir nüfus hareketi olmasıdır. Ekonomik durumunu düzelten işçilerin şehrin yaşam kalitesi daha yüksek olan başka bölgelerine göç ettikleri ve onların yerini ise çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu yeni işçilerin aldığı gözlenmiştir. Bu mahallelerdeki hızlı nüfus değişimi ve yaşayanların değişik etnik özelliklere sahip olması nedeniyle, bölgede sosyal kontrol mekanizmaları ve aynı mahalleyi kullanma bilinci şeklinde bir ortak anlayış gelişmemiştir. Bu bölge, kelimenin tam anlamıyla bir geçiş bölgesi haline gelmiştir. Sosyal kontrol mekanizmalarının gelişmemesi nedeniyle de suçun en yoğun olarak görüldüğü yerler olarak ön plana çıkmıştır.

Şekil 4.1: Burgess’in Yoğunlaşma Bölgeleri Modeli Kaynak: Dolu, 2011:210

50





Bireysel davranışları toplumun yapısal özellikleri ışığında değerlendiren Park ve Burges’in bu yaklaşımı sosyal organizasyonsuzluk yaklaşımı Shaw ve McKay’in (1972) Amerika Birleşik Devletleri’nin Şikago şehrinde yapmış oldukları çalışma ile birlikte teorik ve metodolojik anlamda daha somut bir şekle bürünmüş ve 20. Yüzyılın başından itibaren de modern Amerikan kriminoloji literatüründe ön plana çıkmıştır. Shaw ve McKay (1972) yapmış oldukları çalışmada 30 yıllık bir süreyi kapsayan resmi suç istatistikleri, mahkeme kayıtları, demografik istatistikler ve daha birçok veriyi inceleyerek Şikago şehrinde suçun yoğun olduğu bölgeleri ve bu yerlerdeki yüksek suç oranlarının nedenlerini incelemişlerdir. Bu çalışmada göze çarpan en önemli bulgu suç oranlarının yüksek olduğu bölgelerde göçmenler ile azınlık konumundaki etnik grupların (ör: zencilerin) yoğun olarak bulunması ve fakat zaman içerisinde bu bölgelerin etnik ve demografik kompozisyonunun değişmesine rağmen suç oranlarının değişmeden yüksek kalmasıdır. Yani suçun yoğun olarak görüldüğü bu bölgelerde yerleşik göçmenler (örn., İtalyanlar, İrlandalılar vb.) ve değişik etnik ve ırksal gruplara mensup bireyler zaman içerisinde bu bölgeleri terk etmesine ve yerlerine farklı sosyal yapıya sahip bireyler veya ayrı etnik gruplara mensup farklı bireyler gelmesine rağmen suç oranlarında anlamlı bir değişiklik meydana gelmemiş ve suç azalmamıştır. Suçun yoğun olduğu bu bölgeler genellikle düşük sosyoekonomik yapıya sahip olan ve şehir merkezine yakın olan mahalleler ile sanayi bölgelerini çevreleyen mahallelerdir. Bu bulgulardan hareketle Shaw ve Mckay, yüksek suç oranlarının mahallelerde yaşayan bireylerin biyolojik ve psikolojik özelliklerinden ziyade söz konusu mahallelerin toplumsal özelliklerinden kaynaklandığını öne sürmüşlerdir (Cullen ve Agnew, 2006). Mahallelerin toplumsal karakteristiklerinin suç oranlarını ne şekilde etkilediğini tespit etmek amacıyla da mahalle sakinleri ile derinlemesine mülakatlar yapmış ve suçluların hayat hikâyelerini incelemişlerdir. Yapılan tüm bu çalışmaların sonunda da düşük sosyoekonomik yapıya sahip, hızlı nüfus hareketlerinin (iç ve dış göç) yaşandığı ve etnik ve kültürel heterojenliğin yoğun olduğu mahallelerde suç oranlarının daha fazla olduğunu ortaya koymuşlardır. Göçün suç oluşumu üzerindeki etkisine ilişkin ülkemizde de benzer sonuçları görmek mümkündür: İzmir'de yargılanan 5 bin çocukla ilgili yaptıkları bir araştırmada İzmir'in çocuk suçlular haritasını çıkardıklarını bildirdi. Bu araştırmada suç işleyen çocukların göçlerin ve gecekondululaşmanın yoğun olduğu bölgelerde yaşadığı belirlendi. Suç işlediği iddiasıyla yargılanan çocukların % 57.9 'unun gecekonduda oturduğu tespit edilmiştir. Bu çalışmada, gecekonduda oturan nüfus oranlarıyla, suç işleyen nüfus oranları karşılaştırıldığında, gecekondulaşmanın çocuk suçluluğunda etkili bir faktör olduğu gösterilmektedir (Odabaşı, 2006). Sosyal düzensizlik kuramına göre mahalledeki yapısal sorunlar olarak adlandırılan, sosyoekonomik dezavantaj, nüfus hareketleri/göçler ve etnik/kültürel heterojenlik gibi sorunlar farklı sosyal ve kültürel değerlere sahip mahalle sakinleri arasındaki komşuluk, akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerini zayıflatmakta ve bu durum suç teşkil eden davranışların neler olduğu ve suç ve suçlularla mücadele konusunda ortak bir değerler bütünü ve hareket tarzı geliştirilmesini engellemektedir. Toplumun bireyleri arasında bu şekilde ortak değerlerin ve fikir birliğinin sağlanamaması mahallede potansiyel suç ve suçlular üzerindeki enformel kontrolü (örn., mahalle sakinlerinin birbirleri üzerindeki arkadaşlık, akrabalık ve komşuluk bağları üzerinden sağladıkları kontrol) ve formel kontrolü (örn., polis, belediye ve eğitim kurumları tarafından sağlanan kontrol) azaltarak suç oranlarının artmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, sosyoekonomik yönden dezavantajlı olan, toplumsal değişimin hızlı yaşandığı ve ortak değerlerden ziyade birbiriyle çatışan değer ve normların hakim olduğu toplumlarda zayıflayan sosyal kontrol nedeniyle suç oranları daha yüksek olarak görülecektir. Aksine, sosyoekonomik yönden daha avantajlı, sosyal yapısı itibariyle daha istikrarlı ve homojen olan toplumlarda ise toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş ortak değerler ve normlar hakim olacağından bu fikir birliği ve uzlaşma suç ve suçlularla mücadelede de sağlanabilecek ve artan sosyal kontrol nedeniyle suç oranları daha düşük olacaktır (Shaw ve McKay, 1972).

Formel ve enformel kontrol kavramlarını açıklayınız? 51





İŞSİZLİK, FAKİRLİK VE SUÇ Fakirlik ve suç arasındaki ilişki öteden beri araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Örneğin Kelly (2000) ceza adalet sisteminin caydırıcılığı üzerine yaptığı çalışmada düşük ekonomik profildeki bireylerin yasadışı bir aktiviteye karıştıklarında veya suç işlediklerinde algıladıkları yakalanma riskinin veya yakalanmaları durumunda alacakları cezanın işlenen suça göre yetersiz olduğu durumlarda daha fazla suç işleme ihtimalleri olduğunu tespit etmiştir. Bu alanda yapılan benzer çalışmalarda da işsizlik oranı, gelir eşitsizliği, yıllık gelir oranı gibi değişkenler kullanılarak yapılan analizlerde benzer sonuçlara ulaşılmıştır (Ehrlich, 1973; Freeman, 1993; Grogger, 1991; Myers, 1983). Yoksulluk, nüfus hareketleri ve sosyal heterojenlik ile ilgili olarak yapılan farklı çalışmalarda, yoksulluk, nüfus hareketleri, etnik heterojenlik ve hatta hızlı şehirleşme ve ailedeki dağılma ile suç oranları arasında anlamlı (pozitif) ilişki olduğu ortaya konmuştur (Miethe ve Meier, 1994; Smith ve Jarjoura, 1988; Sampson ve Groves, 1989). Ülkemizde de benzer sonuçları görmek mümkündür. Örneğin; işsizlik oranları ve suç oranları üzerine yaptığı araştırmalarda suç oranları ile işsizlik oranları arasında pozitif bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir (Yamak ve Topbaş, 2005; Cömertler ve Kar, 2007). Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) 2008 yılı "Adalet İstatistikleri" göre, suç işleyen her 100 kişiden 24’ünün işsiz olduğu görülmektedir. İşlenen suç türlerine göre bakıldığında ise suç türlerine göre hüküm giyenlerin işsizlik oranları şu şekilde olduğu görülmektedir; Gasp (%34), hırsızlık (%32), kaçakçılık (%32), ateşli silahlar ve bıçaklar ile ilgili suçlar (%31). İşsizliğin yol açtığı en temel problemlerden birisi de iç ve dış göçlere yol açmasıdır. Sampson’a (1986) göre, hızlı nüfus hareketleri, etnik heterojenlik ve ailelerdeki dağılmalar toplumdaki entegrasyonu olumsuz etkileyeceğinden bu durum aynı zamanda toplumun gençler ve gençlerin sosyalleşme süreci üzerindeki denetimini de azaltacaktır. Hızlı nüfus artışı ve şehirleşme ise bu durumu daha da kötüleştirecektir. Zira çok sayıda insanların topluma çeşitli nedenlerle (örn., iş, eğlence, turizm, vb.) gelip gitmeleri toplumun gerek yerleşik, gerekse sık yer değiştiren bireyler üzerindeki kontrolünü zayıflatacaktır. Sosyoekonomik açıdan dezavantajlı toplumlarda ise bu tür sorunları çözmeye yarayacak kaynakları sağlamak daha zor olacağından birey ve çevre üzerindeki kontrol ve denetim sosyoekonomik düzeyi yüksek toplumlara oranla daha az olacaktır. Sampson (1986) söz konusu makro değişkenlerin (yoksulluk, etnik heterojenlik, nüfus hareketleri, ailedeki dağılma ve hızlı şehirleşme) toplumda özellikle gençler üzerindeki sosyal kontrol mekanizmalarını ve organize olabilme kapasitesini zayıflatarak suç ve suçluluğu arttıracağını ileri sürmüştür. Diğer bir ifadeyle, Dolu’nun (2011) ifade ettiği gibi farklı sosyokültürel yapıları içerisinde barındıran ve göçler nedeniyle oldukça hızlı sosyo-demografik değişimlerin yaşandığı toplumlarda üzerinde anlaşılan ortak norm ve değerler oldukça azalacak; böylesi bir düzensizlik ortamı daha fazla çatışma, sapkın davranış ve suça yol açacaktır.

Şekil 4.2: Sampson ve Groves’un (1989) Yapısal Sorunlarla Suç Oranları Arasındaki İlişkiyi Açıklayan Modeli Kaynak: Dolu (2011:217)

Sampson ve Groves (1989) tarafından 1982-İngiliz Suç Anketi verileri kullanılarak yapılan araştırmada düşük sosyoekonomik statü, etnik hetorejenlik, nüfus hareketleri, ailelerdeki dağılma ve şehirleşmenin -seyrek arkadaşlık ilişkileri, gençler üzerindeki denetimsizlik ve düşük organize olabilme kapasitesi- üzerinden suç oranlarını arttırdığı rapor edilmiştir. Artan sosyoekonomik dezavantaj, etnik heterojenlik, nüfus hareketleri, ailelerdeki dağılma ve şehirleşme ile ters orantılı olarak toplumdaki 52





arkadaşlık ilişkilerini, gençler üzerindeki denetimi ve toplumdaki organize olabilme kapasitesini azalmakta ve sosyal düzensizliğin bir göstergesi olarak bu durum toplumda suç oranlarının artmasına neden olmaktadır. Sampson ve Groves (1989)’un bu çalışması, Shaw ve McKay’in (1972) sosyal düzensizlik teorisini ve sistemik kontrol yaklaşımını doyurucu bir biçimde test eden ilk ve en kapsamlı çalışma olarak nitelendirilmektedir (Bellair, 1997).

MAHALLELİLİK BİLİNCİ KAVRAMI VE SİSTEMİK KONTROL YAKLAŞIMI Sampson ve Groves’un (1989) çalışması sosyal düzensizlik ve suç ilişkisi üzerine çalışma yapan pek çok araştırmaya ilham kaynağı olmakla birlikte, özellikle 1990’lı yılların sonlarına doğru yapılan araştırmalarda Sampson ve Groves’un (1989) temel varsayımlarıyla çelişen bulgular rapor edilmiştir. Örneğin, Warner ve Rountree (1997) tarafından yapılan çalışmada mahallî arkadaşlık ağlarının şahsa karşı işlenen suçları azalttığı gözlemlenirken, aynı arkadaşlık ağlarının mahalledeki hırsızlık oranlarını arttırdığı bulunmuştur. Dolayısıyla arkadaşlık ağlarının yoğun olarak bulunduğu mahallelerde hırsızlık oranlarının daha fazla olması sosyal düzensizlik teorisinin temel varsayımları ile çelişmektedir. Bu durum, sosyal düzensizlik teorisinin arkadaşlık bağlarının kuvvetli olduğu mahallelerdeki yüksek suç oranlarını açıklayamadığından bahisle yeniden eleştirilmesine neden olmuştur. Bunun üzerine sosyal düzensizlik kuramı, sosyal /sistemik kontrol teorilerinden esinlenen araştırmacılar tarafından yeniden formüle edilerek geliştirilmiştir. Sosyal düzensizlik kuramı daha çok arkadaşlık ve akrabalık ilişkilerine ve bu ağlar üzerinden toplumda sağlanacak entegrasyon ve sosyalleşmeye vurgu yaparken sistemik kontrol yaklaşımında toplumdaki sosyal kontrol kapasitesi ön plana çıkmaktadır. Sistemik kontrol yaklaşımını benimseyen Bursik ve Grasmick (1993)’e göre toplumun bireyleri arasında karşılıklı güven ve bağlılık varsa, toplumda üzerinde uzlaşma sağlanan ortak değerler ve hedeflerden sapan kişilere müdahale etme isteği ve ortak hedefleri gerçekleştirme uğruna organize olabilme kabiliyeti gelişmişse, o toplumda suç oranları daha düşük olacaktır. Toplumda kolektif hedeflerin belirlenmesi ve bu hedefler doğrultusunda toplumun bireyler üzerinde gerekli sosyal kontrolün sağlanmasında ise arkadaşlık ve akrabalık bağlarının yanı sıra toplumdaki bireylerin kamu ve sivil toplum kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlanabilme ve bu amaçla organize olabilme kabiliyeti de önem arz etmektedir. Dolayısıyla, sistemik kontrol ya da Bursik ve Grasmick (1993) tarafından sunulan haliyle mahalle kontrol yaklaşımları, sosyal düzensizlik kuramının temel değişkenlerinin operasyonel tanımlarını genişletmektedir. Kısaca, salt arkadaşlık ve akrabalık bağları yerine toplumun bireyleri arasındaki bağlılık ve güven ön plana çıkarılmakta; sosyal kontrol kavramı hem bireyler tarafından toplumun diğer bireyleri üzerinde sağlanacak enformel kontrolü (Örn., mahallede kavga eden kişilere müdahale etme) hem de topluma hizmet veren sivil ve kamu kuruluşları tarafından sağlanacak formel kontrolü (Örn., dernek ve/veya meslek odalarının uyuşturucu madde bağımlılığına karşı geliştirilecek sosyal projeler organize etmesi veya bu projelere destek vermesi, uyuşturucu bağımlıları veya satıcıları tarafından kullanılan terk edilmiş binaların belediye tarafından yıkılması, polisin devriye faaliyetlerinin arttırılması vb.) kapsayacak şekilde genişletilmektedir. Toplumdaki bireylerin organize bir şekilde hareket ederek enformel ve formel kontrol sağlayacak kaynak ve hizmetleri mahallelerine yönlendirebilme kabiliyetlerinin önemi vurgulanmaktadır. Bursik ve Grasmick, Hunter’ın (1985) sosyal kontrolü üç kategoriye ayırdığı yaklaşımı benimsemişlerdir. Hunter’a göre toplumdaki sosyal kontrol içeriden dışarıya bireysel, parokyal ve kurumsal olmak üzere üç şekilde sağlanmaktadır. Bu kontrol çeşitlerinden ilk düzey aile bireyleri veya yakın arkadaş çevresi kanalıyla sağlanan bireysel/kişisel veya özel sosyal kontroldür. Göç vb. gibi hızlı nüfus değişimleri bu seviyedeki kontrolü olumsuz etkilemektedir. Sosyal kontrolün sağlandığı ikinci düzey ise parokyal kontrol olarak adlandırılan grup, dernek, organizasyon veya cemaatler kanalıyla sağlanan kontroldür. Değişik yapılanmalar adı altında ortak özellikleri bulunan insanların oluşturduğu bu tür küçük sosyal yapılar yoluyla gerçekleştirilen bu kontrol şekli resmi veya kurumsal kontrol olarak adlandırılabilecek polis ve mahkemeler gibi kurumların sağladığı kontrolle kişisel düzeyde gerçekleşen kontrol arasında ikincil seviyede bir kontrol sağlamaktadır. Göç ve diğer nüfus hareketlerinin sosyal yapıyı sık sık değiştirmesinden dolayı ortak özellikleri paylaşan bireylerin sayısı azalmaktadır. Bu nedenle bu değişimlerin kişisel seviyedeki sosyal kontrol üzerindeki etkisi gibi bu ikincil seviyedeki 53





sosyal kontrolü de olumsuz etkilediği ortaya konmuştur. Hunter’ın (1985) sosyal kontrol ile ilgili üçlü ayrımında en son kategori resmi veya kurumsal kontrol olarak adlandırılmaktadır. Bu seviyede yerel kuruluşların, organizasyonların (dernekler gibi) veya mahalle sakinlerinin resmi/kurumsal kaynaklar (Belediye, kolluk kuvvetleri, bankalar vb.) üzerindeki etkileri ön plana çıkmaktadır. Örneğin, yerel olarak belli bir bölgede faaliyet gösteren derneklerin bir araya gelerek daha güçlü bir şekilde bölge ile ilgili talepleri dile getirmesi ve başta kamu yatırım ve hizmetleri olmak üzere bölge dışından kaynakların bölgeye yatırım yapmasını ve bu yatırımların devamlılığını sağlaması bu kapsamda değerlendirilecek bir kontrol örneğidir. Bursik ve Grasmick (1993) suçun önlenmesi ile ilgili bu seviyedeki sosyal kontrolde iki noktanın ön plana çıktığını ileri sürmektedirler. Bu noktalardan birincisi yerel organizasyonların karar verici ve hizmet sağlayıcı kurum ve kuruluşlar (Ör: belediyeler, kamu kuruluşları vb.) üzerindeki etkisi ve kontrolüdür. İkinci önemli nokta ise bölgede bulunan güvenlik güçleriyle mahallenin irtibat ve ilişkisinin niteliğidir. Örneğin, bölgedeki polis karakolu ile mahalle derneği, okul aile birliği, dini kurumlar vb. yapılar arasındaki ilişkinin etkin ve sağlıklı işlediği durumlarda suçun önlenmesine yönelik daha etkin politikalar üretilebilecektir (Başıbüyük ve Karakuş, 2010). Sistemik kontrol ve mahalle kontrol yaklaşımlarıyla genişletilen sosyal düzensizlik kuramını bu haliyle test eden en kapsamlı ilk çalışma Sampson, Raudenbush ve Earls (1997) tarafından yapılmıştır. Bu çalışmada Sampson ve Raudenbush tarafından formüle edilen ve “kolektif etkinlik” olarak adlandırılan kavram, mahalledeki bireyler arasındaki bağlılık ve güven, mahalledeki sapkın davranışlara kamu yararına müdahale etme isteği (enformel kontrol) ve organize olarak hareket edebilme kabiliyeti gibi sistemik kontrol ve mahalle kontrolü yaklaşımlarında öne çıkan farklı faktörleri kapsamaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin Şikago şehrinde bulunan 343 mahalleden toplanan veriler üzerinde yapılan bu araştırma neticesinde mahalledeki kolektif etkinliğin cinayet oranlarını anlamlı bir şekilde azalttığı ortaya konmuştur. Bu bulgudan hareketle Sampson ve arkadaşları suçun önlenmesinde toplumdaki bireyler arasındaki arkadaşlık ve akrabalık ilişkilerinden ziyade enformel kontrolün daha önemli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Özetle, bu çalışma ile Sampson vd. (1997) sosyal bağların ve sosyal kontrolün suç oranları üzerindeki etkilerini birbirinden ayırmışlardır. Yani toplumda var olan sosyal bağların (örn., arkadaşlık, akrabalık) suç oranları üzerindeki etkisi toplumun bireyleri arasındaki kolektif etkinliğe bağlıdır. Toplumdaki bireylerin birbirlerine olan bağlılık ve güvenleri, kamu yararına sapkın davranışlara müdahale etme istekleri ve kolektif hedefleri gerçekleştirebilmek için organize olabilme kabiliyetleri toplumdaki akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerinden bağımsız olarak suç oranlarını azaltmaktadır. Bu arada toplumun sosyal düzensizlik kuramının temel değişkenleri olan ekolojik/yapısal özellikleri (yoksulluk, etnik heterojenlik, şehirleşme vb.) ise kolektif etkinliği azaltmaktadır (Sampson vd., 1997). Özetle yukarıda belirtilen üç seviyedeki kontrol (bireysel, grup ve kurumsal), suça yol açtığı ileri sürülen fakirlik, göç, dağılmış aileler, etnik ve kültürel heterojenlik gibi yapısal faktörler ile suç arasındaki nedensellik ilişkisine aracılık etmektedir. Mahalledeki sorunlar, bireysel, grup/cemaat ilişkileri kurumsal seviyedeki sosyal kontrolü zedelemesi durumunda suça yol açmaktadır. Dolayısıyla bu üç seviyedeki sosyal kontrolün sağlanabildiği bölgelerde yapısal sorunlar olmasına rağmen suçun kontrol altında tutulabileceği anlaşılmaktadır.

Sonuç Toplumu gelişmiş ve karmaşık bir organizmaya benzeten yapısalcı yaklaşımlar, bu organizmayı oluşturan kurumlar arasında bir anlaşma ve uzlaşma olduğu varsayımını ileri sürmektedirler. Bu anlaşmanın doğal bir sonucu olarak toplumun bireyler üzerinde düzenleyici, yönlendirici ve zorlayıcı bir etkisi olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu toplumsal yapının, göçler, savaşlar, ekonomik krizler veya doğal afetler gibi sıra dışı durumlarda bu düzenleyici ve dengeleyici fonksiyonunun bozulduğu ve bireyler üzerindeki düzenleyici etkisinin ve sosyal kontrolün zayıfladığı dile getirilmektedir. Bu noktadan hareketle suç kavramını inceleyen araştırmacılar suçun tek başına bireysel özelliklerle açıklanamayacağını, en az bireysel özellikleri kadar, hatta onlarda da fazla bireylerin içerisinde yaşadıkları sosyal yapıya ait özelliklerin de suç ve suçluluk olgularıyla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu çerçevede öne sürülen en önemli yaklaşımlardan birisi sosyal düzensizlik teorisidir. Bu teoride düşük sosyo-ekonomik statü, 54





etnik/kültürel çeşitlilik, göç ve nüfus hareketleri, boşanma veya parçalanmış ailelerin yüksek oranda olması gibi yapısal sorunların yoğun olarak görüldüğü toplumlarda sosyal düzensizliğin yaşanacağı ve sosyal kontrolün zayıflaması nedeniyle suç oranlarının artacağı varsayılmaktadır. Bununla birlikte, teoriyle ilgili yapılan çalışmalarda sosyal düzensizlik denildiğinde sadece toplumun makro düzeydeki karakteristik özellikleri (örn., yoksulluk, etnik heterojenlik, şehirleşme vb.) veya sadece toplumda var olan akrabalık ve arkadaşlık ilişkileri şeklinde ele alınmasının yetersiz olacağı ifade edilmektedir. Suçla mücadelede önemli olan olumsuz toplumsal şartlara ve sınırlı akrabalık ve arkadaşlık ağlarına rağmen toplumdaki bireylerin suç ve suçluluğun tanımı ile ilgili ortak bir paydada birleşebilmeleri; karşılaştıkları sapkın davranışlara imkânları dâhilinde münferit olarak müdahale etmeleri; suç ve suçlularla mücadele edebilmek için kolektif hedefler belirleyebilmeleri ve bu hedefleri gerçekleştirmek için organize bir şekilde hareket ederek özel ve kamu kaynaklarını ve hizmetlerini kendi toplumlarına yönlendirebilmeleridir. Bu bağlamda özellikle sosyoekonomik dezavantajın yüksek olduğu bölgelerdede bu yerlere hizmet sunmakla görevli kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum örgütlerinin ve özellikle de sivil toplum ve resmi bürokrasinin inisiyatif alarak suç ve suçlulukla mücadele etme ve yaşam kalitesini arttırma yönünde bu tür girişimlere kaynak ve hizmet sağlama konusunda seferber olmaları suç ve suçluluğun önlenmesi bakımından hayati önem taşımaktadır.

55





Özet 1920’lerde Shaw ve McKay tarafından ileri sürülen suç ve sapkınlığın bireysel faktörlerden çok sosyal çevre ve koşulların bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Sosyal düzensizlik kuramına göre mahalledeki sosyoekonomik dezavantaj, nüfus hareketleri/göçler ve etnik/kültürel heterojenlik farklı sosyal ve kültürel değerlere sahip mahalle sakinleri arasındaki komşuluk, akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerini zayıflatmakta ve bu durum suç teşkil eden davranışların neler olduğu ve suç ve suçlularla mücadele konusunda ortak bir değerler bütünü ve hareket tarzı belirlenmesini engellemektedir. Diğer taraftan mahallelilik bilinci veya sistemik kontrol yaklaşımı ise sosyal düzensizlik yaklaşımıyla tanımlanan sosyal bağların kapsamını genişletmektedir. Sosyal düzensizlik kuramı daha çok arkadaşlık ve akrabalık ilişkilerine ve bu ağlar üzerinden toplumda sağlanacak entegrasyon ve sosyalleşmeye vurgu yapar. Sistemik kontrol yaklaşımı ise toplumdaki entegrasyon ve sosyalleşme sürecini önemsemekle beraber suç ve suçluluğun önlenmesi noktasında toplumdaki sosyal kontrol kapasitesi ön plana çıkarılır.

Suç sadece bireysel özelliklerden kaynaklanan bir problem değildir. 19’uncu yüzyılda oldukça yaygın olan suç işleyen kişilerin fiziksel ve bireysel özelliklerini tespit edilerek suç ve sapkın davranışların açıklanması yaklaşımı özellikle yoğun göç hareketleri olmak üzere sonraki dönemlerde tartışmalı hale gelmiştir. 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’inci yüzyılın başlarında yaşanan toplumsal değişimlerin suç ve suçluluk üzerine olan etkilerini inceleyen araştırmacılar suçun tek başına bireysel özelliklerle açıklanamayacağını, en az bireysel özellikleri kadar ve hatta onlarda da fazla bireylerin içerisinde yaşadıkları sosyal yapının suç ve suçluluk olgularıyla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Özellikle sosyoekonomik statü, etnik/kültürel çeşitlilik, göç ve nüfus hareketleri, boşanma veya parçalanmış ailelerin yüksek oranda olması gibi sosyal sorunların yoğun olarak görüldüğü bölgelerde sosyal düzensizliğin yaşanacağı ve sosyal kontrolün zayıflaması nedeniyle suç oranlarının artacağı ileri sürülmüştür. Durkheim toplumların da tıpkı canlı organizmalar gibi olduğunu, aynen canlı bir organizmayı meydana getiren organlar arasında gözlemlenen ahenk, denge, işbölümü ve bağımlılığın toplumlar için de geçerli olduğunu iddia etmiştir. Durkheim, sosyal yapının bireyler üzerinde kontrol gücü olduğu ve bu kontrolün toplumsal dengeyi sağlayan en önemli etken olduğunu ileri sürmektedir. Toplumsal yapının savaş, doğal afetler, yoğun göç ve hızlı nüfus hareketleri gibi sıra dışı durumlarda birey üzerindeki kontrol ve denetiminin zayıfladığını ve bir tür kuralsızlık ve normsuzluk dönemi yaşandığını belirtmektedir. olağanüstü durumlar Yukarıda sayılan neticesinde toplumsal yapının ve ahengin bozulması ve bunun sonucunda da bireyler üzerindeki sosyal kontrolün zayıfladığı bu kuralsızlık dönemlerini Durkheim “anomi” olarak tanımlamaktadır.

56





Kendimizi Sınayalım 6. Shaw ve McKay’in sosyal organizasyonsuzluk teorisini, metodolojik olarak ilk kez teste tabi tutan araştırmacılar kimlerdir?

1. Aşağıdakilerden kişilerden hangisi “anomi” kavramını ilk kez kullanmıştır? a. Max Weber

a. Sampson ve Groves

b. Karl Marx

b. Park ve Burges

c. Emile Durkheim

c. Durkheim ve Merton

d. Robert Sampson

d. Bursik ve Grasmick

e. George Simmel

e. Sampson ve Raudenbush

2. Suç ve suçlulukla mücadelede resmi kuruluşlar kanalıyla sağlanan kontrol aşağıdakilerden hangi kavramla tanımlanmaktadır?

7. Sosyal organizasyonsuzluk teorisinin Bursik ve Grasmick tarafından geliştirilmesi sonucunda geliştirilen teori aşağıdakilerden hangisidir?

a. Sosyal kontrol

a. Etiketleme teorisi

b. Formel kontrol

b. Yapısal Gerilim teorisi

c. Enformel kontrol

c. Anomi teorisi

d. Polis kontrolü

d. Sistemik kontrol ve mahalle kontrol teorisi

e. Bireysel kontrol

e. Rutin aktivite teorisi

3. Sosyal yapının bireyler üzerindeki sosyal kontrolünün zayıfladığı normsuzluk ve kuralsızlık ortamını aşağıdaki hangi kavram ifade etmektedir? a. Sosyal organizasyonsuzluk

8. Mahalle bireylerinin mahallelerinde meydana gelen olumsuz ve sapkın davranışlara müdahale etme ve bu amaçla organize olabilme yetenek ve kabiliyetlerini ifade eden kontrol türü aşağıdakilerden hangisidir.

b. Anomali

a. Formel kontrol

c. Enformel kontrol

b. Sosyal kontrol

d. Anomi

c. Enformel kontrol

e. Sosyal sermaye

d. Parokyal kontrol

4. Shaw ve McKay’in yaptıkları çalışmada suçun en çok aşağıdaki hangi mahallerde yoğun ve sabit oldukları tespit edilmiştir?

e. Bireysel kontrol 9. Hunter’in üç düzeye ayırdığı sosyal kontrol kavramında mahalledeki sosyal birliktelikler (dernek, okul aile birliği, cemaat vb.) kanalıyla bireyler üzerinde sağlanan sosyal kontrol düzeyi aşağıdakilerden hangisidir?

a. Sanayi bölgelerini çevreleyen mahalleler b. Şehir merkezine uzak uydu mahalleler c. Ana ulaşım istasyonlarına (tren istasyonu, havalimanı, otogar vb.) yakın mahalleler

a. Parokyal kontrol b. Sosyal kontrol

d. Okulların yoğun bulunduğu mahalleler e. Kentsel dönüşümle mahalleler

yeni

c. Formel kontrol

oluşturulan

d. Resmi kontrol e. Bireysel kontrol

5. Aşağıdakilerden hangisi sosyal organizasyonsuzluk teorisine göre suça yol açtığı varsayılan ana faktörlerden değildir?

10. Sosyal çevrenin suç üzerine olan etkilerini inceleyen ve “insan ekolojisi” modelini geliştiren araştırmacılar aşağıdakilerden hangisidir?

a. Etnik heterojenlik

a. Sampson ve Groves

b. İç/dış göçler

b. Park ve Burges

c. Bölünmüş aileler

c. Durkheim ve Merton

d. Düşük sosyoekonomik imkanlar

d. Bursik ve Grasmick

e. Yüksek doğum oranları

e. Sampson ve Raudenbush 57





Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı

1. c Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sosyal kontrol toplumsal yapıyı meydana getiren bireylerin aynı yaşam tecrübelerine sahip oldukları, kültür, ilgi alanları, beklentileri, meşguliyet ve uğraşları gibi özellikler yönüyle birbirlerine benzeştikleri toplumlarda sosyal kontrol daha etkin bir rol oynamaktadır. Ancak İç ve dış göçlerin yoğun olarak yaşandığı ve sosyal yapının daha heterojen bir hale geldiği toplumlarda herkes tarafından kabul görmüş ve benimsenmiş normların daha az olacağı bu nedenle de sosyal kontrolün daha zayıf olacağı varsayılmaktadır.

Sıra Sizde 1

2. b Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Düzensizlik Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Düzensizlik Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Düzensizlik Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde 2 Formel kontrol suç ve suçlulukla mücadelede görevli resmi kuruluşlar kanalıyla sağlanan kontrol biçimini ifade etmektedir. Örneğin polis, jandarma, belediyeler, mahkemeler ve adli sistem vb. kurumlar kanalıyla sağlanan kontrolü ifade etmektedir. Enformel kontrol ise mahalledeki bireyler arasında arkadaşlık, akrabalık ve komşuluk bağları üzerinden suç ve suçlular üzerindeki sağladıkları kontrol şeklini ifade etmektedir.

6. a Yanıtınız yanlış ise “İşsizlik, Fakirlik ve Suç” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Mahallelilik Bilinci Kavramı ve Sistemik Kontrol Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Düzensizlik Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Mahallelilik Bilinci Kavramı ve Sistemik Kontrol Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. b Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Düzensizlik Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

58





Yararlanılan Kaynaklar Başıbüyük, O. ve Karakuş, Ö. (2010). Sosyal Düzensizlik ve Toplum Destekli Güvenlik Politikaları. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi / Journal of Sociological Research - 2010 / 2

Sampson, R. J., Groves, W.B. (1989). “Community structure and crime: testing social disorganization theory”. American Journal of Sociology, 94, 774-802.

Bellair, P. E. (1997). "Social interaction and community crime: Examining the importance of neighbor networks”, Criminology, 35: 677-704.

Sampson, R. J., Raudenbush, S. W., Earls, F. (1997). “Neighborhoods and violent crime: A multilevel study of collective efficacy”. Science, 277, 918–924.

Bursik, R. J. (1988). "Social Disorganization and Theories of Crime and Delinquency: Problems and Prospects." Criminology, 26:519-551.

Sampson, R.J. (1986). “Neighborhood family structure and the risk of criminal victimization”, in Byrne, J., Sampson, R. (Eds.) The Social Ecology of Crime, New York: Springer-Verlag, pp. 25-46.

Bursik, R. J., Grasmick, H.G. (1993). Neighborhoods and crime: The dimensions of effective community control. New York: Lexington Books.

Shaw, C. R., McKay, H.D (1972). Juvenile delinquency and urban areas, Third Edition, Chicago: University of Chicago Press.

Cömertler, N. ve Kar, M. (2007) Türkiye’de Suç Oranının Sosyo-ekonomik Belirleyicileri: Yatay Kesit Analizi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62(2), s. 37–57.

Smith, D. A., Jarjoura, G. R. (1988). “Social structure and criminal victimization”. Journal of Research in Crime and Delinquency, 25(1), 27– 52.

Cullen, F. T., Agnew, R. (2006). Criminological Theory: Past to Present, Third Edition Los Angeles, CA: Roxbury Publishing. Dolu, O. (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. 3’ncü baskı, Ankara.

Sun, I., R. Triplett, and R. Gainey (2004)."Neighborhood characteristics and crime: a test of Sampson and Grove’s model of social disorganization." Western Criminology Review , 5, 1-16.

Kornhauser, R. R. (1978). Social Sources of Delinquency: An Appraisal of Analytic Models. Chicago: University of Chicago Press.

Velez, M. (2001). “The role of public social control in urban neighborhoods”, Criminology, 39, 837-863.

Janowitz, M. (1975). Sociological Theory and Social Control, American Journal of Sociology, 81.

Veysey, B. M., Messner, S.F. (1999). "Future testing of social disorganization theory: an elaboration of Sampson and Grove’s community structure and crime." Journal of Research in Crime and Delinquency, 36, 156-174.

Miethe, T.D., Meier, R.F. (1994). Crime and its social context: toward an integrated theory of offenders, victims, and situations. Albany, NY: State University of New York Press.

Warner, B.D., Rountree P.W. (1997). "Local social ties in a community and crime model: questioning the systematic nature of informal social control." Social Problems 44(4), 520-536.

Odabaşı, A. (2006). Göç, Çarpık Kentleşme ve Toplumsal Etkileri. Erişim 07.04.2012 www.ayseodabasi.com/images/goc.pdf

Yamak, N. Ve Topbaş, F. (2005). Suç ve İşsizlik Arasındaki Nedensellik İlişkisi. 14’ncü İstatistik Araştırma Sempozyumu Bildirileri, 5-6 Mayıs, Ankara.

Rhineberger-Dunn, G.M., Carlson, S.M. An analysis of the mediating effects of social relations and controls on neighborhood crime victimization, Western Criminology Review 12(1), 15-34 (2011).

59





5

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Suçu tanımlayabilecek, Nötrleştirme tekniklerini sıralayabilecek, Suçun hangi yollarla öğrenildiğini ifade edebilecek, Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi tanımlayabilecek, Suç işleyen bir insana toplum tarafından gösterilecek olumsuz tepkilerin sonuçlarını açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Öğrenme Teorileri

Damgalama Teorileri

Taklit Yasaları

Sembolik Etkileşim

Ayırıcı Birliktelikler Teorisi

Kötülüğün Dramatize Edilmesi

Nötrleştirme Teknikleri

İkincil Sapma

İçindekiler 

Giriş



Öğrenme Teorileri



Damgalama Teorisi

60





Bireyin Toplumla Olan İlişkilerinin Bir Ürünü Olarak Suç: Sosyal Etkileşim Teorileri GİRİŞ Sosyal bir varlık olan insanın toplumdan soyutlanmış tek başına bir kimse olarak ele alınması insanı anlama ve anlamlandırma noktasında hatalı çıkarımların yapılmasına neden olacaktır. Doğumundan çocukluk evresine, oradan da gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerine kadar insan çevresiyle sürekli bir iletişim ve etkileşim halinde olma özelliğini hep devam ettirir. İnsan karakteri ve davranışları da sosyalleşme sürecinde gelişir ve şekillenir. Bu mantık, insanın diğer davranışlarında olduğu gibi, suç ve sapma olarak tanımlanan davranışlarında da aynen geçerlidir. Bireyin suç işlemesini kolaylaştıran, suça iten ve bireyin suç işlemeye eğilimli bir kişilik yapısı geliştirmesine sebep olan şey, bireyin çevresiyle olan olumsuz ilişkileridir. Bu bölümde suçu, bireyin toplumla olan ilişkilerinin sonucundan ortaya çıkan bir ürün olarak ele alacağız.

“ÜZÜM ÜZÜME BAKA BAKA KARARIR”: ÖĞRENME TEORİLERİ “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”, “Üzüm üzüme baka baka kararır”, “Körle yatan şaşı kalkar” ve benzeri pek çok atasözümüz insanların zamanla yakın ilişki içinde oldukları kişilere benzeyeceklerini ifade eder. Bu görüş, Kriminoloji literatüründe “suçu öğrenilen bir davranış” olarak gören pek çok kriminolog tarafından da dillendirilen bir husustur. İnsanı doğuştan “boş bir sayfa” (tabula rasa) olarak değerlendiren bu bakış açısı, insanı özünde iyi olmakla birlikte hem iyiye hem de kötüye yönlenme açısından eşit potansiyele sahip bir varlık olarak değerlendirerek kişinin hangi tercihte bulunacağını belirleme noktasında öğrenmenin önemli bir faktör olduğunu savunmaktadır. 

Tarde: Suç Taklit Edilen Bir Davranıştır Suçu öğrenilen bir davranış olarak değerlendiren kriminolojik görüşlerin temelleri Gabriel Tarde’nin “Taklit Teorisi” ile atılmıştır. Tarde’nin bu çalışması, Batı literatürün geçen ilk öğrenme teorisi olma niteliğine sahiptir. Görüşlerini 1904 yılında yayınladığı “Taklit Yasaları” isimli kitabında sistematize eden Tarde, taklidin sosyal hayatı şekillendirmede önemli bir faktör olduğuna inanmıştır. Tarde (1903:74), kendisine “Toplum nedir?” diye sorulduğunda, “Toplum taklittir” şeklinde cevap vermiştir. Fransız bir yargıç olan Gabriel Tarde, 19. yüzyıla hâkim olan biyolojik determinizme karşı çıkmış ve Darwin’in evrim teorisinin etkisiyle suçu evrimci bir bakış açısıyla açıklamaya çalışan Cesare Lombroso’nun “atavizm” fikrini reddetmiştir. Suçu biyolojik bir hastalık ya da bozukluk olarak gören fikirleri kabul etmeyen Tarde, yargıç olarak edindiği tecrübelerden ve gözlemlerden yola çıkarak yazdığı “Ceza Felsefesi” (Penal Philosophy) isimli eserinde suçu sosyal ve psikolojik faktörlerin aktif etkileşiminin bir ürünü olarak görmüştür. Tarde, aynen diğer sosyal davranışlarda olduğu gibi sapkın davranışların toplumda yayılmasında taklidin çok önemli bir faktör olduğunu savunmuştur.  

61





Gabriel Tarde Jean-Gabriel De Tarde (1843—1904), Emile Durkheim’in çağdaşı dünyaca ünlü bir Fransız filozofudur. Sosyoloji, sosyal psikoloji ve kriminoloji alanlarında yapmış olduğu çalışmalarla insan ve davranışlarına ilişkin orijinal tespitlerde bulunmuştur. Bir keresinde kendisine “toplum nedir?” diye sorulduğunda “toplum taklittir” diye cevap vererek insanların içinde yaşadıkları toplumdan etkilendiğini ifade etmiştir. Bireylerin bir grup içindeyken yalnız olduklarından farklı davranacaklarını savunan Tarde, grup psikolojisine dair çalışmalarda yapmıştır. Bir dönem yargıç olarak görev yapan Tarde, suçlu davranışıyla ilgili gözlemlerde bulunmuştur. Yıllar süren mahkeme tecrübesi Tarde’yi, suçun Lomboroso ve taraftarlarının iddia ettiği gibi biyolojik faktörlerin değil, taklit yoluyla öğrenilen bir davranış olduğuna ikna etmiştir.

Tarde’ye göre toplumlara moda ve gelenekler olmak üzere iki tür değerler sistemi hâkimdir. Moda daha çok şehirlerde kendini gösterirken gelenekler ise daha çok nüfusu az ve kırsal kesimlerde görülür. Moda geçicidir ve hızlı değişir. Gelenekler ise çok daha kalıcıdır ve oldukça yavaş değişir. Bu mantık çerçevesinde toplumların bütün kesimlerinde geçerli olan taklidin neden olduğu sosyal değişimin hızı nüfus yoğunluğundaki artışla birlikte artış göstermektedir. “Taklit Yasaları” isimli kitabında Tarde, taklidin üç şekilde gerçekleşeceğini söylemektedir: (1) insanların birbirini taklit etme oranı aralarındaki yakınlık ve temastaki artışla birlikte artar, (2) alt düzeyde olanlar üst düzeyde olanları taklit eder, (3) aynı konuda birden fazla moda ya da geleneğin ortaya çıkması durumunda biri diğerinin yerini alır. Birinci taklit yasası, moda ve gelenek arasındaki ayrımı belirler. Nüfus artışıyla birlikte insanlar arası etkileşim artacağı için sosyal değişim hızı da artar. İkinci taklit yasası, sosyoekonomik veya demografik nitelikler bakımından alt tabakalarda yer alan insanların üst tabakalarda olan insanları taklit edeceğini söylemektedir. Bu prensip, köy ve kasabalarda yaşayan insanların şehirlileri, fakirlerin zenginleri, küçüklerin de büyükleri taklit edeceğini savunmaktadır. Üçüncü taklit yasası ise yeninin eskiye tercih edileceğini ifade etmektedir. Kendi zamanında meydana gelen “Karın Deşen Jack” hikâyelerindeki vahşetin, artan fuhuş olaylarının, hırsızlığın ve türlü sapkın davranışların diğer insanlar tarafından taklit edildiği için yayıldığını savunan Tarde’nin bu fikirleri, daha sonra yapılan suç-taklit ilişkisini araştıran çalışmalar da tasdik etmiştir. Literatürde “kopyacılık” (copycat) olarak bilinen bu suçlarda pek çok suçlunun daha önce işlenen bir suçtan ya da suçludan ilham alarak veya doğrudan taklit ederek benzer suçlar işledikleri görülmektedir. Loren Coleman 2004 yılında yayınlanan “Kopya Etkisi: Medya ve Popüler Kültür Yarının Haber Manşetlerini Nasıl Tetikliyor?” başlıklı kitabında medyada yer alan suç haberlerinin diğer insanları nasıl etkisi altına aldığını ele almaktadır. Dolu (2011), “Suç Teorileri” isimli kitabında ülkemizde 2005’ten bu yana medyada görünmeye başlayan bol “kafa kesmeli” ve “vücut parçalamalı” cinayetlerdeki artışın da insanların medyada gördüğü suç tiplerini taklit etmelerinden kaynaklanmış olabileceğine işaret etmektedir. Tarde’nin fikirleri pek çok kriminolojik çalışmaya esin kaynağı olmuş, pek çok kriminolog Tarde’nin taklit teorisinden istifadeyle yeni teoriler geliştirmiştir. Edwin Sutherland’ın “Ayırıcı Birliktelikler Teorisi” bu teoriler arasında en önemlisi ve kriminoloji literatürünün en bilinen teorisi olarak kendini göstermiştir.

Sutherland: Suç Öğrenilen Bir Davranıştır Şikago Üniversitesi’nde görev yapan sosyal bilimciler, suçun ve özellikle de çeteli suçların meydana gelmesinde sosyal etkileşimin oldukça önemli olduğuna işaret etmişlerdi. Şikago Okulu kriminologlarından biri olan Edwin Sutherland, aynı zamanda sembolik etkileşim yaklaşımını benimseyen bir sosyologdu. İnsanların birlikte oldukları kimselere benzeyeceklerine inanan Sutherland, 62





suçun öğrenilen bir davranış olduğunu düşünüyordu. Bu fikirlerini ilk olarak “Kriminolojinin Prensipleri” (Principles of Criminology) isimli kitabında oldukça basit olarak ifade etti (Sutherland, 1934) ve her yeni baskı ile teorisini biraz daha geliştirdi. Kitabın dördüncü baskısı çıktığında teori bugünkü halini aldı. “Ayırıcı Birliktelikler Teorisi” (Differential Association Theory) adını verdiği teorisi ile Sutherland, suçu öğrenilen bir davranış olarak izah etmiştir. Sutherlan’de göre suç, bireyin suçlu veya sapkın arkadaşlarının olmasının yanı sıra suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçelere maruz kalmasının bir sonucu ortaya çıkan bir sorundu. Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisinde ortaya konulan temel argüman, dünyanın çeşitli kültürlerinde karşılığı olan ve bizim kültürümüzde de “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözümüzle veciz bir biçimde ifade edilen bir görüşü ortaya koyuyordu ve bu yönüyle de yeni veya orijinal bir fikir değildi. Ne var ki, suç mekanizmasının nasıl işlediğini daha iyi anlayabilmemiz noktasında kriminoloji literatüründe geliştirilen önemli bir görüş olma özelliğine sahiptir.

Edwin Sutherland Edwin Hardin Sutherland (1883—1950), kriminoloji literatüründe “ayırıcı birliktelikler teorisi” (differential association theory) ile meşhur olmuş ünlü bir Amerikalı sosyologdur. Yazarın beyaz yaka suçlarına dair yaptığı çalışmalar ise bugün bile hala atıf yapılacak kadar el üstünde tutulmaktadır. Teorik ve ampirik kriminoloji alanında ortaya koyduğu eserlerden dolayı Sutherland, pek çok kriminolog tarafından 19. yüzyılın en etkili kriminologu olarak nitelendirilmektedir. Öyle ki, yazarın vefatından on yıl sonra 1960 yılında Amerikan Kriminoloji Topluluğu tarafından bu ünlü kriminologun anısına her yıl başarılı kriminologlara “Edwin H. Sutherland Ödülü” verilmeye başlanmıştır.

 Sutherland’in dokuz maddelik teorisi şu şekildedir: 1.

“Suçlu davranış öğrenilir” (Dolu, 2011: 237). Sutherland, suçun diğer insan davranışlarından farklı olmadığını düşünüyordu. Bu sebeple de suçlu davranışların da aynen diğer davranışlar gibi öğrenildiklerine inanıyordu. “Suç öğrenilen bir davranıştır” diyen Sutherland, tersten okunacak olursa, “eğer öğrenme olmazsa suç da olmaz” demektedir.

2.

“Suçlu davranış diğer bireylerle iletişim halindeyken meydana gelen etkileşim sırasında öğrenilir” (Dolu, 2011: 237). Suçu sosyal etkileşim sürecinde öğrenilen bir hadise olarak değerlendiren Sutherland, suçlu davranışın ancak insan-insana iletişim ve etkişim ile öğrenileceğini savunmuştur.

3.

“Suçlu davranışın öğrenilmesinin en temel kısmı bireye çok yakın kişilerle olan iletişimidir” (Dolu, 2011: 237). Yazar, suçun öğrenilmesinde bireye sosyal yakınlığı fazla olanların daha etkili olacağını ifade etmektedir. Öyle ki, suçlu davranışın içselleştirilmesinde bireye en yakın olanların etkisi en büyük olacaktır.

4.

“Suçlu davranışın öğrenilmesi şu iki unsuru içerir: •

Suç işleme teknikleri- Bazen oldukça karmaşık, bazen de çok kolay olabilen suç işleme teknikleri öğrenilir.



Suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçeler - Bireyi suç işlemeye itebilecek belirli gerekçeler ve tavırlar ile bir takım itici nedenler” (Dolu, 2011: 237).

63





Sutherland “suç öğrenilen bir davranıştır” derken, aynı zamanda öğrenmeye konu hususlardan da bahsetmiştir. Yazara göre bir suç öğrenilirken hem suç işleme teknikleri hem de suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçeler birden öğrenilir. Suç işleme teknikleri ile birey suçun hangi yöntemlerle gerçekleştirilebileceğini öğrenirken, suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçeleri öğrenmekle hem suç işlemeden harekete geçebilmesi için ihtiyaç duyacağı motivasyonu kazanır hem de suç işledikten sonra vicdan azabı duymadan suç işlemeyi bir yaşam tarzı olarak nasıl devam ettirebileceğini öğrenir. Dolayısıyla, Sutherland’e göre bir kimsenin suç işleyebilmesi için her iki unsurun bir arada olması şarttır. 5.

“Bireyi suça iten bu gerekçeler ve itici nedenler, kanunlarda ifadesini bulan suç tanımlarına karşı hoşa giden ve hoşa gitmeyen diye iki tür tepki ile öğrenilirler” (Dolu, 2011: 237). Büyük bir olasılıkla, aynı olaya şahit olan insanların hemen hepsinin olay hakkında kendine ait bir hikâyesi olacaktır. Zira her insan, kendine has kişiliği ve sahip olduğu bakış açısıyla orijinaldir ve diğer insanlardan farklıdır. Aynı şekilde, farklı insan gruplarının benzer hadiseler karşısında geliştirdikleri tepkiler ve yorumları da farklıdır. Bu itibarla, birey etrafında olup biten olaylara karşı yakınında bulunan insanlar tarafından gösterilen tepkileri gözlemleyerek, çocukluk evresinin en erken dönemlerinden itibaren bu bakış açılarını içselleştirerek ömrünün daha sonraki evrelerinde benzer hadiseler karşısında nasıl davranacağına ilişkin önemli bir birikim oluşturur.

6.

“Bir kişinin suçlu olmasının nedeni, o bireyin kanun ihlallerini hoşa gidecek eylemlermiş gibi değerlendiren tanımlamalara bu tür fiilleri uygunsuz ve kabul edilemez bulan tanımlamalara göre çok daha fazla maruz kalmasıdır” (Dolu, 2011: 237). Bir önceki madde ile bağlantılı olarak Sutherland, bir kimsenin suç ve sapma teşkil eden davranışlara karşı çevresinden gelen tepkilerin o davranışları yanlış gören, kötüleyen ve ayıplayan tanımlamalardan mı, yoksa o davranışları destekleyen, öven ve onaylayan tanımlamalardan mı oluştuğuna bağlı olarak o kimsenin suç işleme çizgisine yakınlığının belirleneceğini düşünmektedir. Yani, içinde yaşadığı toplulukta suç işlemeyi hoş gören tutumları gözlemleyen bir kimsenin, aynı davranışları hoş görmeyen bir toplulukta yaşayan başka bir bireye kıyasla suç işleme olasılığı daha yüksektir.

7.

Ayırıcı birliktelikler; “görüşme sıklığı, görüşme/birliktelik süresi, önem durumu ve görüşme/birliktelik yoğunluğu bakımlarından değişkenlik arz ederler” (Dolu, 2011: 237). Suçun insan-insana sosyal bir etkileşim çerçevesinde öğrenileceğini savunan Sutherland, öğrenmeye etki eden dört unsurdan bahsetmiştir: (1) sıklık, (2) süre, (3) öncelik ve (4) yoğunluk. Sıklık, suçun öğrenildiği kişi ile bireyin görüşme sıklığını ifade etmektedir. İnsanlar birbirleriyle ne kadar sık görüşürlerse, bu birliktelik neticesinde suçun öğrenilme olasılığı artacaktır. Süre, bireylerin görüşmelerinin ne kadar uzun sürdüğünü ifade eden bir kavramdır. Yani, birlikte geçirilen zaman arttıkça bireylerin bir diğerinden etkilenme ve öğrenme olasılığı da artacaktır. Öncelik, bireylerin birbirini ne kadar zamandır tanıdığını ifade eden bir kavramdır. Suçlu davranışın eski zamanlara dayanan arkadaşlıklar ve dostluklar çerçevesinde öğrenilmesi daha güçlü bir olasılığı ifade etmektedir. Özellikle erken çocukluk dönemlerinde başlayan dostlukların bireyler üzerindeki etkisi diğerlerine göre daha yüksek olacaktır. Yoğunluk, bireyin ilişki halinde olduğu kimsenin kendisi açısından ne anlam ifade ettiği ve ne kadar önemli olduğunu ifade eden bir kavramdır.

8.

“Diğer insanlarla olan birliktelikler ve görüşmeler sonucunda öğrenilen suç ve suçluluğa ilişkin davranış biçimleri ile suç karşıtı tavır ve davranışlar diğer öğrenme türlerinde de geçerli olan öğrenme mekanizmalarını içerirler” (Dolu, 2011:237). Sutherland, ister suçlu davranışlar olsun isterse diğer davranışlar olsun, bütün öğrenme çeşitli için geçerli olan öğrenme prensiplerinin aynı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, yazara göre suçlu davranışın nasıl öğrenildiğine ilişkin genel öğrenme prensiplerinden başka bir izahata gerek yoktur zira öğrenme bütün alanlarda aynı mekanizmalarla gerçekleşir.

9.

“Her ne kadar suçlu davranış genel olarak ihtiyaçlar ve değerlerin bir ifadesi olsalar da, bu ihtiyaçlar ve değerler suçlu davranışı açıklamaya yetmezler çünkü suç içermeyen davranışlar da aynı ihtiyaçlar ve değerlerin bir ifadesidirler” (Dolu, 2011: 237). 64





Bu son madde ile Sutherland, ihtiyaçları karşılamak veya inandığı bir takım değerlerin gereğini yerine getirmek üzere suç işlenemeyeceğini, çünkü bunların suçlu tercihlere sapmadan da karşılanabileceğini iddia etmiştir. Ne var ki, bu ifade bazı kriminologlar tarafından eleştirilmiştir. Zira bütün insanların ihtiyaçlarını normal yollardan karşılayabilmek için gerekli imkanlara sahip olmayabileceği için bu son maddede Sutherland’ın “çok büyük bir varsayımda” bulunduğu dile getirilmiştir. Belki de eleştirilerden olsa gerek ne Sutherland’ın kendisi, ne de literatürde tam bir başyapıt olan “Criminology” isimli eserine daha sonra ortak yazar olarak katılan Donald Cressey bu madde üzerinde fazla durmamıştır. Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisi kriminoloji literatüründe oldukça etkili olmuş, daha başka pek çok kriminolojik araştırmanın yapılmasına, yeni teorilerin yazılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle Sykes ve Matza’nın “nötrleştirme teknikleri” isimli çalışması Sutherland’ın argümanlarının çok daha iyi anlaşılabilmesi için oldukça başarılı bir çalışma olarak kriminoloji literatünün en etkili eserlerinden biri haline gelmiştir.

Sykes ve Matza: Suç İşlemeyi Haklı Çıkaracak Gerekçeler de Öğrenilirler Sykes ve Matza (1957), bazı kriminologlar tarafından dillendirilen “suçluların toplumdan farklı ve hatta ‘karşıt kültür’ olarak nitelendirilebilecek ayrı bir değerlere sahip olduğu” yönündeki iddialara karşı çıkarak suçluların da içinde yaşadıkları toplumla aynı değerleri paylaştıklarını, ancak suçluluk duygusuyla başa çıkabilmek için özel bir takım teknikler uyguladıklarını iddia etmiştir. Yazarlar “Nötrleştirme Teknikleri” adını verdikleri bu tekniklerin suçlulara hem suç işlemeden önce suç işlemeye hazır hale gelebilmek hem de suç işledikten sonra vicdan azabı çekmemek için yardımcı olduğunu söylemektedirler. Suçluların esasen toplumun diğer fertlerinden farkı olmayan bireyler olduğunu savunan yazarlar, suçluların yaptıkları onca haksızlıklara rağmen nasıl olup da suç işlemeye devam edebildiklerini, suçluların birbirlerinden öğrendikleri bu tekniklere bağlamışlardır. Sykes ve Matza’nın nötrleştirme teknikleri adını verdiği bu “vicdan uyuşturucu” teknikler beş başlık altında toplanmaktadır: (1) Sorumluluğun reddedilmesi, (2) zararın reddedilmesi, (3) mağdurun varlığının reddedilmesi, (4) kendilerini lanetleyenlerin lanetlenmesi ve (5) kendi değerlerini toplumun değerlerinden üstün görmedir. Aşağıdaki bölümde bu tekniklerin ne anlama geldiğini ve nasıl bir fonksiyon gördüğünü inceleyeceğiz. Sorumluluğun Reddedilmesi—Suçlu birey, suçtan doğan sorumluluğun yalnızca kendisine ait olmadığını ve içinde bulunduğu kötü şartların kendisini zorladığını iddia eder. İçinde yetiştiği ailede ne kadar kötü muamelelere tabi tutulduğunu, arkadaş çevresinin kendisini kötü yollara sevk ettiğini, bu ortamda da hemen hemen hiçbir şeyin kendisinin kontrolünde olmadığını, bu nedenle de suç işlemesinin kendi suçu olamayacağını iddia eder (Sykes ve Matza, 1957:667). Örneğin, bir kişinin korsan bir işletim sistemini bilgisayarına kurarken kendisini uyaranlara ve ayıplayanlara karşı çıkarak kendisini asla suçlu ya da sorumlu hissetmeyeceği bir şekilde “Bill Gates bir Windows CD’sini bu kadar pahalı yapmasaydı ben de gidip bunun sahtesini kullanmazdım” diyebilir. Böylece sahte yazılım kullanma suçunda “asıl” sorumlu bir anda Bill Gates oluverir. Zararın Reddedilmesi—Kişi, işlediği suç ile kimseye zarar vermediğini iddia eder. Özellikle zengin ve güçlü kişilere karşı işledikleri suçlar neticesinde bu kimselerin maddi varlıklarının had ve hesabının olmadığını, o nedenle işledikleri suçun hiçbir şekilde bu insanlara zarar vermeyeceğini savunurlar (Sykes ve Matza, 1957:668). Az önceki sahte Windows programı örneğimize geri dönecek olursak, kişi karşısına çıkan bütün kutulara “next, next” diye tıklaya tıklaya ilerleyip sahte yazılımı bilgisayarına kurarken bir yandan kendisini uyaran kişileri “ne yani, şimdi ben bu next kutusuna tıklayınca Bill Gates zarar mı ediyor? Adam her saniye milyon dolarlar kazanıyor zaten. Benim bu programı kurduğumdan haberi bile yok. Şimdi burada zarar nerede?” şeklinde özetlenebilecek ifadelerle geri püskürtürken, bir yandan da kendi vicdanını kimseye bir zarar vermediği düşüncesiyle rahatlatabilir. Böylece kişi, sorumluluğu kabul etse bile zararın varlığını reddettiği için yine vicdan azabından kurtulmuş olur. Mağdurun Varlığının Reddedilmesi—Bazen kişi, işlediği suçu kendisine yapılan bir haksızlığın karşısında yapılan bir karşı atak, bir tür meşru müdafaa ve bir tür hayatta kalma mücadelesi olarak tanımlayabilir. Bu durumda işlenen suçun mağduru mağdur olmaktan çıkarak işlenen suçu hak etmiş bir kimse şeklinde yorumlanabilir. Bazen de, işlenen suçun mağdurunun bilinmediği veya mağdurun özel konumundan dolayı mağduriyet yaşamış sayılmayacağı iddiasıyla mağdurun varlığı reddedilir (Sykes ve Matza, 1957:668). Sahte yazılım örneğine yeniden bakacak olursak, kendisini ayıplayanlara karşı sahte 65





programı bilgisayarına kuran kişi “ne yani, şimdi Bill Gates mağdur mu oldu? Diyelim ki CD 500 dolardı ve ben bunu satın almadığım için Bill Gates bu parayı kazanamadı. Şimdi bu durum Bill Gates gibi bir adamı mağdur mu yapar?” şeklinde çıkışlarla sorumluluğu ve zararın varlığını kabul etse bile mağdurun varlığını reddettiği için bir şekilde yine vicdan azabından kurtulmuş olur. Lanetleyenlerin Lanetlenmesi—Birilerinin çıkıp da suç işleyen kişiyi ayıplaması ve kınaması durumunda suçlu kişi kendisini suçlayanlara dönerek bu kimselerin yaptıkları hataları ve yanlış işleri yüzlerine vurur (Sykes ve Matza, 1957:668). Dilimize yerleşen “dinime küfreden bari Müslüman olsa” ifadesine benzer bir şekilde kendisini suçlayan ve ayıplayanların da masum olmadığını, onların da birçok kötü iş yaptıklarını ancak bunu kimsenin onların yüzüne vurmadığını söyleyerek herkesin yaptığı hataların kendisini ilgilendireceğini savunur. Böylece dikkati diğer insanlar üzerinde toplayarak kendi hatalarını gizlemeye çalışır. Yine korsan CD örneği üzerinden gidecek olursak, kendisini sahte yazılım kullandığı için ayıplayan ve kınayanlara karşı suçlanan kişi “siz önce kendi bilgisayarlarınızı bir getirin bakalım. Hangi programı ne zaman satın aldığınızı söyleyin, ondan sonra ben ve bilgisayarım hakkında konuşmaya devam edelim. Ofis programları 500 dolar, sen bu programı ne zaman satın aldın, sen önce buna cevap ver!” tarzında bir çıkışla, kendisine karşı suçlamada bulunan herkesi bastırır, böylece üzerinde toplanan dikkatleri dağıtmış olur. Böylece hem çevresindeki insanlara herkesin yaptığı bir yanlışlık olduğu, dolayısıyla kendi hatasının da bu tür bir durum olduğu mesajını vermiş, hem de kendi vicdanına yaptığı kötü işte yalnız olmadığını, buna benzer hataların herkes tarafından ve yaygın bir şekilde yapıldığını söyleyerek vicdan azabından kurtulmuş olur. Kendi Değerlerini Toplumun Değerlerinden Üstün Görmek—Özellikle suçlu bir gruba veya çeteye üye olan insanların kullandığı bir savunma stratejisidir. Toplumdan kendilerine yönelik bir ayıplama, kınama veya tehdit geldiği zaman, bu kimseler içinde bulundukları grup ve toplumu biz ve ötekiler şeklinde gruplandırarak, yaptıklarının aslında kendi şartları içinde doğru olduğunu, bunu diğer insanların anlamasının mümkün olmadığını savunurlar. Dolayısıyla, eğer ki hareketlerini belli kurallar ve değerlere göre belirleyecekse, bu kuralların ancak kendisi gibi olan ve kendisini anlayan insanların kuralları olacağını savunurlar (Sykes ve Matza, 1957:668). Örneğin bir terörist yaptığı en kanlı eylemlerden sonra gerek kendisine lanet okuyan insanlara karşı gerekse -eğer ki hala ölmemişse- kendi vicdanına karşı şu tür ifadeler kullanacaktır: “Siz, içinde yaşadığınız fanusta olup bitenden haberdar değilsiniz. Devlet ve hükümet sizi her türlü propagandalarıyla aldatıyor. Biz hakkımız olanı istiyoruz, başka bir şey değil. Biz halkların kardeşliğini savunuyoruz…” Herhalde bir terörist de attığı onca molotof kokteyli, yaraladığı ve öldürdüğü insanlar, yaktığı ve zarar verdiği arabalar ve evler için bu türden bir gerekçelendirmeye ihtiyaç duyacaktır. Aksi takdirde bu tür bir vicdan azabıyla başa çıkmak kimse için mümkün değildir. Öğrenme teorilerinde ifade edilen argümanları en genel şekliyle özetleyecek olursak, suç aynen diğer davranışlar gibi öğrenilen bir davranıştır. Bu noktada öğrenmenin iki tür öğrenmeyi içerdiğini görüyoruz: Birincisi, suç işleme tekniğinin öğrenilmesidir ki suçlu davranışın yoğunlukla arkadaş gruplarında ve insan-insana etkileşim sonucu gerçekleştiğini görüyoruz. İkincisinde ise suçluların gerek suç işlemeden önce suç ile gerçekleştirecekleri her türlü haksızlığı ve kötülüğü kendi vicdanlarında makul görmeleri gerekse suç işledikten sonra pişmanlık duymamalarını sağlayacak mazeretleri ve gerekçeleri öğrenmeyi içerdiğini görüyoruz. Bu iki öğrenme ile suçlu davranışın bir hayat tarzı olarak birey tarafından benimsenmesi mümkün hale gelir, ortam suç için hazır hale gelmiş olur. Görüldüğü üzere kriminoloji biliminde öğrenme teorilerinin ilkleri sosyoloji kökenlidir. Bu dönemde yapılan sosyolojik çalışmaların suçu öğrenilen bir davranış olarak değerlendirirken genel itibariyle öğrenme mekanizmasının nasıl işlediğine dair herhangi bir detaylı analize girmediğini görüyoruz. İşte bu boşluk aynı dönemde psikoloji biliminde yapılan çalışmalarla doldurulmuş, sosyoloji kökenli kriminologlar da psikoloji bilimde gerçekleşen devrim niteliğindeki teorik ve ampirik ilerlemelerden istifade etmişlerdir. Aşağıdaki bölümde psikoloji biliminin kriminoloji bilimine yaptığı katkıları ele alacak ve suçlu davranışın öğrenilmesinde birey ve sosyal çevre etkileşiminin önemine dair ortaya koydukları çalışmaları inceleyeceğiz.

Davranışçı Psikoloji: İnsan Çevresiyle Aktif Bir Etkileşim Halindedir; Şiddet ve Suç Bu Etkileşim Çerçevesinde Öğrenilen Davranışlardır Suçu öğrenilen bir davranış olarak gören kriminolojik görüşlerin yükselişine paralel olarak psikoloji biliminde de öğrenme teorilerinde önemli gelişmeler meydana geliyordu. Daha sonra kriminolojik çalışmalara ayrı bir ivme kazandıracak bu yeni teoriler özellikle 1900’lü yıllarda kaydedilen en önemli gelişmeler davranışçı psikoloji olarak anılan akımla birlikte ortaya atılmıştı. Davranışçı psikolojinin ortaya çıkışı Rus bilim adamı Ivan Pavlov ile Amerikalı psikolog John Watson’un çalışmalarına 66





dayanmaktadır. Pavlov, köpeklerin sindirim sistemi ve salyalama davranışları üzerinde yaptığı deneyler sırasında farkında olmadan başka bir keşif yapmış; hayvanların normal şartlar altında yalnızca yiyecek gördükleri zaman üretmeleri gereken salyayı daha bakıcılarının ayak seslerini duyar duymaz salgılamaya başladıklarını tespit etmişti. Normalde, doğal bir uyarıcı olan yiyeceğin neden olması gereken salya salgılama davranışı, zamanla hayvanın yiyecekle özdeşleştirdiği ayak sesleriyle bile ortaya çıkar hale gelmişti. Pavlov, yapmış olduğu deneylerle salyalama etkisini yiyecekten zil sesi, metronom sesi ve ışık gibi daha pek çok “nötr uyarıcı”ya transfer etmeyi başarmıştır. Bu uyarıcılara nötr uyarıcı denilmesinin sebebi, normal şartlar altında bu uyarıcıların yiyeceğin yaptığı salyalama etkisini yapmayışıdır. Ancak, yiyecekle birlikte sunulan bu uyarıcılar zamanla yiyecek olmadan bile salyalama etkisini oluşturacak derecede yiyecekle özdeşleştirilmiştir. Bu nedenle de bu nötr uyarıcılar “koşullandırılmış uyarıcı” halini almıştır. Bu süreç Şekil 5.1’de görüldüğü gibi gelişmektedir:

 Şekil 5.1: Pavlov’un Klasik Koşullanma Modeli Kaynak: Dolu, 2011:243

Pavlov’un köpekler üzerinde yaptığı bu çalışmalar daha sonra çeşitli hayvanlar üzerinde tekrarlanmış ve benzer sonuçlar elde edilmiştir (Werboff, 1962; Zavala, 1968). Daha sonra John Watson isimli bir Amerikalı psikolog, Pavlov’un hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerin benzerlerini insanlar üzerinde tekrarlamıştır. Günümüzün etik standartlarını karşılamadığı için artık tekrarlanması mümkün olmayan bu deneylerde Watson, yetimhanelerde bulunan yüzlerce bebek ve çocuk üzerinde çeşitli deneyler yapmış, başta korku ve şiddet olmak üzere pek çok davranışın öğrenildiğini iddia etmiştir. Bu deneyler arasında özellikle Küçük Albert (Little Albert) isimli yetim üzerinde yaptığı çalışmalarda Watson, normalde bebeklerin hayvanlardan, ateşten ve daha pek çok korku kaynağı olarak düşünülen şeyden korkmadıklarını göstermiştir. Ancak yazar, yüksek sesli zil sesi ve korkulan diğer şeylere karşı bebeklerin gösterdikleri korku reaksiyonunun daha önce korkulmayan şeylere transfer edilebileceğini ortaya koymuştur. Yaptığı deneylerle Watson, pek çok davranışın insan deneklere nasıl “kazandırılabileceği” (learn) veya “unutturulabileceğini” (un-learn) ayrıntılı olarak izah etmiştir. Pavlov’un orijinal çalışmaları ve Watson’un ortaya koyduğu model literatürde “klasik koşullanma” (classical conditioning) olarak adlandırılmıştır. 67





Watson’u takip eden süreçte B. F. Skinner isimli başka bir Amerikalı psikolog davranışçı psikolojiyi daha da geliştirmiştir. “Çevre her şeydir” diyen Skinner, bir organizmanın (ister insan olsun ister hayvan) davranışlarının çevreden gelen tepkilerle şekillendiğini düşünmüştür. Skinner’a göre doğru araçların kullanılması halinde insan davranışlarının istenen şekilde değiştirilmesi mümkündür. Görüşleri “edimsel koşullanma” (operant conditioning) olarak isimlendirilen Skinner, bir davranışın öğrenilmesi ve sonrasında sürdürülmesi için o davranışın gerçekleştirildikten sonra ödüllendirilmesi gerektiğini savunmuştur. Yani, bir kimse herhangi bir davranışından sonra ödüllendirilirse bu kimsede o davranışı tekrarlama eğilimi artacaktır. Aynı şekilde, eğer ki bir davranış sonrasında birey (ya da bir hayvan da olabilir) cezalandırılırsa, o zaman da o davranış tekrar edilmeyecektir. Yani, ödüllendirme ile bir davranışın devamlığı sağlanırken ceza ile bir daha tekrar etmemesi sağlanmış olur. Ödül ve ceza ile bir davranışın tekrarlanıp tekrarlanmayacağı ve mekanizmanın nasıl işlediği Şekil.2’de gösterildiği gibi gerçekleşir.

Şekil 5.2: Skinner’in Edimsel Koşullanma Modeli Kaynak: Dolu, 2011:243

1965 yılına gelindiğinde C. C. Jefferey isimli bir kriminolog Skinner’in edimsel koşullanma prensiplerini Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisine uyarlanabileceğini ortaya atmıştır. Jefferey (1965), Sutherland’ın suçu öğrenilen bir davranış olarak ifade etmesine karşın öğrenmenin nasıl gerçekleştiğiyle ilgili herhangi bir şey söylemediğini, bu cevapsız soruların psikoloji bilimi tarafından cevaplandığını söylemiştir. Sutherland’ın görüşlerini yorumlayarak geliştirdiği yeni modele “ayırıcı pekiştirme teorisi” (differential reinforcement theory) ismini veren Jefferey (1965), suçlu davranışı “edimsel” bir davranış olarak değerlendirmiştir. Jefferey’e (1965) göre suçlu davranışın devam edip etmemesi bu davranış sonucunda gerçekleşecek senaryolara bağlıdır. Birey eğer ki suçlu davranış neticesinde maddi ya da manevi olsun pozitif bir sonuç elde ediyorsa birey bu davranışı sürdürecektir; zira suçlu davranış bireyin hoşuna gidecek güzel sonuçlarla pekiştirilmiştir. Bazen de birey kendisine tehdit olarak algıladığı bir şeyi ortadan kaldırmak, kendini savunmak ya da kendisini rahatsız edici bir durumdan kurtulmak için suç işleyebilir. Bu durumda da birey işlediği suç ile negatif uyarıcılardan kurtulduğu için yine suçlu davranışı pekiştirmiş olur (Dolu, 2011). Jefferey’in çalışmasını takiben 1966 yılında Burgess ve Akers, Skinner’in görüşlerini Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisine yeniden uygulamış ve teorinin edimsel koşullanma prensiplerine göre nasıl yorumlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. 68





1970’lere gelindiğinde Albert Bandura isimli başka bir Amerikalı psikologun gözlemsel öğrenme tekniklerine ilişkin çalışmalarının giderek kendinden daha fazla söz ettirmeye başladığını görmekteyiz. Bandura, bir davranışın öğrenilmesi ve sürdürülmesi için mutlaka Skinner’ın iddia ettiği gibi bir ödülceza sisteminin bulunmasına gerek olmadığını savunmuştur. Bandura’ya göre bir davranışın öğrenilmesi için bireyin bizzat kendisinin ödül veya ceza sonuçlarıyla karşılaşması gerekmez. Başka bir kimsenin belli bir davranış neticesinde ödüllendirildiğini veya cezalandırıldığını görmesi de kişiye aynı tecrübeyi kazandırır. Yani, bir davranışın kazanılması, sürdürülmesi veya terk edilmesi için bir kimsenin ödül veya cezayı doğrudan kendisinin tecrübe etmesi gerekmez. Bandura’nın “sosyal öğrenme teorisi” olarak isimlendirdiği, ancak literatürde “gözlemsel öğrenme teorisi” olarak da bilinen bu yaklaşım, genel olarak suçlu davranışın, özelde de şiddet içerikli davranışların nasıl öğrenildiğiyle ilgili yepyeni bir perspektif sunmuştur.

 Şekil 5.3: Bandura’nın Bobo Doll Deneyi Kaynak: Bandura, Ross ve Ross (1963:8)

Bandura’nın meslektaşlarıyla yaptığı çeşitli araştırmalar, özellikle çocukların gözlemledikleri şiddet içerikli sahnelerin etkisinde kalarak şiddet ve saldırganlık içeren davranışlarda bulunma olasılığını artırdığını ortaya koymuştur. Özellikle Literatürde “Bobo Doll Deneyi” olarak bilinen çalışması oldukça meşhurdur. Şekil.3’te bu deneyde kaydedilen videolardan kareleri sunduğumuz çalışmada, okul öncesi çağdaki çocuklara şiddet içerikli sahnelerin olduğu bir görüntü izletilmektedir. Videoda Bandura’nın bir asistanı tarafından bizim kültürümüzde “hacıyatmaz” olarak bilinen bir oyuncağa sürekli olarak vurulmakta, tekme atılmakta ve oyuncak havalara fırlatılmaktadır. Görüntüleri izledikten sonra çocuklar serbest bırakılmakta ve sırasıyla çocuklar seyrettikleri videodaki şişme balon oyuncağın olduğu odaya alınmaktadır. Çalışma sonunda, deney grubunda bulunan çocukların kontrol grubundaki çocuklara kıyasla çok daha fazla saldırgan tavır sergiledikleri ve şiddet içerikli davranışlarda bulundukları tespit edilmiştir. Bandura’nın bu ve benzeri çalışmaları özellikle medya-şiddet ilişkisini ele alan pek çok çalışmaya ilham kaynaklığı yapmış ve bu çalışmalar için gerekli teorik ve ampirik zemini oluşturmuştur.

Akers: Suç Sosyal Çevreyle Etkileşim Neticesinde Öğrenilir Ronald Akers, suçun öğrenilen bir davranış olduğunu savunan literatürün en önemli kriminologlarındandır. 1966 yılında Burgess ile yazdıkları makale ile Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisini Skinner’in edimsel koşullanma prensiplerine göre yeniden formüle ettikten sonra bu alandan hiç kopmamış ve son altmış yılda öğrenme teorisi ile ilgili sayısız eser ortaya koymuştur. Bu çalışmalar arasında en önemlisi “sosyal öğrenme teorisi”dir.  69





Sosyal öğrenme teorisi ile Akers, literatürde daha önce geliştirilen fikirleri bir potada eriterek kapsamlı bir model geliştirmiştir. Akers, suçu öğrenilen bir davranış olarak görüyordu ancak bu öğrenmenin çeşitli yollarla gerçekleşebileceğini, dolayısıyla bu alanda kurgulanacak bir teorinin bu farklı öğrenme yöntemlerini bünyesinde barındırması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle, özünde Sutherland’ın “ayırıcı birliktelikler teorisi”ni kabul ediyor, ayrıca Tarde’nin “taklit” yaklaşımını, Skyes ve Matza’nın “nötrleştirme teknikleri”ni, Skinner’in “pekiştirme” yaklaşımını, “Bandura’nın “gözlemsel öğrenme”sini de çok önemli görüyordu. Bu düşüncelerle, Akers sosyal öğrenme teorisini dört temel bileşen üzerine inşa etti: (1) ayırıcı birliktelikler, (2) taklit, (3) suç işlemeyi haklı çıkaran tanımlamalar ve mazeretler, (4) ayırıcı pekiştirme. Birinci bileşen, Sutherland’ın teorisini orijinal şekliyle kabul ediyor ve suç insanların yakın ilişki içinde olduğu kimselerle etkileşim sürecinde öğrenilen bir davranış olduğunu ifade etmektedir. İkinci bileşen olan taklit, öğrenmenin tek yolunun insan-insana etkileşim olmadığını, öğrenmenin aynı zamanda diğer insanları izleyerek de gerçekleşebileceğini ifade etmektedir. Üçüncü bileşen, suçun öğrenilmesinde, suçun nasıl işleneceğine ilişkin teknik bilgin öğrenilmesinin yanı sıra suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçelerin öğrenilmesinin kilit rol oynadığını ifade etmektedir. Yani, suçun nasıl işleneceğini öğrenen birinin suç işleyebilmesi için kendi iç dünyasında suç işlemeye hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bu zihinsel dönüşüm hem suç işleme öncesinde, hem de suç sonrasında kritik öneme sahiptir. Dördüncü bileşen olan ayırıcı pekiştirme ise, bir suç işlendikten sonra suçlunun bu davranışı neticesinde elde ettiği şeylerin ödül mü yoksa ceza mı olduğuna bağlı olarak öğrenilen suçlu davranışın sürdürülüp sürdürülmeyeceğini ifade eder. Yani suç, ancak ve ancak neticesinde suçlunun arzu ettiği pozitif bir takım sonuçlara götürdüğü sürece tekrar ettirilmek istenecektir. Daha sonra Akers, geliştirdiği bu teoriyi sosyal çevre ile etkileşimli yeni bir model çerçevesinde yeniden ele alarak sosyal yapı değişkenlerini de teorisine dâhil etmiştir. Bu son şekliyle teoride öngörülen öğrenmenin gerçekleşebilmesi için bireyin içinde bulunduğu sosyal çevrenin de önemli olduğu vurgulanmıştır. Buna göre, sosyal düzensizlik ve çatışmanın olduğu yerlerde, etnik heterojenliğin ve nüfus hareketliliğinin yüksek olduğu yerlerde suçların çok daha rahat bir şekilde öğrenileceği ve yayılacağı varsayılmıştır. Dahası, meydana gelecek yüksek suç oranlarının bireyin içinde yaşadığı sosyal çevreyi yeni suçlar için daha müsait hale getireceği, bunun da bir tür kısır döngü oluşturacağı savunulmuştur. Yani, sosyal düzensizliğin yüksek olduğu yerlerde geleneksel sosyal kontrol mekanizmaları zayıflayacağı için bu bölgelerde suçlu insan sayısı artar, suçluların ve suç çetelerinin diğer insanları da aralarına katabilme potansiyeli yükselir. Görüldüğü üzere, öğrenme teorileri suçlu bireyin çevresiyle sürekli bir etkileşim halinde olduğunu varsayar ve bu varsayım çerçevesinde sürekli bir öğrenme sürecinin devam ettiğini kabul eder. Aşağıdaki bölümde, bir yönüyle öğrenme teorilerine ilham kaynaklığı yapan, bir yönüyle de benzer zaman dilimlerinde gelişimini devam ettiren sosyal etkileşim eksenli bir yaklaşımı benimseyen damgalama teorisini ele alacağız.

“BİR İNSANA KIRK KEZ DELİ DERSEN DELİ OLUR”: DAMGALAMA TEORİLERİ Literatürde damgalama teorisi olarak bilinen yaklaşım, sosyal etkileşimin etkisini en güçlü şekilde yansıtan teoridir. Suç ya da sapma teşkil eden davranışları, birey ve sosyal çevre ile birlikte değerlendiren bu yaklaşım, sosyal çevrenin birey üzerinde icra ettiği etkileri inceleyen ve bu etkileri modelleyen bir perspektiftir. Bu yaklaşıma göre birey içinde yaşadığı çevre ile o kadar ilişkilidir ki, adeta sosyal çevreyi anlamadan bireyi anlamak da mümkün değildir.

Sembolik Etkileşim Damgalama teorisinin temelini “sembolik etkileşim” adı verilen bir yaklaşım oluşturur. George Herbert Mead ve Charles H. Cooley’in çalışmalarına dayanan sembolik etkileşim, birey ve toplumun bir diğerini etkileyen ve her ikisinin sürekli etkileşim halinde olduğu dinamik bir yapı olduğunu iddia etmişlerdir. Cooley (1902), “İnsan Doğası ve Sosyal Düzen” (Human Nature and Social Order) isimli eserinde, benliğin iki yansıması olduğundan bahsetmektedir: bireyin “kendi bildiği” benliği ve “toplum aynası”nda yansıyan benliği. Cooley’e göre birey kendisi hakkında bildiklerini dış dünyadaki görünümüne bakarak 70





teyit etme ihtiyacındadır. Birey, toplumun kendisinin nasıl bir insan olduğuna dair verdiği geri bildirimlerle kendi hakkında bildiklerini karşılaştırarak bu iki yansıma arasında bir fark olup olmadığını kontrol eder. Eğer ki her ikisi arasında bir fark varsa, birey bu farkı mümkün olduğu kadar en aza indirmek ve bu iki yansımayı birbiriyle uyumlu hale getirmek ister. Bu süreçte, dış dünyanın birey hakkındaki düşünceleri birey üzerinde oldukça önemli etkiler yapar. Özellikle çocukluk evresinde dış dünyadan gelen geri bildirimler bireyin benlik algısının ve kişiliğinin şekillenmesinde oldukça etkilidir. Bu durum toplumun suç ve suçluya gösterdiği tepkilerin neden olduğu sonuçlar bakımından oldukça anlamlıdır. Bu bakış açısı “toplumsal tepki yaklaşımı” olarak da adlandırılan damgalama teorisinin özünü oluşturur.

Kötülüğün Dramatize Edilmesi ve İkincil Sapma Herhalde hemen hiçbir toplumda “ben hiç suç işlemedim” diyebilecek bir kimse yoktur. Çok iddialı gibi görünse de, çoğu insan kendi çocukluğunu düşündüğünde mutlaka ufak tefek hatalar yaptığını, belki bir derste kopya çektiğini, komşunun camını kırdığını, arkadaşının silgisini aşırdığını, komşunun bahçesine girerek çok hoşuna giden elmalardan, çağlalardan yediğini hatırlayacaktır. Elbette bunlar çocukluk evresinde olan ve yetişkinlik döneminde gülüp geçtiğimiz hadiselerdir. Peki, bu eylemler “suç mudur?” Nereden baktığınıza ve nasıl görmek istediğinize bağlı olarak bu eylemleri suç olarak tanımlamak elbette mümkün. İşte tam da bu noktada Frank Tannenbaum, 1938 tarihli “Suç ve Toplum” (Crime and the Community) isimli eserinde sapma, suç ve suçluya gösterilen toplumsal tepkilerin suçlu üzerinde meydana getirdiği dönüşümden bahsetmektedir. Toplum çoğu zaman bir çocuğa, gence yaptığı hatalardan dolayı “haylaz çocuk”, “yaramaz çocuk” gibi sevgiyle karışık tatlı-sert bir üslupla yaklaşır. Bir yandan yaptığını onaylamazken diğer yandan ise yapılan hatayı yaşının küçüklüğüne ve masumiyetine vererek küçüğü affeder. Ancak yapılan hatalar zamanla birikir ve toplumun durmadan benzer hataları tekrarlayan insanlara karşı tahammülü azalır. Belli bir noktadan sonra da insanların sabrı taşar. Bu noktadan itibaren iş polise intikal eder, polis gelir ve sorumluyu gözaltına alır. Karakola götürülen, belki de ellerine kelepçe vurulan bu kimse için artık içinde yaşadığı dünya bir başka hal alır. Toplum artık bu insana karşı “haylaz” ya da “yaramaz” demez; çünkü artık “suçlu”dur. Polisten sonra savcının ve hâkimin karşısına çıkarılan birey toplumun ve ceza adalet sisteminin kendisine bakışından ve gösterilen tepkilerden oldukça derin bir şekilde etkilenir. Evine geri döndüğünde sokaktaki insanların bakışlarındaki farklılığı hemen fark eder. Artık toplumla arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Bazı insanlar bu tür kimseleri güvenilmez ilan ederler ve iletişimi keserek bir daha konuşmazlar. Diğerleri ise çocuklarının bu tür insanlarla arkadaşlık kurmasını istemez; çünkü “kötü arkadaş yılandan çıyandan bile daha tehlikelidir” atasözü insanların belliğinde kazılıdır. Yapılmaya çalışılan şey aslında bir yandan toplumun kendisini kötü insanlara karşı koruma iç güdüsüyle hareket etme çabası olarak karşımıza çıkarken, diğer yandan farkında olmadan hata yapan ve suç işleyen insanlara bir daha normalleşme şansı vermeme gibi vahim yanlışlıkların yapılmasına neden olur. Tannenbaum, toplumun yaptıkları hataları durmadan insanların yüzüne vurmasını, sürekli hatırda tutmasını ve en uygun vesileler denk geldiğinde yeniden gündeme getirmesini “kötülüğün dramatize edilmesi” (dramatization of evil) kavramı ile ifade etmektedir. Yapılan hataların sürekli olarak gündemde tutulması, yapılan yanlışlıkların düzeltilmesine fırsat verilmemesi ve toplumun yanlış yapan insanlara gösterdiği bu tür tepkiler, bu insanların hatalarını arkada bırakarak yeni bir başlangıç yapmasının önüne geçer ve bireye eskiye dönüşün mümkün olmadığı mesajını verir. “Sosyal Patoloji” isimli eserinde Edwin Lemert (1951), insanların bir şekilde yukarıda anlatmaya çalıştığımız türden hatalar yapabilecekleri ve hatta suç işleyebileceklerini, bunun da normal bir durum olduğunu ifade etmektedir. Ne var ki, Lemert’e göre insanları suçlu bir kariyere yönlendiren ve suç işlemeye devam etmelerine neden olan asıl şey, yaptıkları hatalar sonrasında insanlara bir daha normale dönmelerine fırsat vermeyecek şekilde tepkiler vermektir. Toplumdan gelen acımasız ve ölçüsüz tepkiler bireyi giderek toplumdan uzaklaştırır, içine kapatır ve bireyi topluma düşman haline getirir. Bunun neticesinde birey tepkisini göstermek için yeniden suç ya da sapma olan bir harekette bulunur. Buna toplum çok daha şiddetli tepkiler verir. Birey ise inadına benzer davranışlarda bulunarak kendisine karşı geliştirilen acımasız tepkilere karşı direnir. Bunun neticesinde birey giderek kendine biçilen rolü 71





benimser ve suçlu bir kimse haline gelir. Zaten onca olan bitenden sonra toplum da bu kimseye kendi bünyesinde yer vermek istemez. Bu etki-tepki durumu toplumun bu tür insanları tamamen kaybetmesine neden olur. Lemert yapılan ilk yanlış davranışı birincil sapma olarak ifade ederken, daha sonra sürdürülen sapma (veya suç) davranışlarını ise ikincil sapma olarak adlandırmaktadır. Peki, damgalama sürecinde bireyde yaşanan kırılmaya neden olan faktörler nelerdir? Aşağıdaki bölümde bu faktörleri inceleyeceğiz.

Damgalama Döngüsü Suç sonrasında bireyde yaşanan değişimi Dolu (2012) bir damgalama döngüsü ile izah etmekte ve bu döngüyü de üç başlık altında incelemektedir: (1) baskın statü, (2) geçmişe dönük yorum yapma, (3) kendini gerçekleştiren kehanet. Şekil 5.4’te gösterilen döngü çerçevesinde damgalama süreci işler ve damgalanan kişi suçlu bir kariyer sahibi kimse haline gelir.

 Şekil 5.4: Damgalama Döngüsü Kaynak: Dolu, 2011:399

Baskın statü—İnsanlar, içinde bulundukları farklı ortamlar gereği farklı davranma ihtiyacı duyarlar. Bu hem bir ihtiyaç hem de bir gerekliliktir. İşinde çaycı olan bir kimse, eşinin kocası, çocuklarının babası, mahalle takımının da kalecisi olabilir. İşte bütün bu farklı statüler ve roller kişinin sosyal yaşamın çeşitli alanlarında uyumlu bir yaşam sürmesine imkân sağlar. Baskın statüler çoğu zaman bu esnekliğin bittiği noktaları temsil eder ve bazı durumlarda baskın statüler ciddi sorunlara neden olur. Bir kimseye atfedilen “suçlu” damgası baskın bir statüdür; bireyin bütün iyi ve güzel özelliklerini ezer geçer. Kişiye atfedilen ayıp, kusur, hata veya yanlışlığın gerçek bir durum olması da gerekmez. Bir iftira ile bir insanın hayatı yerle bir olabilir. Bir kadına atfedilecek iffetsizlik isnadı gerek o insanın, gerek ailesinin, gerekse o toplumun hayatında yıkıcı bir etki yapar. Bir kere “ahlaksız”, “hırsız”, “güvenilmez”, “suçlu” vb damgalarla nitelenen bir kişi—halk tabiriyle—“ağzıyla kuş tutsa bile” artık kimseye yaranamaz. Bu nedenle bir kimsenin “suçlu” olarak nitelendirilmesi bu kişi için baskın bir statüdür, bu kişinin sırtından çıkarıp atamayacağı bir damgadır. Suçlu baskın statüsü bir cilttir; elbise değil. Geçmişe dönük yorum yapma—Suç işleyen insanların yaptıkları hatalar ve yanlışlar bir bir ortaya çıktıkça herkesin ilgisi ve dikkati bu kimseler üzerinde daha çok yoğunlaşır. Böylece bu kişilerin geçmişleri elde edilen yeni bilgiler ışığında yeniden değerlendirilir. Eğer ki bu kimsenin olduğu yerde kimin yaptığı belli olmayan bir suç işlenmişse veya bir olumsuzluk meydana gelmişse insanlar hemencecik benzer türdeki eylemleri bu kişinin üzerine yıkıverirler. Halk arasında şu türden ifadeler oldukça yaygındır: “Günahı üstünde kalsın ama Allah bilir bunu da o yapmıştır!”. Böylece herhangi bir hatayla kirlenen bir isim, özellikle bu kişiye karşı kinlenen veya öfkelenen insanların da körüklemesiyle 72





bir anda günah keçisine döner. “Geçen gün de zaten şöyle bir şey olmuştu, demek ki şundan dolayı öyle davranmış” türünden ifadelerle o kişiye ait geçmiş ve bu kimseyle olan hatıralar adeta yeniden yapılandırılır ve elde edilen yeni bilgi doğrultusunda her şey yeni bir şekil alıverir. Örneğin bir öğrenci bir başkasına ait güzel kokan bir silgiyi beğendiği için ondan izinsiz alabilir ve bu fark edildiği zaman çocuklar aceleci bir tavırla arkadaşlarına “Hırsız” diyebilirler. Bunun üzerine bazen diğer öğrenciler ve hatta bazen velileri de bu durumun üstüne giderek “Geçen hafta da bizim oğlanın kalemi kaybolmuştu”, veya “geçen gün de benim silgim kayboldu”, veya “bu sınıfta da amma çok şey kayboluyor!” tarzında çıkışlarla adeta bütün bu olayların failini bulmuş gibi bütün faturayı aynı kişiye kesebilirler. Bu tür davranışlar ve eğilimler maalesef etik ve ahlaki gelişimini tamamlayamamış insanların tabiatında olan bir özelliktir. Bu sebeple, her ne kadar bu tür damgalayıcı yaklaşımlar tasvip edilmeyen davranışlar olsa da pek çok toplumda gözlemlenen bir durumdur. Kendini gerçekleştiren kehanet—“Bir insana kırk kere deli dersen deli olur” atasözü toplumumuzun hafızasında binlerce yıldır kazılı olan bir kültürel birikimi yansıtmaktadır. Eğer ki bir insanı “suçlu”, “ahlaksız”, “işe yaramaz adam”, “kötü çocuk” tarzında yakıştırmalarla hem kendi gözümüzde hem de toplum nezdinde kötü bir yere koyar ve bu insana yönelik “bundan ne köy olur ne kasaba”, “bundan bir baltaya sap olmaz” gibi cesaret ve onur kırıcı sözler söyleyip durursak, bu insan için kendisine biçilen rolü oynamaktan başka bir yol kalmaz. Bir insan iftiraya uğramış olabilir, yanlış anlaşılmış olabilir veya kendisine tuzak kurulmuş olabilir. Bu nedenle, bizim ilk bakışta gördüğümüz şey ile o şeyin nasıl meydana geldiği arasında ciddi bir uçurum bulunabilir. Dolayısıyla, bu tür çıkarımlarda bulunmadan önce işin aslını anlamaya çalışmak gerekir. Ne var ki, çoğu zaman süreç böyle işlemez ve insanlar hemencecik sonuca doğru ilerleyerek sonda söylenmesi gereken şeyi en başta söylerler. Bu tür durumlarda bir daha düzelmesi çok zor sosyal yaralar meydana gelebilir. Bir insana “hırsız”, “arsız”, “güvenilmez” ve benzeri kelimelerle yakıştırmalarda bulunmak ve bu kişilere bu türden ifadelerle hitap etmek zamanla bu insanları belli bir kalıba koyar ve bu kimseler için kendilerine biçilen rolü zamanla benimsemeye başlar. Bu olumsuz yakıştırmalar zamanla bir tür kendini gerçekleştiren kehanet gibi kişi tarafından da kabullenilir. Zaten “bir insanın adı çıkacağına canı çıksın” sözüyle anlatılan gerçek de, insanların toplum gözündeki yerlerini değiştirmelerinin ne kadar zor olduğunu ifade etme bakımından oldukça vecizdir. Bu aşamadan sonra toplumun kendisiyle ilgili kanaatini değiştiremeyeceğini anlayan birey kendisini değiştirerek daha fazla direnmemenin daha kolay olacağına karar verir ve toplumun kendisini gördüğü ya da nitelediği gibi bir kimse haline gelir. Bu nedenle, özellikle ana-babaların, öğretmenlerin, rehberlerin ve belletmenlerin özellikle çocuklara ve gençlere yönelik kullandıkları ifadelerin ne anlama geleceğini ölçüp tartarak kullanmaları büyük önem taşımaktadır.

73





Özet olabilir. Bir kimsenin yakın çevresinde şiddete başvurma yaygın bir tutum olmadığı halde, bir kimse izlediği televizyon programlarının ve dizilerin etkisiyle, oynadığı video oyunlarının tesiriyle şiddete başvurma eğilimi geliştirebilir ve bu durumu kendisi bile fark etmeyebilir. Gözlem yoluyla bireyler bir yandan suçun nasıl işleneceğine ilişkin teknikleri öğrenirken bir yandan da suç işledikten sonra elde edilmesi muhtemel faydaların ve karşılaşılması muhtemel zararların neler olduğunu bizzat kendisi tecrübe etmeden görme fırsatını yakalamış olur.

Sosyal etkileşim perspektifinden bakıldığında birey-toplum etkileşiminin suç üzerinde icra ettiği iki yönlü bir etki bulunmaktadır. Birinci etkiyi öğrenme teorisi ile izah ettik ve bireyle suçlu kimseler arasındaki etkileşim sonucu kişinin bu insanlardan etkilenerek suç işleyebileceğini söyledik. İkinci etkiyi ise damgalama teorisi ile izah ettik ve suç işleyen ya da hata yapan insana toplumun gösterdiği olumsuz tepkiler sonucu bireyin dışlandığını, yeniden normale dönme imkanı bulamadığı için de suçlu statüsünü benimsediğinden bahsettik. Bu son bölümde öğrenme ve damgalama teorileriyle ortaya koyduğumuz görüşleri kısaca özetleyeceğiz.

Sosyal bir varlık olan insanı içinde yaşadığı toplumdan ayrı ve tek başına düşünmek yanlış bir yaklaşım olacaktır. Zira birey ve toplum arasında sürekli bir iletişim ve etkileşim vardır. Birey ve toplum arasındaki bu dinamik yapı gereği birey içinde yaşadığı toplumu etkiler ve toplum tarafından da etkilenir. Toplumun bireye karşı göstermiş olduğu pozitif veya negatif tutumlar birey için öylesine etkili olur ki, bireyin kendisine ait benlik algısı toplumdan gelen geri bildirimlere göre değişebilir. Anadolu’da yaygın bir söz olarak bilinen “Bir insana kırk kere deli dersen deli, veli dersen veli olur” sözü toplumun birey üzerindeki tesirini ifade bakımından güzel bir örnektir.

Suç, aynen diğer davranışlar gibi öğrenilen bir davranıştır. Suç ya da sapma teşkil eden bir davranışın öğrenilmesinde diğer davranışların öğrenilmesinde geçerli olan prensipler aynen geçerlidir. Suçun öğrenilmesi ile iki şeyin öğrenilmesi kastedilir: suç işleme teknikleri ve suç işlemeyi haklı çıkaran gerekçelerin ve mazeretlerin öğrenilmesi. Birincisi ile birey suçun mekanik olarak nasıl işleyeceğini öğrenirken, ikincisi ile gerek suç işlemeden önce gerekse suç işlemeden sonra vicdan azabı hissetmemek için ihtiyaç duyacağı mazeretleri ve gerekçelendirmeleri öğrenir.

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, toplumun birey üzerindeki güçlü etkisi en çok da bireyin herhangi bir nedenle bir yanlış davranışta bulunması, bir hata yapması ya da bir suç işlemesi durumunda hissedilir. Bireye gösterilen aşırı ve olumsuz tepkiler sonucunda birey toplum dışına itilir ve bireyin benlik algısı toplum tarafından yansıtılan olumsuz imaj doğrultusunda değişir. Kendisine “suçlu”, “hırsız”, “arsız” “ayyaş” ve benzeri olumsuz kelimelerle hitap edilen ve o şekilde nitelenen bireye yaptığı hatayı telafi ederek yeniden toplumun saygın bir ferdi olma şansı verilmemiş olur. Bu durumda birey, kendisine söylendiği gibi bir kimse olma yoluna girer. Dahası, kendisini dışlayan ve kabul etmeyen toplumdan da bu şekilde intikam alabileceğini düşünür. Böylece, kendisini sorun olarak gören topluma “nasıl sorun olunurmuş”u gösterir. Bu nedenle, özellikle çocuk yetiştirirken ebeveynlerin ve öğretmenlerin çocuklara “kötü çocuk”, “işe yaramaz adam”, “senden ne köy olur, ne kasaba”, “senden bir baltaya sap olmaz” tarzında yakıştırmalarda bulunmamaları son derece mühimdir.

Her suç bir haksızlıktır. Suç işleyen insanlar da temelde ya başka insanların hakkı olan bir şeyleri ellerinden alarak haksızlık yapar, ya onlara hak etmedikleri şekilde davranarak onları incitir, ya da diğer insanlara ait şeylere zarar vererek adalet duygularını zedelerler. Her ne sebeple olursa olsun bir insanın suç işlemesi ve bunu da bir kariyer olarak sürdürebilmesi için yaptığının doğru olduğuna inanması ve vicdan azabından kurtulması şarttır. Bu noktada, Sykes ve Matza tarafından geliştirilen “nötrleştirme teknikleri” kariyer suçlularının nasıl olup da yaptıkları onca haksızlıklara rağmen suç işlemeye devam edebildiklerini anlatmaktadır. Bu teknikler: sorumluluğun reddedilmesi, zararın reddedilmesi, mağdurun varlığının reddedilmesi, kendilerini lanetleyenlerin lanetlenmesi ve kendi değerlerini toplumun değerlerinden üstün görmedir. Suç, insanların birbirleriyle etkileşimleri sürecinde öğrenilen bir davranış olduğu gibi, kişinin başka insanların bu davranışlarda bulunduğunu gözlemlemesi de bu kimsenin suç teşkil eden davranışları öğrenmesine sebep 74





Kendimizi Sınayalım 5. Aşağıdakilerden hangisi Sykes ve Matza’nın “Nötrleştirme Teknikleri”nden biri değildir?

1. Aşağıdakilerden hangisi Tarde'nin taklit kanunlarında anlattığı taklit davranışlarından biri değildir?

a. Mağdurun reddedilmesi b. Sorumluluğun reddedilmesi

a. Sosyoekonomik statü olarak alt tabakalarda bulunanlar üst tabakalarda olanları taklit ederler

c. Hâkimin reddedilmesi d. Lanetleyenlerin lanetlenmesi

b. Köylüler şehirlileri taklit eder

e. Zararın reddedilmesi

c. Fakirler zenginleri taklit eder

6. Bandura'nın gözlemsel öğrenme teorisi çerçevesinde aşağidakilerden hangisi doğrudur?

d. Moda daha geçici, gelenekler ise daha kalıcıdırlar

a. Şiddet gözlem yoluyla öğrenilen ve taklit edilen bir davranıştır

e. İnsanlar yeniden eskiye doğru nostaljik bir kaçış eğilimindedirler

b. Şiddet kötü bir davranıştır

2. Aşağıdakilerden hangisi Sutherland’in “Ayırıcı Birliktelikler Teorisi”nde tarifini bulan suçun iletişim ve etkileşimle öğrenilmesi sürecini etkileyen bir faktör değildir?

c. Şiddet takdir edilen bir davranıştır d. Şiddet doğuştan gelen bir davranıştır e. Şiddet olmazsa olmaz bir davranıştır 7. Aşağıdakilerden hangisi, damgalama teorisinin temel taşı olan sembolik etkileşim yaklaşımını oluşturan temel argümandan biri değildir?

a. Yoğunluk (Görüşülen kişinin ne kadar önemli ve saygın olduğu) b. Öncelik (suçlu kişiyle görüşmelerin kişinin hayatının ne kadar erken bir dönemine rastladığı)

a. Birey, içinde yaşadığı toplumla etkileşim halinde olan bir varlıktır.

b. Toplum, birey için adeta bir ayna fonksiyonu görerek bireyin kendisi hakkında geri bildirim almasını sağlar.

c. Sıklık (görüşme sıklığı) d. Mekân (görüşme yeri) e. Süre (Görüşülen kişiyle tanışıklık süresi )

c. Birey, dış dünya ile etkileşime geçerek içinde yaşadığı toplumu etkilemede aktif rol oynar.

3. Aşağıdakilerden hangisi Sutherland’ın ayırıcı birliktelikler teorisi için söylenemez?

d. Sembolik etkileşim, sosyal değerler ve anlamların toplumsal etkileşim ağları içinde nasıl inşa edildiğini inceler.

a. Suç öğrenilen bir davranıştır b. Suçun öğrenilmesinde insan-insana etkileşim ve iletişim önemlidir

e. Sembolik etkileşim çerçevesinde suç ve sapma, birey ve toplum arasında cereyan eden dinamik ve aktif bir etkileşimin bir ürünü olarak görülür.

c. Suçun öğrenilmesi ile iki şeyin öğrenilmesi kastedilir: suç işleme tekniklerinin öğrenilmesi ve suç işlemeyi haklı çıkaracak gerekçelerin öğrenilmesi

8. Tannenbaum’un “Kötülüğün Dramatize Edilmesi” kavramı ile kastettiği şey nedir?

d. Suçun öğrenilmesinde suç sonrası kazanılacak ödüllerin pekiştirici rolü suçlu davranışın devam edip etmemesinde önemlidir.

a. Kötülük yapmak gerçekten de dramatik bir durumdur.

e. Suçun öğrenilmesinde suç işlemeyi hoş gösteren tanımlamalara maruz kalmanın önemli bir yeri vardır.

b. İnsanlara yaptıkları kötülükler neticesinde toplumun cezalandırıcı ve dışlayıcı bir tutum sergilemesi bireyi bir daha geri dönülmez bir şekilde suçun kucağına iter.

4. Aşağıdakilerden hangisi Akers’in Sosyal Öğrenme Teorisini oluşturan bileşenlerden değildir?

c. Ceza adalet sistemi çocuk suçluları cezalandırmaktan vazgeçerek rehabilite edici bir perspektifle hareket etmeye başlamalıdır.

a. Ayırıcı birliktelikler

d. Kötülük aslında insanın doğasının bir parçasıdır, fırsatını bulunca kendini gösterir.

b. Tanımlamalar c. Ayırıcı pekiştirme

e. Herkes hayatının bir aşamasında suç işleyebilir; o halde hapishaneler boşaltılarak suçlulara ikinci bir şans verilmelidir.

d. Pozitif benlik algısı e. Taklit 75



sürekli



9. Aşağıdakilerden hangisi Lemert’in “İkincil Sapma” kavramı çerçevesinde ortaya attığı görüşlerden biri değildir?

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

a. “O ya da bu şekilde herkes bir kez suç işleyebilir” düşüncesi yanlıştır, zira suçlular çoğunlukla sosyoekonomik statüsü düşük insanlardır.

1. e Eğer cevabınız yanlışsa “Tarde: Suç Taklit Edilen Bir Davranıştır” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz 2. d Eğer cevabınız yanlışsa “Sutherland: Suç Öğrenilen Bir Davranıştır” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

b. Önemli olan, bu ilk suçtan sonra bireye nasıl bir tepki gösterildiğidir. c. Eğer ki bireye aşırı bir tepki gösterilirse, birey yeniden suç işler, buna ikincil sapma denir.

3. d Eğer cevabınız yanlışsa “Sutherland: Suç Öğrenilen Bir Davranıştır” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

d. Bireye aşırı tepkiler gösterilmesi ve yüksek cezalar verilmesi bireyde kendisini cezalandıran sisteme ve topluma karşı düşmanlık hislerinin kök salıp gelişmesine sebep olur.

4. d Eğer cevabınız yanlışsa “Akers: Suç Sosyal Çevreyle Etkileşim Neticesinde Öğrenilir” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz 5. c Eğer cevabınız yanlışsa “Sykes ve Matza: Suç İşlemeyi Haklı Çıkaracak Gerekçeler de Öğrenilirler” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

e. İkincil sapma, bireyi damgalayan ve toplum dışına iten sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

6. a Eğer cevabınız yanlışsa “Davranışçı Psikoloji” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

10. Aşağıdakilerden hangisi klasik damgalama (ayrıştırıcı utandırma) teorilerinde ön plana çıkan, bireyi suçlu bir kariyer tercihine doğru iten damgalama döngüsünü oluşturan faktörler hangileridir?

7. c Eğer cevabınız yanlışsa “Sembolik Etkileşim” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz 8. b Eğer cevabınız yanlışsa “Kötülüğün Dramatize Edilmesi ve İkincil Sapma” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

(I) baskın statü (II) geçmişe dönük yorum yapma (III) dedikodu yapma

9. d Eğer cevabınız yanlışsa “Damgalama Döngüsü” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

(IV) kendini gerçekleştiren kehanet (V) kötülüğün dramatize edilmesi

10. d Eğer cevabınız yanlışsa “Damgalama Döngüsü” başlıklı konuyu yeniden okuyunuz

a. I, III ve V b. I, II ve V c. II, IV ve V d. I, II ve IV e. III, IV ve V

76





Yararlanılan Kaynaklar Brown, Stephen E., Finn-Aage Esbensen, and Gilbert Geis, (1998). Criminology: Explaining Crime and Its Context. Third Edition, Cincinnati, OH: Anderson Publishing.

Adams, Reed (1973). “Differential Association and Learning Principles Revisited.” Social Problems, Vol.20, No.4, pp. 458-470. Akers, Ronald L., (2000). Criminological Theories: Introduction, Evaluation, and Appplication. Los Angeles, CA: Roxbury Publishing Company.

Burgess, Robert L. and Akers, Robert L. (1966).“A Differential AssociationReinforcement Theory of Criminal Behavior.” Social Problems, Vol.14, No.2, pp.128-147.

Anderson, James F. and Dyson, Laronistine (2002). Criminological Theories. Lanham – New York – Oxford: University Press of America.

Coleman, Loren (2004). The Copycat Effect: How the Media and Popular Culture Trigger the Mayhem in Tomorrow's Headlines. New York: Simon and Schuster.

Bandura, Albert (1965). “Influence of Model's Reinforcement Contingencies on the Acquisition of Imitative Responses.” Journal of Personality and Social Psychology, Vol.1, No.6, pp.589-595.

Conklin, John E. (2004). Criminology. 8th Edition. Boston: Pearson Education Inc.

Bandura, Albert (1973). Aggression: A Social Learning Analysis. Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, Inc.

Cooley, Charles H. (1902). Human Nature and the Social Order. New York: Charles Scribner's Sons.

Bandura, Albert (1986). Social Foundations of Thought and Action: A Social Cognitive Theory. Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, Inc.

Cressey, Donald (1953). Other People’s Money. New York: The Free Press. Cullen, Francis T. and Agnew, Robert (2003). Criminological Theory: Past to Present – Essential Readings. Los Angeles, CA: Roxbury Publishing Company.

Bandura, Albert and Walters, Richard H. (1959). Adolescent Aggression. New York: Ronald Press. Bandura, Albert and Walters, Richard H. (1963). Social Learning and Personality Development. New York: Holt, Rinehart & Winston.

De Fleur, Melvin L. and Quinney, Richard (1966). “A Reformulation of Sutherland's Differential Association Theory and a Strategy for Empirical Verification.” Journal of Research in Crime and Delinquency, Vol.3, No.1, pp. 1-22.

Bandura, Albert; Ross, Dorothea; and Ross, Sheila A. (1961). “Transmission of Aggression Through Imitation of Aggressive Models.” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.63, No.3, pp.575-582.

Dolu, Osman (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. 3. Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi.

Bandura, Albert; Ross, Dorothea; and Ross, Sheila A. (1963). “Imitation of Film-Mediated Aggressive Models.” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol. 66, No. 1, pp.3-11.

Einstadter, Werner and Henry, Stuart (1995). Criminological Theory: An Analysis of Its Underlying Assumptions. Forth Worth, TX: Harcourt Brace College Publishers.

Becker, Howard S. (1991). Outsiders: Studies in the Sociology of Deviance. New York: The Free Press.

Jeffery, C. R. (1965). “Criminal Behavior and Learning Theory” The Journal of Criminal Law, Criminology, and Police Science, Vol. 56, No. 3, pp. 294–300.

Beirne, Piers and Messerschmidt, James (1991). Criminology. San Diego: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers.

Lemert, Edwin (1951). Social Pathology: A Systematic Approach to the Theory of Sociopathic Behavior. McGraw-Hill Book Company.

Braithwaite, John (1995). “Reintegrative Shaming, Republicanism, and Policy.” In Huges Barlow, Putting Theory to Work, Boulder, CO: Westview Press, Inc., pp.191-205.

Lilly, J. Robert, Cullen, Francis T., and Ball, Richard A. (1989). Criminological Theory: Context and Consequences. Studies in Crime, Law, and Justice, Vol. 5. Newbury Park, London, New Delhi: Sage Publications.

Braithwaite, John (2005). Crime, Shame and Reintegration. 15th Edition. New York, NY: Cambridge University Press. 77





Matsueda, Ross L. and Heimer, Karen (1987). “Race, Family Structure, and Delinquency: A Test of Differential Association and Social Control Theories.” American Sociological Review, Vol. 52, No.6, pp. 826–840.

Skogan, Wesley (1990). Disorder and Decline: Crime and the Spiral of Decay in American Cities. Berkeley: University of California Press. Sutherland, Edwin H. and Cressey, Donald R. (1978). Criminology. 10th Edition. Philadelphia, New York, San Jose, Toronto: J. B. Lippincott Company.

Maxim, Paul S. and Whitehead, Paul C. (1998). Explaining Crime. 4th Edition. Butterworth– Heinemann.

Tannenbaum, Frank (1938). Crime and the Community. New York: Colombia University Press.

Mead, George Herbert (1934). Mind, Self, and Society. Chicago: University of Chicago Press. Reckless, Walter C. (1967). The Crime Problem. New York: Appleton-Century-Crofts.

Tarde, Gabriel (1903). The Laws of Imitation. Translated from the Second French Edition by Elsie Clews Parsons. New York: Henry Holt and Company.

Reid, Sue T. (1997). Crime and Criminology. 8th Edition. Madison, WI: Brown and Benchmark.

Tarde, Gabriel (1912). Penal Philosophy. Translated by Rapelje Howell. London: William Heinemann.

Shaw, Clifford R. (1930). The Jack Roller: A Delinquent Boy’s Own Story. Chicago: University of Chicago Press. Shaw, Clifford R.; McKay, Henry D.; & MacDonald, James F. (1938). Brothers in Crime. Chicago: University of Chicago Press.

Thorsell, Bernard A., Klemke, Lloyd W. (1972). “The Labeling Process: Reinforcement and Deterrent?” Law & Society Review, Vol. 6, No. 3, pp. 393–404.

Shoemaker, Donald J. (2000). Theories of Delinquency: An Examination of Explanations of Delinquent Behavior. Fourth Edition. New York, NY: Oxford University Press.

Warr, Mark (2002). Companions in Crime: The Social Aspects of Criminal Conduct. New York: Cambridge University Press. Williams, Frank P. and McShane, Marilyn D. (1998). Criminological Theory. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.

Siegel, Larry J. (2001). Criminology: Theories, Patterns, and Typologies. Seventh Edition. Belmont, CA: Wadsworth Publishing.

Wilson, Margaret S. (1954). “Pioneers in Criminology. I. Gabriel Tarde (1843-1904).” The Journal of Criminal Law, Criminology, and Police Science, Vol.45, No.1, pp.3–11.

Skinner, Burrhus F. (1969). Contingencies of Reinforcement: A Theoretical Analysis. New York: Appleton-Century-Crofts. Skinner, William F. and Fream Anne M. (1997). "A Social Learning Theory Analysis of Computer Crime Among College Students." Journal of Research in Crime and Delinquency, Vol.34, No.4, pp.495-518.

78









6

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Organize suçla ilgili kavramları tanımlayabilecek, Organize suçların ortak özelliklerini sıralayabilecek, Organize suçlar üzerine geliştirilen teorileri açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Organize Suç Mafya Organize Suç Teorileri Mafya Tipi Organize Suç

İçindekiler  Giriş  Organize Suçla İlgili Kavramlar,  Organize Suçların Ortak Özellikleri,  Organize Suç Teorileri.

80





Organize Suç Teorileri GİRİŞ Organize suç çok farklı tanımların ve yaklaşımların olduğu bir alandır. ‘Profesyonel suç’, ‘örgütlü suç’, ‘illegal girişim’, ‘yer altı dünyası imparatorluğu’, ‘gizli topluluk’, ‘çete’, ‘şebeke’, ‘teşekkül’, ‘örgüt’ ya da basitçe ve çok yaygın bir şekilde ‘Mafya’ gibi terimler, farklı zaman ve zeminlerde organize suç ve suçluluk kavramının yerine kullanılmaktadır. Günümüzde özellikle Mafya kavramının, bütün dünyada, ‘organize suç ve suçluluk’ kavramlarıyla özdeşleştiği görülmektedir. Yani organize suç dendiğinde akla ilk önce mafya gelmektedir. Mafya denildiğinde de organize suç anlaşılmaktadır. Ancak bu türden tanımlamalar gerek hukuki gerekse sosyolojik olarak doğru değildir. Burada bu konuya ilişkin kavramsal açıklamalar yapılacaktır. Organize suçların ortaya çıkışı, gelişimi, faaliyet alanları, yapılanma esasları, devletle ilişkileri ve buna benzer konular genelde suç teorileri bağlamında ele alınıp incelenmiştir. Bununla birlikte özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren batılı araştırmacı ve akademisyenler organize suçlar üzerinde yoğunlaşmış, bu suçları ve suç örgütlerini etraflıca incelemeye başlamışlardır. Bu girişimler sonucunda temel bazı teoriler geliştirilmiştir. Bu ünitede organize suçların (spesifik anlamda İtalyan-Amerikan Mafyası örnekleminde) ortaya çıkışını, gelişimini ve faaliyetlerini esas alan teoriler ele alınacaktır. Bu teorileri aşağıdaki dört başlık altında toplamak mümkündür: 1.

Yabancıların Gizli İşbirliği Teorisi.

2.

Etnik Miras Teorisi.

3.

Güçlülerin Suçu Teorisi.

4.

Özel Koruma Teorisi.

ORGANİZE SUÇLA İLGİLİ KAVRAMLAR Organize Suç ve Mafya Kavramı Organize suç kapsamı çok geniş olan bir kavramdır. Organize suç bir taraftan ‘endişe verici ve ürkütücü suçlu organizasyonu’ olarak tarif edilirken, diğer taraftan da ‘sosyal değişimin hasta basamakları’ olarak da nitelendirilmektedir (Bell, 1988). Organize suç, devamlı suç işlemek üzere gizli bir şekilde örgütlenen üç veya daha fazla kişinin ekonomik kazanç elde etmek amacıyla bir araya gelmek suretiyle suç işlemesidir. Bu yapı içerisinde mutlaka lider konumunda üst düzey bir yönetici ve örgütün büyüklüğüne, eleman sayısına ve gizlilik esaslarına bağlı olarak üst ve orta düzeyde farklı konumlar (makamlar) ile en altta işleri yapan elemanlar bulunur. Interpol, organize suçları biraz daha uluslararası boyutta ele almakta ve “esas amacı, süreklilik arz eden bir şekilde gelir elde etmek ve ulusal sınırlara bakılmaksızın teşebbüsü devam ettirmek olan ve bu nedenle yasadışı faaliyetlerle meşgul bulunan şahısların teşekkül ettirmiş olduğu herhangi bir teşebbüs ya da grup olarak tanımlamaktadır” (Ryan ve Rush, 1997:137). Uyuşturucu, silah ve tarihi eser kaçakçılığı, insan ticareti, ihaleye fesat karıştırma, haraç toplama, çek senet tahsilâtı, organ kaçakçılığı, organize oto hırsızlığı, organize dolandırıcılık hepsi birer organize suçtur. Bu işleri yapan örgütler de organize suç örgütüdür. Mafya da bir organize suç örgütlenmesini 81





ifade eder. Her organize suç yapılanması bir mafya tipi örgüt değildir, ancak her mafya tipi örgüt organize suç yapılanmasıdır. Organize suçlar, mafyayı da içine alan, mafyadan çok daha geniş bir anlam ve içeriği bulunan bir üst olgudur. Diğer taraftan mafya ve organize suç sosyolojik, organize suçluluk ise daha çok hukuki bir olgu olarak da tanımlanabilir (Beşe, 2002). Türkiye’de mafya terimi genelde organize suçla eş anlamda kullanılmaktadır. Bu anlamda geçmişten günümüze kadar olan dönemde mafya tipi yapıların liderlerini tanımlamak için külhanbeyi, tulumbacı, kabadayı, baba, abi, şef ve reis gibi kavramlar kullanılmıştır. Bir kamu kurumunda işin hızlandırılması veya yapılması için verilen rüşvete ilişkin çark, büyük kredi ve ihale yolsuzlukları, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, çek-senet tahsilâtı ve haraç toplama hep birlikte aynı kefede değerlendirilmektedir. Diğer taraftan, organize suç aktivitesinin görüldüğü her faaliyet alanının başına mafya terimi eklenmek suretiyle (otopark mafyası, ihale mafyası, çek-senet mafyası, fuhuş mafyası gibi) her aksayan işten ve her suç aktivitesinden ayrı bir mafya türü olarak söz edilmektedir (Saçan, 2005). Mafya adlı somut bir organize suç örgütü yoktur. Bu kavram, özellikle Sicilyalıların tarihsel ve kültürel geçmişi içerisinde yer alan bir kültür yapısı, yaşam tarzı ve davranış kodunu, bu bağlamda da ‘geleneksel veya ailevi suç örgütlerini” ifade etmektedir (Beşe, 2002). Mafya’nın kavramsal ve kültürel kodları Sicilya’nın geçmişinde yatmaktadır. Mafya, Sicilya kaynaklı suç örgütleri geleneğini yansıtır ve ilk başta ortaya çıkışında gizli bir suç örgütü olma amacı yoktur, organize suçlarda ise yasa dışılık bu tür örgütlenmelerin başından itibaren mevcuttur. Bu anlamda Hess (1973), Mafyanın ne gizli bir dernek ne de örgüt olduğunu, onun sadece bir yöntem ve yaşam tarzı olduğunu ifade etmektedir.

Organize suç ile mafya kavramı arasında nasıl bir benzerlik ve farklılık vardır? Anlatınız.

Sınıraşan Organize Suç Sınıraşan organize suçla ilgili en çok kabul gören tanımlardan birisi BM Sınıraşan Organize Suçlarla Mücadele Konvansiyonu tarafından yapılmıştır. Bu tanıma göre; suç faaliyetleri eğer birden fazla ülkede işleniyorsa, bir ülkede hazırlanıp, planlanıp, yönetilip ve kontrol edilip başka bir ülkede işleniyorsa veya birden fazla ülkede aktif organize suç grubu tarafından işleniyorsa veya bir ülkede işlenip diğer ülkeleri de sonuçları bakımından etkiliyorsa sınır aşan suç kategorisi içerisinde ele alınmalıdır (Stanislawski, 2004:156). Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı BM Sözleşmesi’nde ise sınıraşan organize suç; suçun birden fazla devlette işlenmesi, suçun tek bir devlette işlenmekle beraber hazırlık, plan, idare aşamasının tamamı veya bir bölümünün başka bir devlette oluşturulması, suçun tek devlette işlenmesi ancak birden fazla devlette faaliyet gösteren örgütlü suç grubunun suça karışması ve suçun tek devlette işlenmesi ancak başka bir devlette etkilerinin olması şeklinde tanımlanmıştır (Finckenauer, 2000:3).

Beyaz Yakalı Suç Beyaz yakalı suç şirket çalışanlarının görevlerini kötüye kullanmak suretiyle, görevleriyle ilgili konularda işlemiş oldukları suçtur. Bu suç türleri rüşvet, irtikâp, zimmet ve görevi kötüye kullanma gibi suçları içermektedir. Sutherland (1949) bu suçu, saygınlık ve yüksek statü sahibi bir kişi tarafından görevini yerine getirirken işlenen suç olarak tanımlamaktadır. Aslında beyaz-mavi yakalı suçlar, beyin ve el emeğine dayalı bir işgücü ayrımının ürünü olarak sınıflandırılan suç türleridir. Bilek gücüyle, el emeğiyle çalışan işçi sınıfı ile bilgiye dayalı olarak beyin gücü ile çalışan orta ve üst sınıfa ait kişilerin sosyal yaşamda sergiledikleri eşitsizlikler, işlenen suç türlerine de yansımıştır. Beyaz yakalı suç, suçların sadece alt sınıflara özgü bir sapkın davranış olduğu yönündeki algılamayı yıkmıştır. Suç sadece sıradan, vasıfsız, alt sınıflara ait kişilerin işlediği adi suçlarla sınırlı görülmemiş, nezih, saygın ve elit ortamlarda beyin gücü ile çalışan orta ve üst sınıfa ait kişilerin de görevleriyle ilgili olarak işlediği (işleyebileceği) suç türlerinin (rüşvet, irtikâp gibi) varlığına işaret etmiştir.

82





Organizasyon (Şirket) Suçları Organizasyon (şirket) suçları, yasal bir organizasyon içerisinde o kurumun mensupları (birey, grup veya herhangi bir ünitesi) tarafından, mesleklerinin icrası sürecinde, o organizasyonun amaçlarını gerçekleştirmek, başarısına katkıda bulunmak için ihmal ya da icra şeklinde işlenen ve o organizasyonun mensupları, toplum, tüketiciler, müşteriler, diğer organizasyonlar, şirketler ve hükümetler üzerinde ekonomik ve fiziksel etki yapan suçlar olarak tanımlanabilmektedir. Şirket suçları, şirket yetkililerinin bireysel çıkarları dışında, mensubu oldukları şirketin kurumsal çıkarları için gerçekleştirdikleri yasadışı işlemlerdir. Şirket suçları ile beyaz yakalı suçlar genelde birbirleriyle karıştırılmakta, aynı anlamda veya birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Şirket suçları sadece ceza yasalarını ihlal etmek zorunda olmadığı gibi kasıtlı veya ihmalin sonucu olarak da işlenebilmektedir. Vergi kaçakçılığı, sanayi kazaları, çevre kirliliğine yol açma ve buna benzer suçlar şirket suçlarıdır. Kişiler tarafından işlenen bireysel ve adi suçlarda mağdur sayısı ve olumsuzluk etki alanı sınırlı iken şirket suçlarında mağdur sayısı daha fazla ve etki alanı da çok geniş ve uzun süreli olabilmektedir: Çernobil faciası bu anlamda verilebilecek en açık ve acı örneklerden biridir. Zaralı etkisi olduğu sonradan ortaya çıkarılan bir ilaç veya deterjanın üretimi ve satışı da bu bağlamda bir şirket suçudur. Beyaz yaka ve şirket suçlarının failleri büyük çoğunlukla toplumda orta ve üst sınıf olarak tanımlanan sosyal sınıflara mensup kişiler iken, organize suçları işleyen kişilerin büyük bir kısmı ise eğitim seviyesi düşük ve alt sınıflara mensuptur. Ancak konu tamamen hukuki bir çerçeve içerisinde ele alındığında şunu da eklemek gerekir; beyaz yaka ve şirket suçları bireysel olarak işlenebileceği gibi örgütlü olarak da işlenebilmektedir.

ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTLERİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ Avrupa Organize Suçlarla Mücadele Çalışma Grubu’nun 28-31 Mart 1996 yılında, Almanya’nın Leipzig kentinde yaptığı toplantılarda, organize suç örgütlerinin ortak özellikleri tespit edilmiştir. Buna göre organize suçlar (Avrupa Konseyi Raporu, 1999): 1.

Ekonomik kazanç amacını taşırlar.

2.

Hiyerarşik bir yapı gösterirler.

3.

Sınırlı üyelik sistemi vardır.

4.

Devamlılık gösterir ve zamanla sınırlı değildir.

5.

Yöntem olarak şiddet ve rüşveti ağırlıklı olarak kullanırlar.

6.

Faaliyetlerinde uzmanlaşma ve iş bölümü vardır.

7.

Tekelci zihniyet taşırlar.

8.

Açık ve belirgin kurallara sahiptir.

Organize Suç Örgütlerinin Asıl Amacı Ekonomik Kazanç Elde Etmektir Organize suç örgütlerinin en önemli amacı ekonomik kazanç elde etmektir. Bu nedenle onların politik hedefleri yoktur ve ideolojik kaygı ve endişelerle hareket etmezler. Siyaset sahnesinde yer almak, bazı siyasilerle yakın ilişki kurmak, seçim zamanlarında kendilerine yakın gördükleri siyasi şahsiyetlere destek vermek bu örgütlerin faaliyetlerinin bir parçası olabilir, ancak burada içinde bulundukları yasadışı faaliyetler için kendilerine bir destek ve yasal soruşturmalar karşısında korunma sağlayabilmek amacı yatmaktadır. Yaşadıkları ve vatandaşı bulundukları ülkenin rejimini değiştirme, rejim ve siyasi yapılanma karşıtı propaganda ve eylemlere girişme gibi herhangi bir düşünce ve amaç taşımazlar. Buna karşılık bir terör örgütünün en önemli hedefi ise siyasi kazançtır. Ekonomik kazanç ikinci derecede önemlidir ve asıl hedefe ulaşabilmek amacıyla ihtiyaç duyulan bir finanssal araç olarak görülür. Bu husus, organize suç örgütleriyle terör örgütlerini birbirinden farklı kılan en önemli ve en belirgin özellik olarak görülmektedir.

83





Organize Suç Örgütleri Hiyerarşik Bir Yapı Gösterirler Organize suç örgütlerinde üyeler arası ilişkilerde ve sorumlulukların paylaşılmasında hiyerarşik bir yapı vardır. Bu yapı içinde üç veya daha fazla sürekli ve kalıcı konumun (makamın) bulunduğu dikey bir emir komuta zinciri bulunur. Bu emir komuta yapısı içerisinde yer alan her bir konum kendinden daha aşağı konumlarda yer alanlar üzerinde otorite ve yetkiye sahiptir. En tepede, planları yapan, emirleri veren, örgütün sevk ve idaresinden birinci derecede yetkili ve sorumlu olan bulunan bir lider bulunur. Liderden sonra üst ve orta düzey yöneticiler ve en altta da işleri pratik olarak sahada yapanlar ve silahlı kanat personeli bulunur. Özellikle büyük çaplı örgütlerde güvenlik güçlerinin örgüt liderine ulaşmasını engellemek için liderle diğer elemanlar arasında aracılar kullanılır. Aracı, örgüt içinden ve dışından lidere karşı gelebilecek her türlü tehdit ve tehlikelere karşı adeta bir kalkan görevi görür. Hiyerarşik yapı katı bir disiplin, mutlak itaat ve koşulsuz sadakat yoluyla sağlamlaştırılır (Erdem, 2001:30). Organize suç örgütlerinin hepsinde aynı ölçüde dikey bir hiyerarşik yapılanma bulunmamaktadır. Birleşmiş Milletler Uluslar arası Suç Önleme Merkezi’nin 16 ülkede 40 organize suç örgütü üzerinde yapmış olduğu bir araştırmada, söz konusu suç gruplarının 2/3’ünde belirli ölçülerde hiyerarşik bir yapının mevcut olduğu, ancak geriye kalanların ise gevşek bir yapılanma sergilediği tespit edilmiştir (http:www.unodc.org:76). Özellikle ulusal ve uluslar arası ölçekte faaliyet alanını gerekli kılan büyük çaplı suç aktivitelerinin hiyerarşik yapıya sahip tek ve büyük bir örgüt tarafından yerine getirilmesi pek mümkün ve yaygın değildir. Bunun yerine esnek bağlantılardan oluşan fazla sayıda grubun ortak çıkar çerçevesinde birbiriyle işbirliği ve dayanışma göstermesi söz konusudur. Faaliyet gösterilen suç türünün özelliklerine göre, organize suç grupları dikey ya da esnek ve yatay bir yapılanma gösterebilmektedirler. Çok büyük ölçekli Kolombiyalı uyuşturucu kartellerinde de artık küçük ve hücre yapılı örgütlenmelere gidilmektedir. Önceden Kolombiyalı uyuşturucu piyasası çok sayıda üyesi olan 10-15 büyük suç örgütünün kontrolündeyken şimdi durumun değiştiği ve yaklaşık 10 kişiden meydana gelen 150-200 küçük çaplı suç örgütünün bu piyasayı elinde tuttuğu ileri sürülmektedir (http:www.unodc.org:86).

Organize Suç Örgütlerinde Sınırlı Üyelik Vardır Organize suç örgütleri kendilerine katılmak isteyen kişiler konusunda çok hassas davranmakta, kimlerin üyeleri olabilecek yeterliliğe sahip olduğu hususunda önemli sınırlamalar getirmektedir. Organize suç gruplarına üyelik büyük çoğunlukla akrabalık, etnik köken, bölgecilik, hemşerilik, ırk, ideolojik birliktelik, arkadaşlık ve sabıkalı olmak gibi güven sağlayıcı unsurlar ile sınırlandırılmaktadır. Üyelik kriterleri konusunda örgütler çok sıkı prosedürler uygulamakla birlikte her örgüt ve suç türü için böyle bir uygulamanın olduğunu söylemek oldukça zordur. Suç gruplarının üye sayısı büyük farklılık göstermektedir. Kimi gruplar 5-10 üye ile faaliyet gösterirken bazı büyük örgütlerin üye sayısı 1000’leri geçmektedir. Özellikle güçlü grupların faaliyet gösterdiği bir suç türü üzerinde yoğunlaşmak isteyen ve/veya yeni kurulan, kendini ispatlamaya çalışan ve üyeye ihtiyaç duyan suç grupları yeterli sayıda üye bulmak amacıyla üyeliğe ilişkin kurallar konusunda esneklik göstermektedir (http:www.unodc.org.).

Organize Suç Örgütlenmeleri Devamlılık Gösterir ve Zamanla Sınırlı Değildir Organize suç örgütleri, kişilere bağlı kalmadan süreklilik arz eden, zamanla sınırlı kalmamak üzere tasarlanmış bir gizli suç işbirliği içerisindedir. Üyelerin ayrılması, ölmesi, ilk baştaki kurucu liderin yerine bir başka liderin doğal olan yollardan geçmesi örgüt faaliyetlerinin sona ermesi için yeterli engeller değildir. Devamlılık için şartlar ne olursa olsun örgütü ayakta tutabilecek üyelerin varlığı kaçınılmazdır. Bu nedenle yetenekli, üstün vasıflı kişilerin örgüt üyesi olmaları ve böylece çok uzun yıllar, sonraki nesilleri de içine alacak şekilde, örgütün ayakta kalması ve gücünü hissettirmesi istenir. Organize suç yapılanmaları esnektir ve süreklidir. Esnek, enformel ve yatay ilişkiler ağının etkin olduğu organize suç örgütlenmelerinde süreklilik unsuru katı ve formel organizasyonlara göre çok daha kolaydır. Bu nedenle örgüt elemanlarından biri yakalanması veya öldürülmesi, girişilen bir suç aktivitesinde başarısız olunması ve hatta örgütün üst düzey yetkililerinden yakalanan veya öldürülen olması halinde dahi suç grupları yaşamlarını devam ettirirler. Suç örgütleri arasındaki bağlantılar zarar görse dahi, örgütsel sistem son derece esnek yapısı nedeniyle, kolayca yeniden kurulabilmekte ve kendini yenileyebilmektedir (Güvel, 84





2004:51) Bu tür örgütler maksimum kazanç elde etmek amacıyla üyeler arasında teknolojinin son ürünleri kullanılarak (mobil telefonlar ve internet) sağlanan anlık iletişim sayesinde yasadışı faaliyetlerde çok etkilidir. Buna ilave olarak güvenlik birimlerinin, bu örgütlerin faaliyetlerini tespit etmesi ve izlemesi oldukça zordur. Örgüt üyelerinin tespit edilmesi ve yakalanması durumunda ise suçlu yapı kolayca ve hızlıca kendini yenilemekte ve saf dışı kalan üyelerin yerine yeni üyeler sisteme dâhil edilmektedir.

Organize Suç Örgütleri Yöntem Olarak Şiddet ve Rüşveti Kullanırlar Organize suç örgütlerinde şiddet ve rüşvet başta olmak üzere yolsuzluk en çok rağbet ve kabul gören yöntemlerdir. Şiddet ve rüşvetin kullanılmasında pratik zorlukların dışında hiçbir yasal ve etik sınırlamayı dikkate almazlar. İhalelerde rakipleri yıldırmak, çek-senet tahsilinde borçlu kişiden parayı almak, haraç için gerekli korku ve yılma ortamını sağlamak, yasa dışı kumar ve fuhuş sektörünü denetim ve kontrol altında tutabilmek, kaçakçılık faaliyetlerini organize edebilmek için bir yaptırım öğesi olarak başvurulan en etkili ve kısa yol “şiddettir” (yaralama, tehdit, adam öldürme ve adam kaçırma). Zor ve kaba kuvvet kullanma yöntemi, fırsatı ve bunu yapabilme gücü mafya liderini toplum içerisinde ayrıcalıklı kılar. Şiddetin zamanında ve etkili olarak kullanılamaması veya hiç yapılamaması durumunda bunu yapabilecek yeni ve farklı bir mafya lideri ortaya çıkar. Böylece, şiddet sergileyemeyen mafya liderinin mesleki kariyerini ve egemenliğini sona erdirir, onun piyasasını elinden alır. Organize suç örgütleri üslendikleri ülke ve bölgelerde başta yasama organı üyeleri olmak üzere devletin önemli kurumlarının üst düzey yetkilileriyle (politikacılar, yargı mensupları, güvenlik görevlileri, cezaevi yöneticileri, bürokratlar, finans sektörlerinin önde gelenleri, sanayici ve işadamları, medya mensupları veya bu kişilerin aile yakınları veya arkadaşları) yakın ilişkiler kurmak suretiyle ve gerektiğinde rüşvet vererek onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isterler. Bu tür yaklaşım ve ilişkiler ağına organize suç literatüründe ‘partito ilişkileri’ denmektedir. Mafya bu ilişkiler yoluyla ekonomik kazancını arttırmaya yönelik her türlü faaliyeti değerlendirmeye, bu yolda karşılaşılan sorunları da aynı ölçüde aşmaya çalışır. Bu gelişmeleri kolaylaştırabilmek için kamu kurumlarının önemli makamlarına kendilerine yakın, kendi çıkarlarını koruyup kollayacak kişileri getirmeye ve bu yolla adeta devlet mekanizmasını ele geçirmeye çalışırlar. Nitekim Clutterbuck (1995); “İtalyan mafyası İtalyan toplumunda çeşitli seviyedeki politikacılara, iş adamlarına, polise, hâkim ve savcılara ve gizli servis elemanlarına kadar ulaşıp onlara etki etmektedir. Bu durum sadece İtalya’ya özgü kalmayıp diğer organize suç örgütlerinin özellikle uyuşturucu alanında faaliyetlerini yoğunlaştırdığı Peru, Kolombiya, Rusya Federasyonu, Polonya ve benzeri ülkelerde de söz konusudur” demek suretiyle partito ilişkilerin boyutunu ortaya koymaktadır. Mafya lideri, sahip olduğu güç, para ve partito ilişkileri üçgeni içerisinde bulunduğu bölgenin sosyal ve siyasi yapılanmasında etkin bir konum elde eder. Bunların doğal bir sonucu olarak yasal sistem karşısında adeta dokunulmazlık zırhına sahip olur, hatta korumaya gerek kalmayacak bir meşruiyet ve itibar kazanmış olur.

Organize Suç Örgütlerinin Faaliyetlerinde Uzmanlaşma ve İş Bölümü Vardır İster hiyerarşik isterse esnek ve yatay bir yapılanmaya sahip olsun organize suç örgütlerinde fonksiyonel işbölümü ve uzmanlaşma vardır. Bu bağlamda her üyenin genelde belirli bir görevi bulunur. Zaten, fazla sayıda insanın düzenli ve sürekli bir birliktelik oluşturmak suretiyle bir örgütlenme içerisine girmesinin en temel nedeni tek başına işlenmesi çok zor veya imkânsız olan karmaşık ve fakat çok karlı suçları işleyebilecek bir mekanizma kurmaktır. Örgüt içerisinde emirleri yerine getiren uygulayıcının konumu genelde çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu kişiler şiddet kullanımı ve adam öldürmenin de yer aldığı çok zor görevleri yerine getirir. Yöneticiler görevi yerine getirmek için örgüt üyelerini kullanabileceği gibi üye olmayanlardan da yararlanabilmektedir. Daha az sorunlu ve zor olan görevler örgütün herhangi bir üyesi tarafından yerine getirilmektedir. Emirleri yerine getiren kişi kendi başına hareket etmemekte, bağlı bulunduğu üst amirinden doğrudan veya dolaylı olarak aldığı talimatlar doğrultusunda icraatları yapmaktadır. Bazen de adam öldürme gibi işler para karşılığında profesyonel kiralık katillere (tetikçiler, infazcılar) havale edilmektedir.

85





Organize suçlar ile finans sektörü arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu ilişkinin temelinde suçtan elde edilen paranın aklanarak yasal finans sektörlerine aktarılması amacı yatmaktadır. Çok büyük veya gelişmiş organize suç örgütlerinde yasa dışı yollardan kazanılan paranın kaynağını gizleme ve bunları yasal yatırımlara dönüştürme konusunda uzman kara para aklayıcısı bulunur. Kara para aklama, suç gruplarına suçtan elde ettikleri paralarına finans sistemi aracılığıyla yasadışı kazançlarının kaynağını açıklamadan yasal görünüm kazandırmalarını sağlamaktadır.

Organize Suç Örgütleri Tekelci Zihniyet Taşırlar Organize suç örgütleri tarafından sunulan önemli hizmetlerden birisi de iş yaptıkları piyasada tekelleşmeleri konusunda girişimcilere yardımcı olmaktır. Organize suç örgütleri rekabeti pek sevmezler, monopol ve oligopol (aksak rekabet koşulları) olarak bilinen piyasa modelleri içerisinde faaliyet göstermeye özen gösterirler. Kendileri için uygun gördükleri bir bölgede (bir şehir veya büyük bir şehrin bir bölümü) veya bir iş alanında üstünlüğü elde etmek, tek söz sahibi olmak isterler. Tekelcilik şüphesiz serbest ekonomileri, insanların istediği malı istediği yerden almalarını sınırlamakta ve dolayısıyla da bu işi elinde bulunduranların çok fazla kar elde etmelerini kolaylaştırmaktadır. Mafya grubunun bizzat kendisinin veya korumasını sağladığı yasal bir şirketin monopol oluşturduğu bir piyasaya girmek isteyen küçük firmalar ve yasadışı gruplar bu piyasaya (yasal veya yasadışı olabilir) girebilmek için tekelci firmaya (veya suç grubuna) ‘piyasaya giriş-lisans ücreti’ niteliğinde ödeme yapmak (bir anlamda haraç vermek) zorundadır. Böylece, piyasaya girişler ve çıkışlar ‘organize suç’ tarafından düzenlenmektedir” (Güvel, 2004:37). Gambetta ve Reuter’a (1995:195-202) göre, bazı pazarlar kartellerin ortaya çıkmasında kendilerini avantajlı kılan belirli karakteristiklere sahiptir. Bu piyasalar genelde çok az üretim farklılıklarına sahiptir. Düşük teknoloji, kalitesiz işçilik, genelde değişmeyen talep seviyesi, sendikalar ve küçük ölçekli işletmelerin olduğu bu pazarlara girmek zor değildir. Adil bir rekabet ortamının oluşmasını engellemek ve dolayısıyla tekelleşmeyi sağlamak için Mafyaya başvurulur. Bu durumda Mafya, yeni girişimcilerin bu iş alanlarına girmesini önler. Birçok ülkede inşaat ve taşıma endüstrisinden caddelerde işportacılık yapanlara kadar birçok sektör bölgesel olarak Mafya tarafından kontrol edilmektedir. Şehirlerdeki meyve, sebze ve balık toptancıları genelde belirli yerlerde toplanır ve işlerini o merkezlerden yürütürler. Diğer taraftan, bazı bölgelerde kapkaççılar ve cepçiler gibi suçlular da genelde bölgeyi kontrol altında tutan Mafya tarafından izinli olarak çalışır. Suç işleme lisansını veren Mafyanın kontrol alanı dışında yapılan eylemler cezalandırılır, çünkü lisans sadece belirli bir bedel karşılığında belirli bölgeler, belirli suçlar ve belirli suçlular için geçerlidir (Gambetta ve Reuter, 1995).

Organize Suç Örgütlerinin Açık ve Belirgin Kuralları Vardır Anayasasız, kanunsuz bir devlet; herhangi bir kanun, tüzük ve yönetmeliği olmayan bir kurum; yazılı temel dayanak noktası ile kural ve düzenlemeleri olmayan bir işletme olamayacağı gibi örgüt içi kural ve düzenlemeleri bulunmayan bir mafya grubu da düşünülemez. Organize bir suç örgütü, yasal bir kurumda olduğu gibi, üyelerinin uymakla yükümlü bulunduğu bir dizi kural ve düzenlemelere sahiptir. Ancak buradaki kurallar yazılı değildir. Kuralları herkes bilir, yaşayarak öğrenir ve kafasına yazar. Kurallara uymayan, herhangi bir kuralı ihlal eden üye için çok katı disiplin cezaları öngörülür. Örgütün deşifre olmaması için örgüt içi disipline, örgüte ve arkadaşlara sadakate büyük önem verilir; ‘susma, konuşmama, bilgi vermeme’ olarak bilinen ‘omerta kuralı’ etkin bir şekilde uygulanır. Bu anlamda, örgüt elemanlarının örgüt veya arkadaşları aleyhine olabilecek şekilde konuşmaları, polise ve adli birimlere bilgi vermeleri bir ihanet olarak değerlendirilir ve en ağır şekilde cezalandırılır.

ORGANİZE SUÇ TEORİLERİ Yabancıların Gizli İşbirliği Teorisi (Alien Conspiracy Theory) Amerikan otoriteleri tarafından 1960 ve 70’li yıllarda ortaya atılan ‘yabancıların gizli işbirliği teorisi’ üç önemli noktayı içerir. İlk olarak; organize suç bir ‘gizli anlaşma ve işbirliğinin’ ürünü olarak görülür. Bu, devletin çeşitli kademelerini ve yasal iş dünyasını kontrol etmek, buralara nüfuz etmek, para ve diğer 86





cazip menfaatler yoluyla ilgili ve yetkili kişileri bozmak, elde etmek ve aynı zamanda yasadışı yollarla kazandıkları güç ve parayı daha da arttırmak için yapılan organize olmuş çabalardır. Geleneksel Amerikan otoritelerinin organize suçu bir gizli anlaşma, işbirliği olarak görmeleri nedeniyle organize suç gruplarının illegal her türlü faaliyetlere iştirak ettiklerine inanılmaktadır. Bunlar sadece yasadışı mal ve hizmet temin etmekle kalmaz, aynı zamanda etkin bir şekilde yasal iş ve işçi sendikalarıyla da ilgilenirler. Organize suç, iyi ve kötü, legal ve illegal ayrımı yapmaksızın her türlü yolu deneyerek toplumumuzdan aşırı fayda, kazanç elde etmek amacıyla kurulan ve sürekli olan bir gizli anlaşmanın, komplonun ürünüdür. Kişilerde meydana gelen değişiklikler olsa bile bu anlaşmanın varlığı devam eder. Bu, insanın zayıflığından faydalanarak büyüyen kötü huylu bir parazittir. Korku salıp, rüşvet vererek (yolsuzlukla) hayatını devam ettirir. Bir anlamda, kanunlar karşısında dokunulmazlık zırhı vardır (Oyster Bay, 1965). İkincisi; Mafya ya da Cosa Nostra olarak bilinen ve ülke genelinde faaliyet gösteren suç ortaklığı Amerika’da ortaya çıkmış olup mevcudiyetini halen devam ettirmektedir. Ancak, bu tür oluşumlar Amerikan toplumuna yabancıdır, çünkü bunlar Sicilya kökenli İtalyan göçmenler tarafından Amerika’ya getirilmiş ve organize edilmiştir (Ianni ve Reuss, 1976). Bazı sosyal araştırmacılar, dış komplo teorisine karşı cevap olarak organize suçun bir yabancı ürün olmadığını, tam tersi, Amerikan sosyal sisteminin bir parçası olduğunu ileri sürmektedirler (Light, 1977: 465). Bu görüş üzerinde etkili olan en güçlü tez, mafya tipi örgütlenmelerin yöresel bir anlayış ve uygulamayı içerdiği ve dışarıya ihraç edilemeyecek kadar zor ve karmaşık bir endüstri olduğu temeline dayanmaktadır (Gambetta, 1993). Bu görüşe göre, İtalyan aile ve bireylerden hiçbiri, önceden planlı bir şekilde Amerika’ya gelip suç örgütü kurmak amacıyla hareket etmemiştir. Bu nedenle, Sicilya mafyası Amerika’ya ihraç edilmemiştir. Sicilya’da mafya türü faaliyetlerde bulunmuş ve idarecilik yapmış olanlar kendileriyle beraber bu iş kolundaki bilgi, deneyim ve yeteneklerini de Amerika’ya götürmüşlerdir. İçki yasağı gibi önemli gelişmeler, bu tür faaliyetlerin hedef kitlesinin çok geniş ve elde edilecek kazancın da oldukça fazla olduğu inancını doğurmuş, bu ülkeye göç eden İtalyanların karakteristik özelliklerinin bir sonucu olarak, Amerikan toplumun bu tür hizmetlere karşı ilgi duyması, talep piyasasının ve elverişli koşulların oluşmasıyla birlikte Sicilya’daki mafya türü örgütlenmelerin yolu açılmıştır. Bunlar, şehirlerdeki etnik toplulukların sosyo-ekonomik durumunun organize suçun üremesi için elverişli bir ortam olduğunu savunmaktadır (Gambetta, 1993). Son olarak, bu organizasyon çok sağlam yapılanmış ve oldukça merkezidir. Kazançlarını maksimum düzeye çıkarma amacı doğrultusunda akıllıca yönetilmektedir. Kanun Uygulama ve Adalet Yönetimiyle ilgili Başkanlık Komisyonunun 1967 yılında organize suçlar konusunda görevlendirdiği özel ekip de şu görüşlere yer vermiştir (Task Force Report,1967): Organize suç, Amerikan toplumunun ve hükümetinin kontrolü dışında faaliyet göstermeye çalışan bir topluluktur. Bu örgütler yasal olarak kurulan hükümetlerin yapmış oldukları kanun ve uygulamalardan çok daha sert bir şekilde uygulanan kanunlara tabi olarak, herhangi büyük bir şirketin iç yapılanması kadar karmaşık bir yapı içerisinde faaliyet gösterir. Pek çok büyük şirket kadar karmaşık bir yapılanma içerisinde çalışan ve hükümetlerin çıkardığı yasalardan daha sert kural ve uygulamalara tabi olarak faaliyet gösteren binlerce suçluyu içerir. Yıllar boyunca uygulanan ve büyük karlar sağlamak amacıyla bütün alanlarda kontrolü ele geçirmeyi amaçlayan, ani ve hissi karar ve davranışlar yerine anlaşılması güç, gizli tezgâh ve işbirliklerine dayalı faaliyetlerde bulunurlar. Bunu yapacak örgüt üyelerinin etkili ve verimli bir şekilde çalıştırılması askeri tipte bir yapılanmayı gerekli kılmaktadır. Bu anlamda her Mafya ailesi, tipik bir hiyerarşik yapılanmaya sahiptir. Onurlu İtalyan erkeklerden oluşan sıradan üyeler (operai), Aile (famiglie) olarak adlandırılan örgütlere (şirketlere) kabul edilirler. Ailenin başı ‘capo famiglia’ veya ‘rappresentante’ olarak bilinir ve aileyi oluşturan erkek üyeler tarafından seçilir. O, daha sonra kendisine bir yardımcı (vice-capo) ve bir danışman (consigliere) atar. Üyeler şiddet eylemlerini ve askeri operasyonları yöneten, gözeten ve lider ile aile arasındaki ilişkilerde aracılık görevini üstlenen yöneticilerin (capidecina) emir ve komutası altında organize olurlar (Task Force Report, 1967). Aileler bir kartel anlayışı içerisinde birbirine bağlıdır (Gambetta, 1993). Sicilya Mafya ailelerini içine alan tek bir kartel bulunmayıp farklı kartel yapılanmaları söz konusudur. Buradaki ‘Kartel’ terimi iktisadi 87





bir kavramdır. Bu kavram, belirli bir hizmeti üreten ve müşterilere sunan büyük girişimcilerden oluşan birliğin, yeni girişimcilerin piyasaya girmesini engellemek ve rekabeti sınırlamak suretiyle fiyatları düzenlemesi anlamında kullanılmaktadır (Bannock vd., 1987: 65)). Gambetta (1993: 100-126) bu terimi Sicilyan Mafya Aileleri arasındaki işbirliğini tanımlamak ve açıklamak için kullanmaktadır. 1950’lerden 1980’lerin ortalarına kadar Sicilya’nın her bir bölgesindeki Mafya aileleri, Messina ve Siracusa hariç, o bölgeye hitap eden bir Komisyon (commissione) tarafından koordine edilmekteydi. Komisyonun başında bir ‘rappresentante regionale’ ya da ‘segretario’ bulunmaktaydı. Babaların koalisyonu ile oluşturulan Komisyon, Aile üyelerinin disiplinini temin etmek, Aileler arası ilişkileri düzenlemek ve anlaşmazlıkları çözümlemek gibi temel görevler üstlenmişti. Örneğin; bir Ailenin gizlice ve habersizce diğer bir Ailenin sorumluluk bölgesinde operasyonlar düzenlemesi anlaşmazlık ve çatışma nedeni olarak kabul edilirdi. Komisyon, grupların bu tip kurallara uymasını sağlamaya çalışır, kurallara uyulmaması ise örgütler arası bir savaş veya en azından bir meydan okuma olarak algılanırdı. Komisyonun bir diğer düzenleyici görevi de Aile babalarından herhangi birinin farklı nedenlerden dolayı görevinin başında bulunmaması (öldürülmesi, kaçırılması veya cezaevine girmesi) sonucu meydana gelebilecek olası karışıklıklarla ilgiliydi. Bu durumda Komisyon; istenilmeyen, Aileyi tehlikeye sokabilecek iç liderlik çatışmalarını veya bunu fırsat bilen diğer bir Ailenin saldırılarını önleyebilmek için yeni bir liderin seçilmesini sağlamakla görevliydi. Ancak, Komisyonun bu hakemlik ve düzenleyicilik rolünün her zaman sağlıklı ve hatasız işlediğini söylemek oldukça zordur. Aileler, özellikle büyük ve güçlü olanlar, genelde istediklerini yapmışlar, Komisyonun veya dışarıdaki herhangi birilerinin kendilerine müdahale etmelerine pek izin vermemişlerdir (Gambetta, 1993). Adaylar asıl üye olabilmek için giriş merasimi (üyeliğe kabul) sürecinden geçmek zorundaydı. Bu giriş merasimi de genelde şu aşamalardan oluşmuştur: İlk olarak yeni üye diğer üyelerin önüne çıkarılır, sonra merasimi yöneten üye tarafından parmağına bir iğne batırılır, akan birkaç damla kan bir kartın üzerine dökülür ve bu kart yakılır; son olarak kart, kül olması engellenecek şekilde elden ele hızlı bir biçimde dolaştırılırken yeni üye Aileye bağlılık (sadakat) yemini eder. Sicilyalılar, erkekliğin, cesaretin ve gücün simgesi olabilecek bir ideal geliştirmişler ve bunun adına ‘omerta’ demişlerdir (Abadinsky, 1990). Bu üyelik töreninin asıl fonksiyonunun Aile kimliği ve unvanını tescil etmek ve bu kimliğin ve markanın başkaları tarafından haksız yere kullanılmasının önüne geçmek olduğu söylenir. Bu bir anlamda, yasa dışı dünyada olabilecek haksız rekabetin önüne geçme uğraşıdır. Bu tören olası taklitçiliğe ve korsan kullanıma karşı hassas bir önleyici tedbir olarak algılanır; üyelerden birini diğerlerine karşı tanınır hale getirerek Aileye ve birbirlerine bağlı olması gereken üyelerin sayılarını sınırlı tutar.

Etnik Miras/Silsile Teorisi (Ethnic Succession Theory) Organize suçlarla ilgili etnik silsile teorisi üzerinde etkili olan bir gelişme, çok fazla sayıda İtalyan göçmenin 1900’lü yılların başında ve 1960’lı yıllarda New York bölgesine gelişi ile ilgilidir. 1900 ile 1910 yılları arasında İtalya’dan Amerika’ya 2 milyon 300 bin kişi göç etmiştir. Bunlardan 1 milyon 900 binini Güney İtalya ve Sicilya’dan göç eden kişiler oluşturmuştur. Bu oranın yüksek olmasının en önemli nedeni, söz konusu bölgelerin yoksulluğun en fazla hissedildiği yerler olmasıydı (Block, 1991). Organize suçlarla ilgili olarak oluşturulan Başkanlık Komisyonu, Birleşik Devletlere göç eden İtalyan kökenli kişilerin büyük bir çoğunluğunun mafya tipi yapılanmalarla ilişkili olduğunu ve İtalyan güvenlik güçlerinin yoğun baskısı Sicilya’daki mafya grupları arasında meydana gelen kanlı çatışmalar nedeniyle ülkeyi terk etmek ve Amerika’ya göç etmek zorunda kaldıklarını tespit etmiştir. Ülkeye yeni gelen İtalyan göçmenlerin bir kısmı kısa bir süre içerisinde New York çevresindeki geleneksel organize suç örgütlerinin üyesi olmuşlar, bir kısmı da yerleşik örgütler dışında kendilerine ait bağımsız yapılanma yolunu seçmişlerdir. Bu şekilde organize olan gruplar özellikle eroin kaçakçılığında çok aktif bir rol oynamışlardır (Abadinsky, 1991: 57). Amerikan toplumunun yasadışı mal ve hizmetlere aşırı bir ilgisi olduğunu ve bu durumun dezavantajlı etnik grupların yasadışı endüstriye girmesini cesaretlendirdiğini, çünkü yasal yollardan para kazanmak için göstermiş oldukları çaba ve harcadıkları gücün Amerikan toplumunda daha az ödüllendirildiğini gözlemlemiştir. Lupsha (1983: 62), bir anlamda, kişilerin çevrelerindeki sosyal ve ekonomik koşulları 88





değerlendirerek kendilerine göre rasyonel bir seçim yaptıklarını ifade etmektedir. Çünkü Güney İtalya ve Sicilya’dan Amerika’ya göç eden insanların sadece %5’i meslek sahibiydi. Geriye kalan %95 ise herhangi bir mesleği olmayan veya bir meslek yerine getirme becerisinde olmayan kişilerden oluşuyordu (Çulcu, 1992: 449). Bu koşullar içerisinde bulunan insanlar, yeni geldikleri ve kendilerine çok yabancı olan bir ülkede, geldikleri yerden çok daha iyi bir yaşam sürmek istiyorlardı. Bu hedefe ulaşabilmek için de alternatif yol ve yöntemler içerisinde kendileri açısından en uygun olanı seçmek arzusu ve kararlılığındaydılar ve bu nedenle de bu kişisel tercihlerini hayata geçirdiler. Benzer olarak Bell (1988), organize suçu dezavantajlı etnik gruplar için, ekonomik zenginliği artırmak, sosyal yönden toplumda kabul görmek ve politik güç sağlamak için akılcı bir yol olarak görmektedir. Bu, yaklaşım, “sosyal değişimin hasta basamakları” olarak yorumlanmaktadır. Etnik miras teorisinin savunucusu Ianni (1974: 13), bu konuda şöyle demektedir: İlk önce İrlandalılar geldi ve bu yüzyılın başlarında büyük şehirlerdeki politik entrikalarla birlikte suça da hâkim oldu. Büyük şehirlerin siyasal mekanizmasını kontrol ettiklerinden dolayı servet, güç ve saygınlık kazandılar. 1920’li yıllarda ve para piyasaları ve gayri menkullerdeki spekülasyon ve içki yasağı dönemlerinde İrlandalılar Yahudilerle birleşerek organize suçta başarılı oldular. Arnold Rothstein, Lepke Buchalter ve Gurrah Shapiro gibi kişiler bu dönemde kumar ve haraç toplama işini on yıldan fazla kontrolleri altında bulundurdular. Yahudiler çok hızlı bir biçimde, ekonomik ve sosyal hareketliliğin biraz daha fazla yasal alanları olan iş ve meslek dünyasına atıldılar. İtalyanlar ise daha sonra geldi. Etnik silsile tezine göre, organize suçlara dâhil olmak basit anlamda, ekonomik koşullara karşı verilen rasyonel bir tepkidir. Ancak, bu tek yönlü yaklaşım yoğun bir eleştiri kaynağı olmuştur. Buna karşı çıkan görüşler içerisinde, organize suçların ve bu suç örgütlerinin üyelerinin maddi kazançların dışında ve üstünde çok önemli manevi ödüller elde ettikleri ve bu nedenle böyle bir örgütlenme içerisinde yer aldıkları önemle vurgulanmaktadır. Organize suç örgüt üyelerinin; başka şekillerde ulaşmaları asla mümkün olmayacak ölçülerde; psikolojik anlamda güçlü olma, kendine güvenme, toplum içinde saygın bir konuma sahip olma, yüksek seviye kişilerle ilişki içerisinde bulunma özelliğini, imtiyazını ve hazını yaşadıkları vurgulanmaktadır. Yani, elde edilen veya edilmesi düşünülen maddi kazançların yanı sıra ve belki de bunların da üstünde, manevi kazançlar çok daha büyük bir önem ve öncelik kazanmaktadır (Abadinsky, 1990: 54).

Türkiye’de büyük kentlerde yapılanan mafya tipi suç örgütlerinin oluşumunu nasıl açıklayabilirsiniz? Etnik miras teorisine göre bir grubun suçta başarılı olması ve bu yolla yasal fırsatların daha kolay bir şekilde elde edilebilir hale gelmesiyle, diğer yeni gelen ve benzer ölçülerde gerilimi tecrübe edinen etnik gruplar da organize suçlara rağbet etmişlerdir. Gerilim, bu şekilde yatışmış ve gruplar, sırayla gelen göçmen gruplara yeni fırsatlar yaratmak için organize suçun dışına çıkarak yasal iş alanlarına yatırım yapmışlardır. Ianni (1974: 12), incelediği, asıl üyeleri kan veya evlilik yoluyla birbirine bağlı İtalyanAmerikan organize suç ailesinde dördüncü nesil içerisinde yer alan yirmi yedi erkekten sadece dördünün organize suç faaliyetlerine devam ettiğini tespit etmiştir. Geriye kalan yirmi üç kişinin, kendine ait özel bir dünyasının olduğunu; bunların organize suçlardan uzak bir şekilde doktor, avukat, öğretmen veya işyeri sahibi olarak hayatlarına devam ettiklerini belirtmiştir. lanni’ye (1974) göre etnik silsile, bu şekilde devam etmekte ve organize suç dünyası içerisinde yer alanlar zaman içerisinde yasal iş alanlarına kayarak yerlerini başkalarına (yeni gelenlere) bırakmaktadırlar. Bundan dolayı, organize suçta yer almış kişilerin tamamen sapmış ve bozuk alt kültürlere ait bireyler olarak algılanmaması gerektiği vurgulanır. Bu kişiler, ekonomik refaha ve zenginliğe ulaşmak için sadece illegal fırsatları değerlendiren, yeni içine girdikleri toplumun kuralları karşısında sosyal değişimi yaşayan, ortak bir etnik kökene sahip kişilerdir. İyi bir yaşam sürmek isteyen ancak bunun için yeterli ve gerekli koşullara ve altyapıya sahip olmayan bazı kişiler sosyal ve kültürel değerleri hiçe sayarak ‘kolay para kazanma,’ ‘kısa sürede zengin olma’ ve bir anlamda, ‘köşeyi dönme’ düşüncesiyle organize suç

89





örgütlerine girmişlerdir (Pileggi, 1985: 20). Herbert ve Trit (1984: 7), Amerika’da ortaya çıkan günümüz organize suç eğilimlerini tanımlarken benzer bir gözlem yaparlar: Bugün, Amerikan azınlığının belirli kesimleri gibi, Amerika’ya yeni göç edenler, yasadışı yollardan giren bazı yabancılar ve halen Amerika’da yaşayan yabancılar geleneksel olarak mafya tarafından kontrol edilen ticari girişimlere ve alanlara kaymaktadır. Zenci ve diğer Amerika doğumlu azınlıklarda olduğu gibi, Portorikolular, Meksikalılar, Kolombiyalılar, Kübalılar, Çinliler, Koreliler, Japonlar ve İsrailliler güce ulaşmak için gerekli sosyal değişime istekli, hazır ve ihtiyaç duyduklarında güç kullanarak bunu başarmaya da muktedirlerdir. Bu değişim sürecinin bir kısmı büyük çoğunlukla ürkütücü sonuçlarla gerçekleşmektedir. Bu, pek çok yönlerden yüzyılın başından itibaren Mafyanın ülke genelinde dikkat edilir ölçüde büyük bir güce ve başarıya ulaşmasıyla benzerlik gösterir. Etnik miras teorisinin bazı sınırları bulunmaktadır. Bu teori, organize suçun karmaşık yapısını açıklamakta çok basit kalabilir, çünkü sosyal hareketlilik ve değişime geçiş organize suçtaki etnik katılıma yön veren tek değişken değildir. ‘Gerilim’ konusu dezavantajlı konumda bulunan bazı grupların organize suçlara katılma nedenlerini açıklamada önemli bir rol oynamaktadır. Şu bir gerçek ki; yoksulluk ve sınırlı ekonomik koşullar, doğal olarak bazı insanları suç işlemeye, organize suç örgütleri içerisinde yer almaya ve yasadışı kazanç yolları aramaya itmektedir. Ancak, organize suçları sadece bu unsurlarla izah etmeye çalışmak oldukça eksik ve hatalı bir yaklaşım olur. Bu yaklaşım, geleneksel organize suç yapılanmasının varlığını devam ettirmesinin nedenleri konusunda tatmin edici bir açıklama getirememektedir. İçine girdikleri yeni toplum karşısında her yönüyle dezavantajlı durumda bulunan ve yaşadıkları gerilim ve sorunlar karşısında organize suçları bir çıkış yolu olarak gören grupların ileriki zamanlarda hala bu örgütsel faaliyetler içerisinde yer almaya devam etmelerinin; ayrıca, kendilerinden sonra gelen ve bu gerilimi hiç yaşamayan yeni nesillerin de organize suç eylemleri içerisinde bulunmalarının temel gerekçeleri rasyonel ve ikna edici bir şekilde izah edilememektedir. Diğer taraftan, orta gelirli gençler ile zenginlerin suç işleme ve organize suç örgütleri içerisinde yer alma nedenlerini açıklama noktalarında da çok ciddi anlamda yetersiz kalınmakta ve sıkıntılılar yaşanmaktadır. Tyler (1975: 178) ve Lupsha (1981: 19), Ianni’nin (1974) organize suç dünyasında yer alanların zaman içerisinde yerlerini başkalarına bıraktığı ve tamamen yasal iş alanlarına kaydığı görüşüne katılmamaktadır. Onlara göre, İtalyan-Amerikan suç örgüt elemanlarının bazı yasa dışı alanlarla ilgilenmeye son vermesi onların artık suç dünyasından çekildikleri anlamına gelmemektedir. İtalyanAmerikan organize suç grupları, ancak yeni ve daha kazançlı alanlar bulduklarında kendileri açısından eski, riskli ve geleneksel olan suç faaliyetlerini bırakmaktadırlar. Aksi takdirde, olağan yasa dışı faaliyetlerden tamamen vazgeçme diye bir şey söz konusu değildir. Bu şekilde, bazı bölgelerde zenciler ile İspanyol kökenliler İtalyanların içinde bulunduğu ve vazgeçmeye başladıkları organize suç alanlarına el atmaya başlamışlardır. Abadinsky (1991), diğer taraftan, Ianni’nin (1974) tarif ettiği bu teorinin ‘zamanlamasını’ sorgular. Abadinsky (1991) mafya babalarının oğullarının da organize suç işinde yer aldıklarını ve bunu devam ettirdiklerini belirtmektedir. Bunun ötesinde, Luphsa (1983: 62), New York’ta İtalyan-Amerikan gençlerinden oluşan ve ‘mor çete’ olarak, bilinen meşhur bir çetenin ortaya çıkışını ve hızlı yükselişini gözlemlemiştir. Luphsa (1983: 62) bu gençlerin genelde 1946 ve 1951 yılları arasında doğduğunu ve kan ya da evlilik yoluyla üçüncü nesil İtalyan-Amerikalı olduğunu tespit etmiştir. Organize suçların köken ya da özellikleri itibariyle özellikle ve sadece İtalyan kaynaklı olmasından ziyade multi- etnik olduğu farklı zaman ve yerlerde önemle vurgulanmıştır. Bu konuda Jenkins ve Potter (1987: 480) organize suçun hiçbir zaman bir dinin ya da bir ırkın tekeline girmediğini kaydetmiştir. Örneğin; bu yüzyılın ilk yarısında, Philadelphia’da başı çeken gangsterler arasında Nate Schffner ve Nig Rosen gibi Yahudiler, William Boud Smith gibi Anglo-Sakson Protestanlar ve Lanzetti kardeşlerle Marco Reginelli gibi İtalyanlar vardı. Jenkins ve Potter (1987), aynı zamanda, İtalyan grupların bu asır boyunca şehrin suç topluluğuna hâkim oldukları konusunda çekincelerini ifade ederek bu konuya biraz şüpheyle yaklaşırlar. Bununla ilgili görüşlerini açıklarken, Yahudiler ve İrlandalılar gibi diğer etnik grupların da aynı dönemde Philadelphia yer altı dünyasında güçlü durumda olduklarının altını önemle çizerler. Organize suçların farklı ırk veya dinlere mensup kişi ve grupların hâkimiyeti ve kontrolü altında bulunduğunu ileri sürmenin ne organize suçtaki etnik dinamiklerin önemini inkâr etmek, ne de etnik olarak tanımlanabilen grupların, belirli 90





bölgelerde ve belirli zamanlarda suçlu aktivitelerinin önemli bir kısmı üzerinde hâkimiyet kurduğunu kabul etmekle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bu nedenle, ileri sürülen bu görüş, organize suçların varlığı ve faaliyetleri ile ilgili somut bir gerçek olarak değerlendirilmelidir.

Güçlülerin Suçu Teorisi (Crimes of the Powerful Theory) Bazı araştırmacılar, organize suçların kapitalist ekonomilerdeki politik kökenine işaret ederek organize suçun geniş toplumlardaki dengesiz ve adil olmayan güç ilişkilerinin uzantısı olduğunu iddia ederler. Bu radikal yaklaşım dolayısıyla bizim dikkatimizi dezavantajlı azınlık grupların durumundan ‘güçlülerin suçları’ konusunun tartışılmasına yöneltmektedir. Dünya, bir anlamda, güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayrılmaktadır. Bu açıdan güçlüler, ‘menfaatler birliği konfederasyonu’, ‘etkili, hâkim grup’ olarak düşünülür. Demokratik sosyal refah devleti, güçlülere hizmet eden bir araçtır ve kanunlar ise bu düzen içinde güçlülerin istediklerini elde etmelerini kolaylaştıran bir unsurdur. Bu çerçevede, radikal kriminologlar devletin varlığının organize suçun yeşermesi ve devamı için gerekli bir ön koşul olarak düşünülmesi gerektiğini vurgularlar. Devlet, kanunlar ve kanun uygulayıcılar vasıtasıyla organize suçu teşvik etmekte ve dolayısıyla toplum içerisindeki hâkim güçlerin yüksek menfaatlerine hizmet etmektedir. Chambliss ve Block’un (1981: 177) bu konudaki gözlemleri şu şekildedir: “Kanun uygulayıcı sistemleri, suçla mücadelede en azılı suçlu gruplarıyla işbirliği yapmak ve kanunları, topluma en az derecede zarar veren kişilere karşı çok sert bir şekilde uygulamak amacıyla düzenlenmiştir”. Chambliss ve Block’a (1981) göre, organize suç grupları, hükümetin kendilerine müdahale etme tereddüt ve korkusundan uzak bir şekilde yasa dışı işlerini daha rahat yerine getirmek, gücünü korumak ve artırmak için başta siyasi yetkililer olmak üzere, devletin üst düzey kamu görevlileri ile yakın bir ilişki ağı kurma eğilimindedir. Organize suç literatüründe “partito ilişkileri” olarak geçen bu ilişkiler zinciri içerisinde politikacılar, bürokratlar, yargı mensupları, güvenlik görevlileri, finans sektörlerinin üst düzey yöneticileri, sanayici ve iş adamları ile medya mensupları ve bunların yakınları yer almaktadır (Beşe, 2002: 162). Bu ilişkilerin zincirini kurabilmek ve devam ettirebilmek için kullanılan en etkili ve yaygın yöntem rüşvettir. Partito ilişkilerinin etkisi içerisinde kolay ve başarılı manevralar yapma yeteneğini elde eden mafya bu ilişkiler sayesinde gittikçe güçlenir; güçlendikçe de bu ilişkilerin niteliği ve kapsamı daha üst seviyeye çıkar. Böylece, orta ölçekli bir güç iken orta düzey yönetici ve iş dünyası ile söz edilen yakın ilişkiler içerisinde bulunan mafya, daha güçlü bir örgüt haline geldiğinde, bu sefer de üst düzey yöneticiler, milletvekilleri, bakanlar ve işadamları ile ortak ilişkiler ağını kurar ve geliştirir. Bu açıdan, sahip olunan güç ile partito ilişkileri birbirine bağlı ve birbirini besleyen bir süreçtir (Beşe, 2002). Bu yaklaşım çerçevesinde Kriminologlar, genelde suç faaliyetlerinden çok suçu işleyenler ve bunların birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgilenirler. Bu hususu ön plana çıkaran bir organize suç tarifi Cressey (1969) tarafından şöyle yapılmıştır: Organize suç, iş bölümünün kurumsallaştığı bir oluşumda, böyle bir iş bölümünün içerisinde en azından bir konum rüşveti veren, bir konum rüşveti alan ve bir konum da bu işleri azmettiren için bulunmak kaydıyla, suçun işlenmesiyle ilgili olarak tahsis edilen bir konumu işgal eden herhangi bir kişi tarafından işlenen bir suçtur. Organize suç örgütlerinin devlet organlarına sızması ve buraların yetkilileriyle iç içe olmasının doğal bir sonucu olarak organize suç örgütleri, her türlü araştırma, soruşturma ve yargılama karşısında korunur ve avantajlı bir konuma geçer. Böylece, güvenlik kuvvetlerinin bu örgütlerle etkin bir şekilde mücadele edebilme güç ve yeteneği oldukça sınırlanır. Bu durum, demokratik sistemlerin işleyişini olumsuz yönde etkilemekte ve devlet-toplum ilişkilerinin sağlıklı bir yapı içerisinde gelişmesini engellemektedir.

Özel Koruma Teorisi (Private Protection Theory) Amerikalı araştırmacılar, organize suçun sermaye piyasalarındaki yapılanmasıyla ilgili olarak, 1970’li yıllardan bu yana yaptıkları çalışmalarda “iktisat teori ve kavramlarını” incelemişlerdir. Bu anlayış çerçevesinde, İtalyan sosyolog Gambetta (1994: 353-368), Sicilya mafyasının kökeni, yapılanması ve faaliyetleri hakkında 1993 yılında “Özel Koruma Teorisini” organize suç literatürüne kazandırmıştır. 91





Organize suç ve suçluluğun yer aldığı yer altı dünyası aynı zamanda bir sermaye piyasasıdır. Yüksek miktarda kazanç ve kaybın yer aldığı bu riskli, belirsiz ve anlaşılmaz pazarda, söz edilen diğer geleneksel teorilerin savunduğu tezlerin aksine, en çok ihtiyaç duyulan ve bu ölçüde de bulunması en zor hizmet türü ‘güvenliktir’; ‘kişinin can ve mal emniyetidir’. Mafya, Güney İtalya’ya uzanan bir geçmişe sahiptir (Gambetta, 1993: 75). Güney’de hiçbir zaman otoriteyi tam olarak sağlayamayan yeni İtalyan Devleti, Sicilya’da özel mülkiyet hakkını koyma ve uygulama konusunda başarısız olmuştur. Feodalizmin 1816 yılında Sicilya’da yıkılışından sonra toprak soylularının (zengin arazi sahiplerinin) özel orduları (bravi) gibi pek çok profesyonel muhafız terhis olmuş, askerler ve haydutlar işsiz duruma düşmüş ve parasal açıdan çok zor anlar yaşamaya başlamışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan bu güvensizlik ortamı “özel koruma (güvenlik)” hizmetleri için çok elverişli bir ortam meydana getirmiştir. Böylece, bu talebi karşılamak için yapılacak koruma işlerinin oldukça kazançlı bir alan olabileceği düşüncesi, karşılıklı arz-talep dengesine dayalı yeni bir iş alanının, yani ‘özel koruma endüstrisinin’ doğmasında etkili olmuştur (Gambetta, 1993). Bunun sonucunda, bu kişiler, para karşılığında özel koruma hizmeti almak isteyenlerin yanında çalışmaya başlamışlardır. İtalya’nın diğer bölgelerinde bu türden itibarlı, güvenilir ve profesyonel özel koruyucuların olmayışı nedeniyle mafya, başka yerlerde değil sadece Sicilya’da doğmuş ve gelişmiştir. Konu bu açıdan değerlendirildiğinde, Sicilya mafyası gibi, kendisini kabul ettirmiş, güçlü, kendine ait belirli kuralları olan ve yeri geldiğinde acımasızlığı ile ün salan organize suç örgütlerinin sisli, kaygan ve değişken bir özellik gösteren bu tür pazarlarda iş yapan girişimcilere özel koruma (güvenlik) hizmeti sunmak amacıyla ortaya çıktığı görülmektedir. Gambetta (1993), Mafyanın öncelikli olarak ve sadece topluma yasa dışı mal ve hizmet sunan illegal girişimciler olduğuna dair yaygın görüşe karşı çıkar. Ona göre Mafya, özel koruma ürününün sağlanmasında uzmanlaşan bir şirketler topluluğudur. Gambetta (1993), özel koruma hizmetinin iktisadi anlamda gerçek bir ürün olabileceğini ifade etmektedir. Taraflardan en az birinin kurallara uymadığı bir alışverişte, güveni sağlamak ve sonucu elde etmek için pahalı bir yol olmasına rağmen, koruma ürününün oldukça popüler olduğu belirtilmektedir. Mafya’dan özel koruma satın almak isteyen çok sayıda müşterinin olması ve bunların, mafyanın sunduğu hizmetin kendi lehlerine olduğunu düşünmesi, özel koruma pazarının belirli ölçülerde rasyonel bir piyasa olduğunu göstermektedir (Gambetta, 1993). Mafya liderlerini diğer sıradan suçlular, yasa dışı girişimciler ve suç şebekelerinden ayıran en önemli özellik, bunların sadece belirli bir ürünün piyasadaki temsilcisi olmalarıdır; o ürün de “özel koruma hizmetidir.” Mafya üyeleri de doğal olarak, sadece bu hizmeti yerine getirirler ve bu da onların en belirleyici, diğerlerinden ayırt edici karakteristiklerindendir. Mafya liderlerinin akrabaları, arkadaşları ve diğer çevresi yasa dışı işlerle ilgilenebilir, suçlu olabilir, aynı zamanda yasal iş alanlarında ticaret de yapıyor olabilirler. Bu işleri yapanlar, bu işlerle uğraşmalarından dolayı Mafya lideri veya çevresi olarak değil, sadece özel koruma hizmeti sağlayan şirket ve bu şirketin müşterileri olarak görülür. Hatta Mafya liderlerinden bazılarının, özel koruma dışında, yasal veya yasa dışı ticari faaliyetlerde bulunmaları halinde, Mafya hem hizmeti alan (müşteri) hem de hizmeti sunan (şirket) olarak değerlendirilir (Gambetta, 1988: 130). Yatırımcılar, belirli kural ve düzenlemeler ile garanti faktörünün olduğu alanlarda yatırım yapmak isterler. Anayasa, kanunlar, sosyo-ekonomik ve politik yapının istikrarlı olmayışı sermaye grupları tarafından olumsuz bir neden olarak algılanmakta ve bu koşulların bulunduğu ülkeler, yatırım için riskli bir bölge olarak değerlendirilmektedir. Ülke içerisinde dahi aynı durum söz konusudur. Herhangi bir girişimci piyasalarda iş yapmak istediğinde ekonomik ve yasal politikalar ve düzenlemelerle birlikte, açmayı düşündüğü işletmenin fiziksel çevresinin de güvenli olmasını istemektedir. Korunmasız bir bölge ve iş alanı, riskli olarak değerlendirilmekte ve bu nedenle de cazibesini yitirmektedir. Mafya tarafından korunan bir piyasaya girmek isteyen potansiyel girişimci, herhangi bir korunma sistemi olmayan, yasadışı müdahalelere açık, istikrarsız ve belirsiz bir piyasaya giriş için gerekli olan maliyetin dışında bir ücret ödemek zorunda kalabilir. Burada, piyasaya yeni giren kişinin gözüyle bakıldığında, bu ekstra maliyet bir haraçtır. Ancak, daha önceden bu pazar içinde yerini almış ve halen koruma satın alan girişimcinin bakış açısına göre ise, yeni adayların ödemek zorunda oldukları ekstra para, bu alana daha sonra girebilecek rakiplerin uzak tutulması, yapılan işin güvenli ve istikrarlı bir 92





şekilde yürütülebilmesi ve olası zararlardan korunması için gerekli olan bir ön ödemedir. Bu işlem, adeta bir özel güvenlik veya sigorta hizmetinden yararlanma gibidir. Kişiler, yasal iş hayatında sahip olunan araba, ev, işyeri, fabrika ve diğer her türlü malı olası tehlikelere karşı (yangın, hırsızlık, doğal afet, kundaklama v.b.) sigortalatır. Bu işlemi yaptırmadan önce de piyasada bulunan farklı sigorta şirketleri arasında bir araştırma yapar ve kendisi için en güvenilir ve uygun fiyat veren şirketi tercih eder. Hatta bazen, daha pahalıya mal olmasına rağmen, sigorta piyasasında kendini kabul ettirmiş, güçlü, müşterisini koruyan ve kollayan, sorun çıkarmak yerine müşteri memnuniyetini ve kaliteli hizmeti esas alan şirketler daha çok rağbet görür. Günümüzde, artık hemen her yerde, alışveriş ve iş merkezleri ile mağaza, işyeri ve fabrikaların hemen hepsi özel güvenlik sistemleri ve personeli ile korunmaktadır. Buna ilave olarak, apartman blokları ve siteler de bu hizmetlerden yararlanmaya başlamıştır. Korumanın sağlandığı, yani bu uygulamaların olduğu yerlerdeki ev, iş yeri, mağaza ve diğer mülklerin kira ve satış fiyatları herhangi bir koruma ve güvenlik hizmetinin olmadığı veya kişi ve mal emniyeti açısından sorunlu ve riskli olarak bilinen bölgelerden daha fazladır. Buna rağmen, yatırımcılar ve diğer kişiler elde ettikleri kazancın bir kısmını güvenlik hizmetlerine aktarmanın oldukça doğal bir yol olduğunu kabul ederek biraz daha fazla para vermek suretiyle güvenli ortamı tercih etmektedirler. Çünkü ileride meydana gelebilecek yüksek miktardaki maddi zararın önüne geçebilmek için bu tür harcamaların gerekli olduğu düşünülür. Bu hizmetler nedeniyle işin başında ödenilen fazla paranın orta ve uzun vadede kendini amorti edeceğine ve en önemlisi de bu yolla kaliteli bir yaşam sürüleceğine inanılır. Buna benzer uygulama yasa dışı faaliyet alanlarında da kendine özgü şekil ve esaslar çerçevesinde gerçekleşir. Ticaret yapan, işletmecilikle uğraşan, para piyasasında belirli yerlerde bulunan varlıklı kişiler ve yasa dışı girişimciler, düzenli ve emniyetli bir şekilde işlerine devam etme, günümüz dünyasının inkâr edilemez bir gerçeği olan yasa dışı dünyanın zararlı unsurlarından, fidyeci ve haraççılardan ve işletmecilik alanında rakip olabilecek girişimcilerden korunma karşılığında belirli bir ücreti, biraz önce ifade edilen hizmetleri sunan şirketlere (mafya) ödemek zorundadır. Bu yaklaşıma göre, burada istenen haraç değil, sunulan hizmetin ve emeğin karşılığıdır, çünkü Mafya, güvenlik şirketlerinde olduğu gibi bir koruma hizmeti sunmaktadır. Mafya, alınan ücret karşılığında, üyeleri ve sempatizanları vasıtasıyla müşterisini her türlü tehlikelerden korur, zarar verme olasılığı olan veya zarar veren unsurlara, yasalara aykırı olmakla birlikte, gerekli en ağır cezayı verir. Bu hizmetleri etkili ve verimli bir şekilde yerine getirebilmek için çok sayıda silahlı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan adam istihdam eder. Böylece müşteri, korunan bir piyasada iş yapmanın vermiş olduğu güvenle daha fazla kazanır, rahat eder ve ödediği paraya değer bir hizmet aldığına inanır (Gambetta, 1993: 31-32). Mafya, genelde, büyük bir bölgede sıradan ve yetersiz bir güç olmak yerine küçük bir bölgede büyük ve etkili bir güç olma ve buradaki bütün iş anlaşmalarını koruma altına alma eğilimindedir. Bu nedenlerden dolayı, bir mafya lideri ve grubu için en akıllıca ve tercih edilen yol küçük (veya kendileri için uygun büyüklükte) bir bölge içerisinde kontrolü kolay olabilecek ölçekte müşteriye sahip olmak ve bu çerçevedeki bütün işleri en iyi şekilde korumaktır. Mafya liderinin, doğduğu veya çok uzun süredir yaşadığı ve böylece çok iyi bildiği bir yerde özel koruma hizmetine başlaması ve bu faaliyeti uzun süre yürütmesi için çok iyi işleyen bir istihbarat ağına sahip olmasında büyük önem bulunmaktadır (Gambetta, 1993). Belirli bir bölgede önemli bir güç haline gelen Mafyanın gücünü ve faaliyetlerini değişik bölgelere kaydırmak istememesinin bazı önemli nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenler aşağıdaki şekilde ifade edilebilir: 1.

Mafyanın, koruma garantisi verdiği müşterilerin fazla sayıda ve farklı yerlerde olması durumunda, müşterilerin ödemesi gereken paranın düzenli olarak toplanamaması söz konusudur.

2.

Mafyanın, garanti verdiği işlerin hepsini etkili bir şekilde kontrol edememe ve böylece koruma sektöründe elde ettiği güvenilir şirket ününü tehlikeye sokma gibi ciddi bir risk vardır.

3.

Mafyanın, belirli sayıdaki müşterilere çok iyi bir koruma hizmeti sunması halinde bu müşteriler piyasada iltifat görecek ve işleri sorunsuz devam edecektir. Böyle bir durumda, bu ayrıcalığın koruma şirketinden kaynaklandığı çok kolay anlaşılacak ve bu da, mafyanın itibarının tazelenmesi yükselmesi ve daha da güçlenmesi anlamına gelecektir. 93





4.

Son avantaj ise gizlilik ve istihbaratla ilgilidir. Müşterilerine iyi ve inandırıcı bir hizmet vermek isteyen mafyanın ilk başta ve en fazla ihtiyaç duyduğu şey, bilgidir. Müşterilerinin ticari, sosyal ve diğer ilişkiler ağı, yasal ve yasa dışı bağlantıları ve kişilik yapıları mafya için bilinmesi gereken can alıcı noktalardır. Ancak, potansiyel ve gerçek müşteriler hakkında iyi işleyen bir istihbarat ağı kurmak çok zor, zaman alıcı ve aynı zamanda biraz tehlikelidir. Mafya grubunun korumak zorunda kaldığı insanların sayısı arttıkça, bu müşteriler hakkında gizli bilgi toplamak da o derecede zorlaşacak ve karmaşık bir hale gelecektir.

Özel koruma sektöründe tehdit ve şiddet kullanımı çok önemli ve aynı zamanda da zorunludur. Mafya, kazancını arttırmak ve müşterilerin güvenini kazanmak için istediğini yaptırabildiğini, faturası ne olursa olsun verdiği sözde durduğunu, üzerine aldığı işi yerine getirdiğini ve istenilmeyen davranışlara çok ağır cezalar verdiğini göstermek ve ispatlamak zorundadır. Mafyanın şiddet kullanması onun rasyonelliğe dayalı olmayan, mantıksız ve sadece kaba kuvvete dayalı bir güç olduğu anlamına gelmemektedir. Şiddet, mafya için kendini itibarlı, sözü geçen ve aranılan bir özel koruma şirketi olarak kabul ettirmesi için çok önemli ve etkili bir yoldur, vasıtadır. Şiddet, sadece istenilen bir şeyin yaptırılması veya ceza vermek amacıyla değil, aynı zamanda mafya grupları arasındaki rekabet nedeniyle de oldukça yaygındır. Arabalar hız, emniyet, dayanıklılık ve rahatlık gibi özelliklerle rekabet ederken, mafya grupları da sertlik ve acımasızlık temelinde yarışırlar. İşini iyi yapan, sert, acımasız ve güçlü olan, sadece rakiplerini saf dışı bırakmakla kalmamakta, aynı zamanda bu pazarda güvenilebilir ve aranılan bir şirket (güç) olduğunun da reklamını yapmaktadır. Böylece, bir grubun lideri ve üyeleri, bu yolla her yerde saygın bir konum elde etmektedir (Gambetta, 1993). Bununla birlikte Gambetta (1993), koruma hizmetinde sadece baskı, şiddet ve tehdidin ölçü olmadığını buradaki en önemli ve hâkim unsurun caydırıcılık olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, mafya ile ilgili konularda genelde ön yargılı davranılmaktadır. Gambetta (1993), bu konuda şöyle bir tespitte bulunmaktadır: Ne zaman işler kötü gitse, olay çıksa ve kan dökülse mafya ön plana çıkarılmakta ve mafya sadece bu yönü ile tanınmakta ve anlatılmaktadır. Hâlbuki mafyanın sağladığı emniyetli atmosferden dolayı iş dünyası, girişimciler ve halkın işlerinin düzenli ve sorunsuz gitmesi durumuna hiç kimse dikkat etmemekte, bunun nedenlerini araştırmamakta veya bilmesine rağmen asıl konuyu insanlara aktarmamaktadır. Özel koruma teorisine karşı getirilen eleştiriler kapsamında, Mafyanın, kendi oluşturduğu tehdit, tehlike ve güvensizliklere karşı alternatif korunma yöntemi olarak kendisini öne sürdüğü ve bu suni risk ortamında özel koruma önerdiği ileri sürülmektedir. Schelling’e (1984) göre, bu tür suç örgütlerinin asıl amacı ve faaliyeti ‘haraç toplamaktır’ ve asıl kurbanları da topluma yasadışı mal ve hizmet sunan ‘yasadışı girişimcilerdir’. Bir başka ifadeyle; Mafyanın, özel koruma hizmeti altında ‘haraç topladığı’ iddia edilmektedir.

Özel koruma hizmeti ile haraç toplama arasındaki temel farklar nelerdir, açıklayınız? Özel koruma adı altında kendilerinden haraç toplanan Mafya kurbanları genelde yasa dışı faaliyetlerde bulunan topluma yasa dışı mal ve hizmet sunan kişiler ve şebekelerdir (Schelling, 1984). Yasa dışı piyasaların hepsinin korumasız ve yasal müdahalelere her an açık olması nedeniyle bu iş alanlarındaki girişimciler özel koruma endüstrisinin en başta gelen ve devamlı müşterileridir. Bu tip mağdurlar, yasal ölçülerde iş yapan kişilerden çok daha fazla para, güç ve şöhret elde ettikleri yasa dışı alanlarda kalabilmek için özel koruma adı altında kendileri için belirlenmiş bedeli ödemek zorunda bırakılmaktadır. İllegal faaliyetlerde bulunan girişimcilerin organize suç çeteleri karşısında savunmasız ve kolay mağdur olmalarının başlıca nedenleri şunlardır (Schelling, 1984): 1.

Yasa dışı faaliyet gösterenler kendilerini savunma konusunda zayıf ve yetersizdir, çünkü yasalar karşısında kendilerinin de açığı, suç teşkil eden uygulamaları olması nedeniyle genelde yasal yollara başvurma konusunda isteksizdirler.

2.

Yasa dışı faaliyet gösterenler, hizmetlerini ancak belirli bölgelerde halka satabilirler, bu yüzden zorla haraç toplayan organize suç grupları tarafından kolayca tespit edilip tanınırlar. 94





3.

Yasadışı faaliyet gösterenlerin kazancı bu haraççılar tarafından kolaylıkla gözetlenebilir, çünkü girişimciler, mali durumu iyi olan standart bir toplulukla ilişki kurarlar ve organize suç örgütleri için önemli olan ve para olarak belirli bir karşılığı bulunan, bilinen türden mallara sahiptirler.

4.

İllegal işletmecilik yapanların düzenli iş yaptıkları belirli müşterileri vardır, be nedenle de haraççılardan kaçma, kurtulma gibi bir olanakları söz konusu değildir.

5.

Yasa dışı faaliyet gösterenler genelde kısıtlı olanaklarla çalışan küçük ve bağımsız girişimciler olmaları nedeniyle kolay bir şekilde yaptıkları işi bırakmaya zorlanabilirler.

6.

Yasa dışı girişimciler, kolay yoldan kısa sürede çok fazla para kazanmaları nedeniyle alın teri dökmeden elde ettikleri ve genelde de devamı olan kazancın bir miktarını koruyabilmek için ne canlarını ne de mallarının kalan büyük çoğunluğunu riske atmak istemezler. Kendilerine de yasadışı yollardan ve kolay bir şekilde yüksek miktarlarda para kazandıran bir çark içerisinde haraççıların da belirli bir payı olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalırlar.

Mafya, yapmış olduğu özel koruma hizmetinin tutulduğunu ve bu işte iyi bir gelecek olduğunu anladığında, devamlılık gösteren gelir kaynaklarının ileride yok olması riskini göze alamaz ve bu nedenle, müşterilerini rahatsız edebilecek davranışlardan kaçınmaya ve hizmet kalitesini yüksek tutmaya çalışır. Ancak Mafya, yaşam sürecinin kısa olduğuna ve bu illegal pazarda kendini kabul ettiremeyeceğine inandığında, kısa zaman içerisinde elinden geldiği kadar, fazla sayıda müşteri (av) bulma yolunu seçer. Özel koruma hizmeti sunma amacından çok, basit anlamda, sadece ‘ne kadar toplasak kardır’ amacıyla, bilinen anlamda zorla haraç toplama işlemini gerçekleştirir. Konuya müşterilerin penceresinden bakıldığında da benzer bir gelişme yaşanır. Potansiyel müşteriler, mafya üyelerinin yeteri kadar güçlü olmadığı, söylenilen asıl amaç ve ilkelere sadık kalmayacakları ve örgütün yaşam süresinin kısa olduğu görüşünde olmaları halinde, kendilerine sunulmak istenen özel koruma hizmetini almakta isteksiz davranacaklardır. Bu nedenle, özel koruma şirketinin istikrarlı, devamlı ve güvenli olup olmaması ile bu örgütün piyasada kendini kabul ettirip ettirememesi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Mafya tarafından sunulan önemli hizmetlerden birisi de iş yaptıkları piyasada tekelleşmeleri konusunda girişimcilere yardımcı olmaktır. Gambetta ve Reuter’a (1995: 195-202) göre, bazı pazarlar kartellerin ortaya çıkmasında kendilerini avantajlı kılan belirli karakteristiklere sahiptir. Bu piyasalar genelde çok az üretim farklılıklarına sahiptir. Düşük teknoloji, kalitesiz işçilik, genelde değişmeyen talep seviyesi, sendikalar ve küçük ölçekli işletmelerin olduğu bu pazarlara girmek zor değildir. Adil bir rekabet ortamının oluşmasını engellemek ve dolayısıyla tekelleşmeyi sağlamak için Mafyaya başvurulur veya Mafya, önceden yapmış olduğu istihbarata bağlı olarak, para gelecek yeri bildiği için, kendisi doğrudan konuya el atar. Bu durumda Mafya, yeni girişimcilerin bu iş alanlarına girmesini önler. Sicilya başta olmak üzere birçok ülkede inşaat ve taşıma endüstrisinden caddelerde çiçek satanlara kadar birçok sektör bölgesel olarak Mafya tarafından kontrol edilmektedir. Şehirlerdeki meyve, sebze ve balık toptancıları genelde belirli yerlerde toplanır ve işlerini o merkezlerden yürütürler. Bu yerlerde dahi Mafyanın tekelleşme yolunda faaliyet gösterdiği ve belirli sayıdaki büyük toptancının şehirdeki fiyatları kontrol ettiği söylenmektedir. Diğer taraftan, bazı bölgelerde kapkaççılar ve cepçiler gibi suçlular da genelde bölgeyi kontrol altında tutan Mafya tarafından izinli olarak çalışır. Suç işleme lisansını veren Mafyanın kontrol alanı dışında yapılan eylemler cezalandırılır, çünkü lisans sadece belirli bir bedel karşılığında belirli bölgeler, belirli suçlar ve belirli suçlular için geçerlidir (Gambetta ve Reuter, 1995). Özel koruma teorisi şu temel noktalara işaret etmektedir: 1.

Koruma şirketleri, toplum ve iş hayatında var olan çok yüksek seviyedeki özel koruma talebini karşılamak üzere ortaya çıkmaktadırlar.

2.

Özel koruma işinin ve yapılanmasının bir yerden başka bir yere veya ülkeye ihraç edilmesi söz konusu değildir. Bu hizmet sektörü ancak, özel koruma için elverişli benzer koşulların bulunduğu yerlerde ve kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

3.

Mafya, tanınmış ve kabul edilen özellikleriyle ve herkes tarafından bilinen bir unvanla (markayla) koruma endüstrisinde aktif bir yer edinmiştir.

4.

Koruma şirketinin iç yapılanması hiyerarşiktir. 95





5.

Her bir mafya örgütü bir diğerini, gerçek ve orijinal mafya usulü özel koruma sağlayan profesyonel ve meşru firmalar olarak kabul ederler.

6.

Koruma şirketleri arasındaki ilişkiler kartel özelliği gösterir.

7.

Koruma şirketinin adının, unvanının ve markasının yetkisiz kişiler tarafından korsan kullanımına asla müsaade edilmez. Bunun önüne geçebilmek için üyelik törenleri yapılır.

8.

Güvenilir ve etkili bir koruma şirketi olarak ün yapmak için tehdit ve şiddet kullanılır.

9.

Koruyucular haraççı ve gaspçı değillerdir. Bunlar, girişimcilere gerçek hizmetler sunan kişilerdir.

10. Mafya örgütlerine karşı nazik ve korumasız olan yasal endüstriler genelde çok az ürün farklılığı, düşük teknoloji, eğitim ve beceri gerektirmeyen işçilik ve fazla sayıda küçük şirket ve birleşmelerden oluşan sistemlerdir. 11. Özel koruma şirketleri, farklı bölgelerdeki çok sayıda girişimciyi içine alan karışık ve kontrolü zor faaliyetler yerine, çok küçük bir bölgedeki bütün işleri koruma altına almayı tercih etmektedir. 12. Geleceğe yönelik beklentinin belirsiz ve değişken olduğu durumlarda özel koruma sistemi haraç toplamaya doğru kayma eğilimi gösterir. 13. Korumacılar, yasa dışı pazar ve anlaşmaları koruma konusunda uzmanlaşmış kişilerdir. Özel koruma şirket üyelerinin kendi başlarına yasa dışı pazarlarda iş yapmasının onun koruyucu olmasıyla ilgisi yoktur. Şirket üyeleri yasadışı işler yapmak üzere kendilerine ortak aramada serbesttirler. Ancak, yapılan bu tür işler koruyuculuğun genel karakteristiğini yansıtmaz ve sadece kişisel bir girişimdir. Bu durumdaki üyeler yaptıkları iş nedeniyle aynı zamanda kendi koruma şirketlerinin birer müşterisi konumuna düşerler.

96





Özet Etnik Miras Teorisinin temelinde, Amerika’ya göç eden İtalyanların geçirmiş olduğu yabancılık hissi ve buna dayalı gerilimden kaynaklanan dezavantajlı toplum olma özelliği bulunmaktadır. Bu görüşe göre, birçok yönden dezavantajlı durumda bulunan ve daha iyi, refah ve zengin bir yaşam sürmek isteyen, aynı zamanda, yeni üyesi oldukları toplum tarafından kabul görmek ve saygın bir kimliğe sahip olmak isteyen İtalyanlardan bir kısmı bu süreci kısa sürede aşabilmek ve sosyal değişim sağlayabilmek için organize suçları bir çıkış noktası olarak görmüşlerdir.

Organize suç, tanımı üzerinde uzlaşı sağlanamayan bir kavramdır. Organize suç, kısa ve öz bir ifadeyle, en az üç kişinin devamlı olarak suçlar işlemek amacıyla, belirli bir hiyerarşik yapı içinde gizli işbirliği yapmaları ve suçlar işlemeleridir. Organize suç denildiğinde akla ilk önce mafya gelir, ancak organize suç mafya tipi yapıları da içine alan üst bir kavramdır, olgudur. Organize suç ve mafya sosyolojik, örgütlü suç ise hukuki bir anlam derinliğine sahiptir. Sınıraşan (organize) suç birden fazla ülkeyi içine alan suçtur. Suç bir ülkede planlanıp bir başka ülkede işlenebilir, sonuçları birden fazla ülkeyi etkileyebilir. Beyaz yakalı suç, şirket (kamu veya özel) çalışanlarının, beyin gücüyle, bilgileri ile yaşamlarını kazananların görevleriyle ilgili konularda görevlerini kötüye kullanmak suretiyle kişisel çıkar sağlamalarıdır. Şirket suçlarında ise, şirket çalışanlarının veya yetkililerinin, kişisel çıkarları dışında kurumlarının menfaati için ihmal gösterme veya eylem gerçekleştirme suretiyle yasadışı iş yapmalarıdır.

Güçlülerin Suçu Teorisine göre dünya, adeta güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayrılmaktadır. Demokrasilerde sistemler güçlülere hizmet eden bir araçtır ve güçsüzlerin en küçük suçlarına dahi tolerans göstermeyecek kadar katıdır. Bu anlamda güçlüler, etkili, hâkim güç olarak tanımlanmaktadır. Özel Koruma Teorisinde Mafya, ‘özel koruma’ hizmetinin pazarlanmasında uzmanlaşmış şirketler grubu olarak tanımlanmaktadır. Buradaki koruma kavramı basit anlamda bir baskıcı ve tehdit edici bir uygulama olarak anlaşılmamaktadır. Burada asıl fonksiyon, sahip olunan güç, cesaret, profesyonellik ve güvenilirlikten kaynaklanan ‘caydırmadır.’ Mafya liderleri, kendilerine ait bölgelerde ünlerini ve güçlerini korku, tehdit ve şiddet yoluyla tesis ederler.

Organize suçlara ilişkin üzerinde uzlaşı sağlanmış bir tanım bulunmamakla birlikte uluslararası alanda kabul görmüş ortak özellikleri vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir: Ekonomik çıkar amacı taşırlar, hiyerarşik yapıları vardır, devamlılık gösterirler, sınırlı üyelik sistemi vardır, kuralları bulunur, tekelci anlayışa sahiptirler, yöntem olarak şiddet ve yolsuzluğu kullanırlar, uzmanlaşma ve işbölümü vardır. Organize suçların ortaya çıkışı, yapılanması ve faaliyetleriyle ilgili olarak ortaya atılan teoriler içerisinde büyük ilgi ve dikkat çeken dört teori bulunmaktadır. Bunlar; Yabancıların gizli işbirliği teorisi, etnik miras/silsile teorisi, güçlülerin suçu teorisi ve özel koruma teorisidir. Dış Komplo Teorisi, üç önemli konuyu içermektedir. Birincisi, organize suçların bir gizli anlaşma ve işbirliği olduğunu ifade etmektedir. İkinci nokta, Bu tür oluşumların, Amerika’da ortaya çıkmasına rağmen, Amerikan toplumuna yabancı olduğunu, çünkü İtalya’dan gelen göçmenler tarafından getirildiğini ve organize edildiğini ileri sürmektedir. Üçüncü husus ise, organize suçların çok katı bir merkezi yapılanmaya ve hiyerarşik bir örgütlenmeye sahip olduğu yönündedir.

97





Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi organize suç (örgütü) yerine kullanılan tanımlamalardan biri değildir?

4. Aşağıdakilerden hangi kavram Türkiye’deki organize suç tarihinde geçen ve mafya tipi yapılanmalar ile özdeşleşen bir kavram değildir?

a. Örgütlü suç

a. Kabadayı

b. Mafya

b. Külhanbeyi

c. Siyasi mafya

c. Tulumbacı

d. Çete

d. Baba

e. İllegal girişim

e. Büyükbaba

2. Aşağıdakilerden hangisi mafya kavramını açıklamak için uygun bir ifadedir? a. Mafya, organize yapılanmasıdır.

suç

örgütlerinin

5. Aşağıdakilerden hangisi organize suçların ortak özelliklerinden biri değildir?

tepe

a. Tekelci anlayış vardır. b. Derin yapı vardır.

b. Mafya Amerikan organize suç örgütlerinin açıklanması için kullanılan bir kavramdır.

c. Yöntem olarak şiddet ve yolsuzluk yaygındır.

c. Her mafya tipi yapılanma bir organize suç örgütüdür, her organize suç örgütü de mafya tipi bir yapılanmadır.

d. Hiyerarşik yapı vardır. e. Sınırlı üyelik sistemi vardır.

d. Mafya organize suç örgütlerini tanımlamak için İtalya’da kullanılan bir kavramdır.

6. Aşağıdakilerden hangisi organize suçlara ilişkin teorilerden biri değildir?

e. Mafya, ilk önce Sicilya’da geleneksel ve ailevi suç örgütlerini tanımlamak için kullanılmıştır.

a. Yabancıların gizli işbirliği teorisi b. Etnik miras teorisi c. Hemşehrilik teorisi

3. Aşağıdakilerden hangisi “beyaz yakalı suç” tanımlaması için doğru bir ifade değildir?

d. Güçlülerin suçu teorisi e. Özel koruma teorisi

a. Beyaz yakalı suç, şirket çalışanlarının şirketlerinin çıkarını korumak amacıyla işledikleri suçtur.

7. Aşağıdakilerden hangi ifade yabancıların gizli işbirliği teorisinin temel noktalarından biri değildir?

b. Beyaz yakalı suç, beyin gücüyle çalışan kişilerin işlediği suçtur.

a. Organize suç bir ‘gizli işbirliğinin’ ürünüdür.

c. Beyaz yakalı suç, şirket çalışanlarının görevleriyle ilgili işlediği suçtur.

anlaşma

b. Organize suç tipi oluşumlar toplumun yabancı unsurlardır.

d. Beyaz yakalı suç, şirket çalışanlarının görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işlediği suçtur.

ve

Amerikan

c. Organize suç oluşumlarında katı bir hiyerarşik yapı bulunur.

e. Beyaz yakalı suçta şirket çalışanları kişisel çıkar amacıyla suç işlemektedir.

d. Amerika’ya göç eden yabancılar kendi aralarında gizli işbirliğine dayalı olarak organize suç yapılanmaları oluşturmuştur. e. İtalya’da yasadışı örgüt içinde bulunanlar önceden plan yaparak Amerika’ya gelmiş ve burada örgütlenmişlerdir.

98





8. Aşağıdakilerden hangisi Ailelerden oluşan Komisyonun görevlerinden biri değildir?

10. Aşağıdakilerden hangisi belirli bir bölgede önemli bir güç haline gelen Mafyanın gücünü ve faaliyetlerini değişik bölgelere kaydırmak istememesinin nedenlerinden biri değildir?

a. Aile üyelerinin disiplinini temin etmek, b. Aileler arası ilişkileri düzenlemek

a. Mafya, koruma garantisi verdiği müşterilerin farklı bölgelerde ve fazla sayıda olması durumunda, etkin koruma sağlayamama ve düzenli koruma parası toplayamama riskiyle karşı karşıya kalabilir.

c. Aileler arası anlaşmazlıkları çözümlemek d. Ailelere alınacak yeni üyelere ilişkin kuralları belirlemek. e. Aile babalarından herhangi birinin farklı nedenlerden dolayı görevinin başında bulunmaması durumunda (ölüm, kaçırılma veya cezaevine düşme gibi) Aileyi tehlikeye sokabilecek iç liderlik çatışmalarını veya bunu fırsat bilen diğer bir Ailenin saldırılarını önleyebilmek için yeni bir liderin seçilmesini sağlamak.

b. Mafya, çok kazanmak yerine az ve garanti kazancı tercih etmektedir. c. Belirli bir bölgenin dışına çıkma durumunda Mafyanın, garanti verdiği işlerin hepsini etkili bir şekilde kontrol edememe ve böylece koruma sektöründe elde ettiği güvenilir şirket ününü tehlikeye sokma gibi ciddi bir risk vardır.

9. Aşağıdakilerden hangisi özel koruma teorisi kapsamında haraç toplamaya ilişkin doğru bir değerlendirme değildir?

d. Mafyanın, belirli sayıdaki müşterilere çok iyi bir koruma hizmeti sunması halinde bu müşteriler piyasada iltifat görecek ve işleri sorunsuz devam edecektir. Böyle bir durumda, bu ayrıcalığın koruma şirketinden kaynaklandığı çok kolay anlaşılacak ve bu da, mafyanın itibarının tazelenmesi yükselmesi ve daha da güçlenmesi anlamına gelecektir.

a. Özel koruma hizmeti haraç toplamanın bir diğer ifadesidir b. Özel koruma hizmetinin şekil değiştirmesi ve basit bir haraç toplama eylemine dönüşmesi olasılığına etki edebilecek önemli değişkenlerden biri ‘zaman’ unsurudur.

e. Belirli bir bölgede iş yapan mafya burada önemli bir gizlilik ve istihbarat ağına sahip olur. Farklı bölgelere girme durumunda böyle bir avantajdan mahrum olma riski söz konusudur.

c. Mafya, yaşam sürecinin kısa olduğuna ve bu illegal pazarda kendini kabul ettiremeyeceğine inandığında, haraç toplama yoluna kayar. d. Potansiyel müşteriler, mafya üyelerinin yeteri kadar güçlü olmadığını ve örgütün yaşam süresinin kısa olduğunu gördüğünde kendilerine sunulmak istenen özel koruma hizmetinin bir haraç toplama olduğunu değerlendirir ve koruma hizmeti almakta isteksiz davranır. e. Özel koruma hizmeti karşılığında bir hizmet sunma var iken haraç toplamada herhangi bir hizmet sunmadan zorla para alma vardır.

99





Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

Sıra Sizde 2 Türkiye’nin kırsal kesimlerinden, küçük kasaba ve şehirlerinden büyük kentlere büyük çaplı göçler yaşanmıştır. Göçerlerin büyük bir kısmı yeni ortama yasal kural ve düzenlemeler çerçevesinde uyum sağlama, iş bularak çalışma, kendine ve ailesine yeni bir yaşam ve gelecek kurma çabası içine girmişlerdir. Ancak göçerlerin bir kısmı ise bu yeni ortamda kısa sürede toplumsal değişim yaşamak, zengin olmak, çevrede saygı görmek için mevcut yasal yolların yetersiz olduğuna inanmışlardır. Bu şekilde derinden hissedilen gerilim psikolojisine dayalı olarak, kendilerinden önce bu şehre gelen aile, akraba, aşiret veya hemşeri bağı olan ve yasadışı yapılanmalar içinde bulunan kişilerin yanına giderek onlar gibi olma yolunu tercih etmişlerdir. Böylece, aynı etnik kökene sahip kişiler birlikte bu yasadışı yapıyı devam ettirmişlerdir. Bu yüzden, özellikle İstanbul başta olmak üzere büyük metropollerde aile, akraba, aşiret ve hemşerilik esasına dayalı mafya tipi yapılanmalar çok yaygındır.

1. c Yanıtınız yanlış ise “Organize Suç ve Mafya Kavramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise “Organize Suç ve Mafya Kavramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Beyaz Yakalı Suç” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Sınıraşan Organize Suç” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “Organize Suç Örgütlerinin Ortak Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Organize Suç Teorileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Yabancıların Gizli İşbirliği Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Yabancıların Gizli İşbirliği Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde 3 Özel koruma hizmeti, Mafyanın belirli bir ücret karşılığında müşterisine sunmuş olduğu bir koruma hizmetidir. Müşteri diğer mafya grupları tarafından rahatsız edilmesi, kendilerinden koruma veya haraç adı altında para talep edilmesi hallerinden uzak tutulur. Müşterinin koruma hizmeti sunulan piyasa içine girmesine izin verilir, bu çerçevede iş yapması sağlanır. Haraç toplamada ise herhangi bir koruma hizmeti sunmadan hedef kişiden zorla, tehditle veya koruma hizmeti sunulacağı iddiasıyla para alınmasıdır. Bazı durumlarda nakit para yerine değerli mal, eşya ve gayrimenkul de alınabilmektedir.

9. a Yanıtınız yanlış ise “Özel Koruma Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. b Yanıtınız yanlış ise “Özel Koruma Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Organize suç ve mafya kavramları genelde eş anlamlı olarak kullanılmakla birlikte aralarında bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Organize suç, mafya tipi suç yapıları ve eylemleri de dâhil olmak üzere, çok fazla sayıda suç türlerini içine alan bir üst kavramdır. Bu anlamda uyuşturucu kaçakçılığı, ihaleye fesat karıştırma, organize bir şekilde işlenen oto hırsızlığı, evden hırsızlık, dolandırıcılık ve kapkaç gibi suçlar, haraç toplama ve çek senet tahsilâtı yapma gibi suçlar organize suç olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu suçlardan çek senet tahsilâtı, haraç toplama ve bazen de ihaleye fesat karıştırma hariç olmak üzere diğer büyük bir kısmı mafya tipi suç değildir. Bu açıdan, her mafya tipi suç mutlaka organize suç olmakla birlikte her organize suç mafya tipi suç değildir.

Yararlanılan Kaynaklar Abadinsky, H. (1990) Organized Crime, (Third Edition), Chicago: Nelson-Hall Abadinsky, H. (1991) Organized Crime, (Third Edition), Chicago: Nelson-Hall Bannock, G., Baxter, R.E. & E. Davis (1987) The Penguin Dictionary of Economics, Fourth Edition, London: Penguin

100





Bell, D. (1988) ‘Crime as an American Way of Life: A Queer Ladder of Social Mobility’, İçinde Bell, D. The End of Ideology: On the Exhaustion of Political Ideas in the Fifties, Cahapter 7, Cambridge, MA: Harvard University Press

Herbert, D.L & Tritt, H. (1984) Corporations of Corruption: A Systematic Study of Organized Crime, Springfield, IL: Charles C. Thomas Hess, H. (1973) Mafia and Mafiosi: The Structure of Power, Lexington, MA: D.C. Heath

Beşe, E. (2002) ‘Polis ve Organize Suç: Kapsam ve Genel Nitelikler’, Çevik, H.H ve T. Göksu (editörler), Türkiye’de Devlet, Toplum ve Polis, Ankara, Seçkin Yayınevi

Hobsbawm, E.J. (1959) Social Bandits and Primative Rebels, Glencoe, IL: Free Press http:www.unodc.org Ianni, F.A.J. & E. Reuss-Ianni (editörler) (1976) The Crime Society: Organized Crime and Corruption in America, New York: New American Library

Block, A.A. (1991) Perspectives on Organizing Crime, Boston and London: Kluwer Academic Publishers Chambliss, W.J. & A. Block (1981) Organizing Crime, New York: Elseirer

Ianni, F.A.J. (1974) The Black Mafia: Ethnic Succession in Organized Crime, New York: Simon and Schuster

Chubb, J. (1982) Patronage, Power and Poverty in Southern Italy, Cambridge: Cambridge University Press,

Jenkins, P. & G. Potter (1987) ‘The Politics and Mythology of Organized Crime: A Philadelphia Case Study’, Journal of Criminal Justice, Vol.15

Conferences on Combating Organized Crime, Albany, NY: Office of the Counsel to the Governer, Executive Chamber, State Capitol, 1966

Light, I. (1977) ‘The Ethnic Vice Industry, 18801944’, American Journal of Sociology, Vol.42 Lupsha, P.A. (1981) ‘Individual Choice, Material Culture and Organized Crime’, Criminology 19

Cressey, D.R. (1969) Theft of the Nation: The Structure and Operation of Organized Crime in America, New York: Harper and Row,

Lupsha, P.A. (1983) ‘Networks Versus Networking: Analysis of an Organized Crime Group’, İçinde

Çulcu, M. (1992) Dünyamızı Saran Mafya, II. Cilt, I. Baskı, İstanbul: Kastaş Yayınları

Oyster Bay ( 1965) Combating Organized Crime: A Report of the 1965 Oyster Bay, New York,

Erdem, M.R. (2001) Ceza Muhakemesinde Organize Suçlulukla Mücadelede Gizli Soruşturma Tedbirleri, Ankara. Seçkin Yayınevi

Pileggi, N. (1985) Wise Guy: Life in a Mafia Family, New York: Pocket Books

Finckenauer, J.O. (2000) “Meeting The Challenge of Transnational Crime”, National Institute of Justice Journal, July 2000

Ryan, P. J. & Rush, G.E. (1997) Understanding Organized Crime in Global Perspective, London: SAGE Publications,

Gambetta, D. & Reuter, P. (1995) Conspiracy Among the Many: The Mafia in Legitimate Industries, G. Fiorentini & S. Peltzman (editörler) The Economics of Organized Crime, Cambridge: Cambridge University Press

Schelling, T.C. (1984) Choice and Consequence: Perspectives of an Errant Economist, Cambridge, MA: Harvard University Press

Gambetta, D. (1988) ‘Fragments of an Economic Theory of the Mafia’, European Journal of Sociology, XXIX,

Stanislawski, B.H. (2004) “Transnational Bads in the Globalized World: The Case of Transnational Organized Crime”, Public Integrity, Vol.6, No.2, Spring

Gambetta, D. (1993) The Sicilian Mafia, Cambridge, MA: Harvard University Press,

Sutherland, E., (1949) White Collar Crime, New York: Dryden Press

Gambetta, D. (1994) Inscrutable Rationality and Society, Vol. 6, No.3

Task Force Report (1967) President’s Commission on Law Enforcement and Administration of Justice Task Force Report: Organized Crime, Washington, DC: Government Printing Office

Markets.

Geleri, A. (2003) Organize Suçların Ortaya Çıkışı ve Gelişimi: İtalyan-Amerikan Mafyası Üzerine Bir “Çalışma” A. Geleri ve H.H. Çevik (Ed.) Organize Suçlarla Mücadele ve Polis, Ankara: Seçkin

Tyler, G. (1975) ‘Book Review of The Black Mafia.’, Crime and Delinquency 21, (April)

Güvel, E.A. (2004) Organize Suç Ekonomisi ve Hukuk Uygulaması, Ankara: Roma

Waldo, G.P. (editör) Career Criminals, Beverly Hill, CA: Sage 101





7

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Suç ve sapmaya neden olan faktörler arasında çatışmanın yeri ve önemini ifade edebilecek, Kültür çatışması teorisini açıklayabilecek, İlgi odakları teorisini açıklayabilecek, Sosyal güç çatışmasını tanımlayabilecek, Ekonomik güç çatışmasını tanımlayabilecek, Siyasi güç çatışmasını tanımlayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Radikal Kriminoloji

Siyasi Güç Çatışması

Kültür Çatışması

Kapitalizm

Sosyal Güç Çatışması

Sosyal Sınıf

Ekonomik Güç Çatışması

İçindekiler  Giriş  Kültür Çatışması Yaklaşımı  Sellin’in Kültür Çatışması Teorisi  Miller’in İlgi Odakları Teorisi  Güç Çatışması Yaklaşımı  Sosyal Güç Çatışması: Ahlak Girişimcileri  Ekonomik Güç Çatışması: Kapitalizm ve Suç  Siyasi Güç Çatışması: Sosyal Sınıf, Devlet ve Suç

102





Ekonomik, Politik ve Kültürel Çatışmanın Bir Ürünü Olarak Suç: Çatışma Teorileri GİRİŞ Suçu ekonomik, politik ve kültürel çatışmanın bir ürünü olarak gören suç teorileri kriminoloji literatüründe çatışma teorileri olarak adlandırılmaktadırlar. Çatışma teorilerinin bir kısmı pozitivist kriminolojik çalışmalar tarafından bir kısmı da radikal kriminoloji (veya eleştirel kriminoloji de denilebilir) tarafından geliştirilen kuramlardır. Bu teorilerin geliştirildiği dönemde radikal kriminologlar pozitivist kriminolojiyi şiddetli eleştirilere tabi tutmuş ve kriminoloji biliminde suçlu davranışın nedenleri ve ceza adalet sisteminin işleyişine dair hususlarda yeni bir pencere aralamışlardır. Geleneksel kriminolojiye hâkim pozitivist felsefe başta suç ve suçlu tanımlamaları olmak üzere, ceza adalet sisteminin işleyişi ve kanun ve kuralların uygulanması noktasında “objektif” normların ve değerlerin var olduğunu varsaymıştır. Bu nedenle de pozitivist kriminoloji suçun nedenlerine yoğunlaşarak “İnsanlar neden suç işler?” sorusunu farklı perspektiflerden cevaplamaya çalışmışlardır. Biyolojik determinizmle başlayan “suçlu adam”ı (Lombroso, 1876; Lomboroso ve Lombroso-Ferraro, 1911) bulma çalışmaları zamanla insan biyolojisinden psikolojik faktörlere kaymış ve suçlu davranışın sebepleri yine “insan denen meçhul”ün (Carrel, 1959) derinliklerinde aranmaya devam etmiştir. Birey temelli bu kriminolojik araştırmalar daha sonra sosyolojik görüşlerin kuvvet kazanmasıyla zayıflayarak insandan çevresine yoğunlaşmış ve suçun nedenleri bireyi çepeçevre saran sosyal ve fiziki ortamda aranmaya başlamıştır (Örneğin bkz: Shaw ve Mckay, 1942). Bütün bu çalışmaların ortak özelliği, Klasik Okul’un insanı “rasyonel bir birey” olarak değerlendiren, bu nedenle de bireyi kendi davranışlarının bizzat “sebebi ve faili” olduğu görüşünü ret anlayışıdır. Yani, bu mantığa göre birey her durumda ya biyolojik, ya psikolojik, ya da sosyolojik faktörlerin etkisiyle suç işlemekteydi. Bu noktada, pozitivist kriminoloji “suçun nedenleri” ile ilgilenirken, radikal kriminologlar en başta “suç” olarak tanımlanan eylemlerin kim ve hangi otorite tarafından belirlendiğinin sorgulanması gerektiğini iddia etmişlerdir. Zira en başta konulan kanunların ve kuralların toplumun geneli tarafından kabul edilen ve üzerinde uzlaşılan hususlar olup olmadığı bu perspektif açısından büyük önem arz ediyordu. Radikal kriminologlar, büyük oranda Marksist görüşlerin etkisiyle, oluşturulan devlet aygıtının, kanunların, kuralların ve ceza adalet sisteminin güçlünün ve hâkim sınıfın çıkarlarına hizmet etmek üzere oluşturulduğunu savunuyorlardı. Bu sebeple, radikal kriminologlara göre suç olarak tanımlanan eylemler ancak ve ancak hâkim sınıfın tercihlerini yansıttığı gibi, suçlu olarak nitelenen kişilerin de çok büyük oranda sosyoekonomik statüsü düşük olan insanlar arasından çıkıyor olması da bir tesadüf olamazdı. Çünkü bu kanunları çıkaran güçler, aynı zamanda bu kuralların zayıf ve güçlü sınıflar için de farklı şekillerde uygulanmasını garanti altına almışlardı. Örneğin küçük bir şey çalan fakir bir insan ceza mahkemelerinde yargılanarak hırsızlık suçundan hapse atılırken, günümüzün devletlerini dolandıran ve banka hortumlayan holdingler ve sahipleri hakkında yalnızca hukuk davaları açılmakta, haklarında ya hiç takibat yapılmamakta, soruşturma açıldıysa bu soruşturmalar kapatılmakta, kapatılmadıysa mahkemede davalar düşürülmekte, davalar düşmese bile ya hiç ceza verilmeyerek veya çok hafif cezalar verilerek bu kimseler kayırılmaktaydı. Bu itibarla, radikal kriminologlar açısından “suçun nedenleri”ni araştırmak oldukça lüks bir şeydi zira suçun sebeplerine eğilmeden önce suç denilen şeyin gerçekte ne olduğunu ve ceza adalet sisteminin “adamına göre” farklı işlediğini gözler önüne sermek çok daha önemliydi.

103





Kriminoloji biliminde çatışma teorileri denilince genelde insanların aklına ilk olarak Marksist görüşler gelse de suçu toplumda yaşanan çatışmaların bir ürünü olarak gören tek görüş Marksist yazarlar tarafından geliştirilmemiştir. Hatta suç araştırmalarında çatışma fikirlerini ilk ortaya atanlar da Marksist kriminologlar değildir. Kültür çatışmasını suça neden olan önemli bir faktör olarak ele alan ilk çalışmalar Şikago Okulu kriminologları tarafından yapılmıştır. Marksist görüşler daha politik argümanlar ihtiva etmeleri nedeniyle kültür çatışması görüşünden biraz daha farklıdır. Bu bölümde, suçu sosyal çatışmanın bir ürünü olarak ele alan teorileri sırasıyla ele alacak, kriminoloji biliminde meydana gelen paradigma değişikliğine neden olan görüşleri iki başlık altında inceleyeceğiz: kültür çatışması ve güç çatışması.

KÜLTÜR ÇATIŞMASI YAKLAŞIMI Başta Shaw ve McKay (1942) olmak üzere pek çok Şikago Okulu kriminologunun çalışmasında kendini hissettiren çatışma yaklaşımının temelinde, biyolojik ve psikolojik teorilerde yapılan suçu birey eksenli faktörlerle açıklama anlayışını terk ederek sorunu sosyolojik bir düzlemde ele alma anlayışı vardır. Sellin (1938) ve Vold (1958) gibi çatışma perspektifli kriminologlar tarafından dillendirilen bu mantık çerçevesinde sosyal bir varlık olan insanı içinde yaşadığı çevreden kopuk olarak ele almanın yanlış olacağı düşünülmüştür. Toplumda suç ya da sapma olarak değerlendirilen davranışlar, bu yaklaşım çerçevesinde, bazı bireylerin toplumun normları ve değerleri ile uyumlu olmayan davranışlarda bulunmaları şeklinde değerlendirilmiştir. Kültürel çatışma modelleri suça neden olan temel faktörü farklı norm ve değer sistemlerinin birbirleriyle çatışma halinde olmasında görmüştür. Böylece, ortaya çıkan gerilim ortamı içinde suç, sapma ve sosyal çatışma kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Bu başlık altında öncelikle Sellin’in “Kültür Çatışması Teorisi”ni, ardından da Miller’in “İlgi Odakları Teorisi”ni inceleyeceğiz.

SELLİN’İN KÜLTÜR ÇATIŞMASI TEORİSİ Şikago Okulu kriminologlarından olan Thorsten Sellin’in kültür çatışması tezini ortaya atan ilk isim olduğunu söyleyebiliriz. Sellin’e (1938) göre kültürler, insanların farklı durumlarda nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin rehberlik ve yön göstericilik rolü oynayan bir sosyal birikimi yansıtmaktadır. Bu noktada, bireyin davranışlarına yön verme iddiasında bulunan birden fazla kültürün var olması durumunda Sellin’in (1938) birincil çatışma adını verdiği sorun ortaya çıkar. Bu tür bir problem daha çok yoğun nüfus hareketleri ve göç sonucu gözlemlenen bir durumdur. Ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere genellikle kırsal kesimden büyük şehirlere yaşanan göçler bu duruma örnek verilebilir. Bu tür nüfus hareketleri sonucunda bir kültürün insanları bir anda kendilerini daha büyük ve egemen bir kültürün içinde buluverir. Özellikle yaşı küçük olanlar için bu durum tam bir şok etkisi yapar çünkü birey hangi değerler sistemine göre hareket edeceğini bilemeyebilir ve kendisini farklı ortamlarda sürekli olarak çelişki içinde hissedebilir. İkincil çatışma ise bir kültürün içinde zamanla bazı grupların toplumun geri kalanından farklılaşarak ayrı bir kültür tesis etmeleri ve ortaya “kültür içinde kültür” olarak tarif edebileceğimiz alt kültürlerin çıkması sonucu bu yeni kültürün temsilcilerinin toplum ile çatışmaya girmesi sonucu meydana gelir. Aynı bölgede farklı kültürlerin bir arada ve yan yana var olma çabası içine girmeleri Selin’e göre yeni çatışmalara kapı aralar. Sosyal çatışma ve suç bu iki çatışma türünün en olası sonucu olarak karşımıza çıkar. Sellin (2010:386) kültür çatışmasının üç farklı senaryo ile mümkün olabileceğini savunmuştur: (1) komşu kültürlerin birbirlerine yaklaştıkları sınırlarda, (2) bir kültürün başka bir kültürü egemenliği altına almak üzere genişlemesi durumunda, (3) bir kültürün insanlarının başka bir kültürün hâkim olduğu bölgeye göç etmesi durumunda. Bu üç durumun da esasen yukarıda izah ettiğimiz birincil ve ikincil çatışma zeminini hazırlama işlevi gördükleri anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, kültür çatışmasının meydana gelebilmesi için ya bir kültüre mensup birilerinin başka bir kültürün bulunduğu yerlere giderek orada azınlıkta kalmaları, ya da bir kültürün başka bir kültürü tesiri altına alma arzusu neticesinde (bu ister başarılı olsun isterse olmasın) iki farklı kültürün karşı karşıya gelmesi gerekir. Sellin’i destekler mahiyette Louis Wirth (1931) de çatışmayı tüm toplumlar için normal bir durum olarak değerlendirirken, çatışmayı kültürel homojenliğe bağlı olarak artıp azalabilen bir durum olarak görmektedir. Çünkü gerek sosyal normlar gerekse kanunlar her zaman bir toplumu oluşturan bütün 104





grupların tercihlerini ve hassasiyetlerini yansıtmayabilir. Bu durumda hem farklı kültürler arasında hem de çeşitli grupların devlet ve kanunlarla olan çatışmaları artar. Örneğin, bir kültürde takdir edilen bir davranış diğer bir kültür dokusu içinde ciddi eleştiriye tabi tutulan bir davranış olabilir. “Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söylermiş” şeklinde meşhur olan ve günümüz Türkçesiyle “adam kendini överken yaptığı hırsızlığı anlatırmış” sözü bu tarz bir çelişkiyi dile getirmektedir. Bir toplumda alkollü içki içmek son derece ayıplanacak bir davranış olarak değerlendirilirken başka bir toplumda “içki içmeyene adam denmez” gibi sözlerle özetlenebilecek bir bakış açısı geçerli olabilir. Bir toplumda kızerkek arkadaşlığı gayet normal ve medeni bir durum olarak görülürken bir başkasında olay bir anda namus davasına dönüşebilir. Sellin 1900’lerin başında Amerikan toplumunda İtalyan bir ailenin yaşadığı kültür çatışmasına verdiği örnek durumu en pratik şekliyle özetlemektedir. Sicilyalı bir baba, önceleri kızının peşinde dolanarak kendisini rahatsız eden, sürekli olarak kızını arkadaşlık etmek için zorlayan ve sonunda da kızına sarkıntılık eden onaltı yaşındaki bir genci sokak ortasında ördürmüş, olay yerine gelen polislerin kendisini gözaltına alması karşısında ise şaşırmıştır. Baba, kendi memleketinde herkesin benzer bir durumda aynı davranacağını, namusuna el uzatan kişiyi öldüreceğini söylemiş ve aile namusunu korumanın nasıl olup da suç sayılabileceğini anlayamadığını ifade etmiştir. Aynı dönemde Sicilya’da, aynen yakın geçmişe kadar ülkemizde de olduğu gibi, kız kaçırma olayları ve namus cinayetleri o toplumu oluşturan kültürün bir parçasıydı. Ne var ki zamanla kültürlerin de değiştiğini görmekteyiz. Günümüzün Türkiye’sinde hala manşetleri dolduran namus cinayetlerine ilişkin haberler, yalnızca farklı kültürlere mensup insan gruplarının diğer kültür mensuplarıyla çatışmadığını, aynı zamanda aynı aile içindeki farklı nesillerin de artık birbiriyle çatışma içinde olduğunu göstermektedir. Yeni nesillerin popüler kültürün etkisinde kalması, artan haberleşme olanakları ve maddi imkânların genişlemesi sonucu nesiller arasında kültürel uçurumların meydana gelmesine neden olmaktadır. Bunun tabii bir sonucu olarak da çoğu zaman yeni nesillerin davranışları ebeveynler tarafından onaylanmamakta ve ciddi çatışmalar yaşanmaktadır. Dolayısıyla, günümüzde kültür çatışması dediğimiz zaman artık yalnızca Sellin’in farklı kültürler arasında yaşanan çatışmayı anlamıyoruz. Çünkü bu yüzyılda yaşadığımız hızlı sosyal değişimler ve aynı coğrafyada aynı anda var olmaya devam eden kültür çeşitliği, Sellin’in kültür çatışması tezinin ciddi bir revizyona ihtiyaç duyduğunu gözler önüne sermektedir.

MİLLER’İN İLGİ ODAKLARI TEORİSİ Kriminoloji literatüründe suçlu alt kültürlerine ilişkin geliştirilen çeşitli modeller ve teoriler bulunmakla birlikte bu teorilerin tamamında kültür çatışması temasını görmek mümkün değildir. Bu itibarla, diğer alt kültür teorilerini geçerek konuyla en ilgili çalışma olan Miller’in “İlgi Odakları Teorisi”ne (Focal Concerns Theory) değineceğiz. Kültürel çatışma teorisyenlerinden biri olan Walter Miller (1958), “Çete Suçluluğu Üreten Bir Ortam Olarak Alt Sınıf Kültürü” (Lower Class Culture as a Generating Milieu of Gang Delinquency) isimli çalışmasıyla suçun ve çeteleşmelerin neden sosyoekonomik statüsü düşük olan gruplarda daha fazla yoğunlaştığını izah etmeye çalışan bir model geliştirmiştir. Miller (1958), sosyoekonomik statüsü düşük olan insanların dünyaya bakışlarının ve yorumlama tarzlarının orta ve üst sınıflara mensup insanlardan farklı olduğunu ifade etmektedir. Bu insanlar, yaşadıkları mahrumiyetler ve içinde bulundukları fiziksel ve sosyal ortamın kötü olması nedeniyle diğer insanlardan daha farklı önceliklere ve hedeflere, daha farklı başarı kriterlerine ve daha farklı bir düşünce tarzına sahiptirler. Miller’e göre bu insanlar, içinde bulundukları sosyal sınıftan memnundurlar ve kendilerini bulundukları ortam çerçevesinde daha mutlu edecek bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. Bu nedenle, “Miller’in yaklaşımı içinde suç, diğer alt kültür teorilerinin yaptığı gibi orta sınıf değerlerinin reddedilmesi sonucunda ortaya çıkan tepkisel bir hareket değil, doğrudan alt sınıfa ait değerler sisteminin bir ürünü olarak görülmektedir” (Dolu, 2011:356). Yani suç, sapma ve her türlü sosyal çatışma, alt sınıfların toplumun geneliyle bulundukları farklı pozisyon, tutum ve sahip oldukları ilgi odaklarının doğal bir sonucudur. Bu nedenle bu sınıfın diğer sınıflarla çatışması normal ve beklenen bir durumdur. Miller, alt sosyal sınıflara mensup insanların kendilerine has ilgi odakları olduğundan bahsetmektedir. Şekil 7.1’de görüleceği üzere, bu insanlar için öncelikli davranış tarzlarını bela arama, sertlik, zekilik, heyecan, kadercilik ve başına buyrukluk olmak üzere altı başlık altında toplamak mümkündür. Bu 105





insanlar arasında gözlemlenen çeteleşmeler ve suçlar da esasen bu özelliklerin bir uzantısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Aşağıdaki bölümde Miller’in bu kavramlarla neyi kastettiğini ve ne demek istediğini sırasıyla inceleyeceğiz. Alan

Toplumsal Normlar ve Algılanan Alternatif Anlamlar

1. Bela Arama

• Kanunları çiğneyen (suçlu) davranış

• Kanunlara uyan/saygılı davranış

2. Sertlik

• Fiziksel güç anlamında kendisini ispatlamış, yetenekli; • “Erkeklik”; • Korkusuzluk, cesaretlilik, [zorluklara, kişilere ve her türlü güçlüğe] meydan okuyan bir tabiata sahip olma;

• Zayıflık, kabiliyetsizlik; • Kadınsılık; • Çekingenlik, korkaklık, [hadiselere ve zorlu durumlara] endişeyle bakan bir tabiata sahip olma;

3. Zekilik

• İnsanları kandırabilecek yetenekte olmak; • Aklını kullanarak para kazanmak; • Kurnazlık, hazır cevapta usta olmak

4. Heyecan Arama

• Tehlikeli heyecanlar; • Risk, tehlike; • Değişim, aktivite

• Ahmak ve çabuk kandırılabilir olmak; • Çok çalışarak para kazanmak; • Yavaşlık, kafası basmamak (yavaş anlama kapasitesi), beceriksizliksakarlık • Sıkıcılık, “ölülük”; • Güvende olmak; • Aynılık, pasiflik

5. Kadercilik

• Talihli ve “şanslı” olmak

• Kem talihli ve “şanssız” olmak

6. Başına Buyrukluk

• Dış sınırlamaların olmaması; • Herhangi bir üst otoritenin olmaması; • Bağımsızlık

• Dış sınırlamaların olması; • Güçlü bir otoritenin varlığı; • Bağımlılık, kendisiyle “ilgileniliyor (veya başkaları tarafından umursanıyor) olması”

Şekil 7.1: Miller’e Göre Alt Sınıf Kültürün İlgi Odakları Kaynak: Dolu (2011:357)

Bela arama—Sosyolojik bir olgu olarak statünün çeşitli kaynakları bulunmaktadır. Para ve makam sahibi olmak bunlardan en önemlisidir. Sosyoekonomik statüsü düşük olan bireyler bu iki statü kaynağından da mahrum oldukları için ihtiyaç duydukları prestij ve saygınlığı başka yollardan aramak ve bulmak durumundadırlar. Bu insanlar için “mangal yürekli olma” ve “gözünü budaktan sakınmama” gibi korkusuz tavırlar en önemli faziletlerden biridir. Belanın üstüne gitme, hiçbir şeyden korkmama ve kanunları ihlal etmekten çekinmeme bu sosyal sınıfın insanları için çok kıymetli bir niteliktir. Ne var ki, korkusuzluk ve bela arama özelliği bireyi her zaman suçlu yapmaz. Eğer ki bir genç doğru rol modelleri görür ve bir fırsatını yakalayabilirse suçlu bir gangster olmak yerine bir güvenlik görevlisi, bir asker ve hatta bir polis olabilir. Netice itibariyle bütün bu seçenekler korkusuz olmayı gerektirir. Sertlik—Acıya ve zorluklara karşı dayanıklılık olmadan korkusuzluğun bir anlamı yoktur. Bu nedenle bu insanlar için dayanıklılık ve güç bir erkek için en önemli vasıflardandır. “Sert” olmak, bu kültürün erkekleri için kadınlara benzemediğini ve “yumuşak” olmadığını ispatlamanın en kestirme yoludur. Kullandıkları sözlerde ve gösterdikleri tavırlarda hep bir maçoluk, kabalık ve haşinlik vardır. Bu nedenle, kibarlık, nezaket ve yumuşak tavırlar bu insanlar gözünde son derece değersizdir. Miller’in bu görüşüne benzer bir şekilde, pek çok feminist çalışma bu tür bir bakış açısının hâkim olduğu kültürlerde bir erkeğin ne kadar “sert” olduğunun çoğu zaman o kişinin erkeklik organının ne kadar “sert” olduğuyla ilgili olduğu ile eş tutulduğundan bahsetmektedir. Bu nedenle, sosyoekonomik statü bakımından alt tabakaya mensup erkeklerde sert olmak aynı zamanda erkek olmak demektir.

106





Zekilik—Diğer insanları rahatlıkla aldatabilecek ancak kimse tarafından kandırılamayacak kadar zeki olmak bu kültürün makbul özelliklerindendir. Uyanık olmak, başkalarının sırtından geçinebilmek, muhataplarının kim olduğu fark etmeksizin hemen herkesi “kek” yerine koyabilecek derecede zeki olmak önemlidir. Bu mantık çerçevesinde “yalnızca enayiler çalışır, akıllılar ise enayilerin parasını yerler.” Zekilik, aynı zamanda, karşısındaki insanı çileden çıkarabilecek kadar sivri dilli olmayı gerektirir. İfadelerindeki kıvraklıkla zekâsının ne kadar keskin olduğunu herkese gösterebilecek kadar da girişken olmaları bu insanları için son derece mühimdir. Önemli olan her durumda karşısındakine üstün gelme, en kötü durumlarda bile gidişatı lehine çevirebilecek bir mental kapasiteye sahip olmaktır. Her türlü hile, dolandırıcılık, kumar ve el çabukluğuyla muhataplarını şaşırtmayı öğrenmek bu kültürün çocukları için öncelikli marifetlerdir. Heyecan—Rutin ve düzenli bir yaşam tarzı bu kültürün insanları için son derece sıkıcıdır. Hayatlarına “renk” katacak her türlü değişiklik yeni bir heyecan kapısı olması açısından hep peşinde olunan bir şeydir. Heyecan peşinde olan bu kültürün insanları risk almaktan, tehlikelere dalmaktan hoşlanan adrenalin tutkunudurlar. Bu nedenle heyecanı tetikleyecek şeylerde daima bir çekicilik vardır. Alkol almak, esrar içmek, geçici gönül ilişkileri ve gayri meşru cinsel ilişkiler heyecanı körükleyen günlük aktivitelerdir. Biraz yavaşlamaktan bile rahatsız olan bu insanlar için hayat her zaman önlerine çıkardığı fırsatlarla adeta bir heyecan panayırı gibidir. İniş-çıkışların çok sık yaşandığı yaşamlarına biraz daha heyecan katabilmek için her fırsatı değerlendirmek arzusundadırlar. Bunun bir sonucu olarak ne zaman çıkacağı belli olmayan gerilimler, sürtüşmeler, kavga-gürültü heyecanlı bir yaşamın tuzu-biberidir. Kadercilik— Miller’e göre alt sınıfın insanları son derece kadercidir. Elde edilen bütün başarılar ya “tesadüf” eseri ya da kişinin “şansının yaver gitmesi” ile elde edilir. Yani, çok çalışmak boşunadır çünkü eğer ki insanın “şansı yoksa” veya “kaderi yüzüne gülmemişse” o zaman elde edeceği şey yorgunluktan başka bir şey değildir. Çünkü çalışarak bir şey kazanmak diye bir şey yoktur. Zaten kazananlar da çok çalışkan oldukları için değil, şansları yaver gittiği için zengin olmuşlardır. Şans, talih, kader ve benzeri kavramlar o denli bu insanların hayatlarındadır ki, adeta hayatlarını doğaüstü bir takım güçlerin etkisinde varsayarlar. O nedenle şans ve talih oyunlarına aşırı bir düşkünlükleri vardır. Başına buyrukluk—Alt sosyoekonomik tabakalarda bulunan insanlar kendi otonomilerine önem veren insanlardır. Kimseye itaat etmeme, kontrolü ve buyruğu altına girmeme mühim bir meziyettir. Kimseden yardım almadan kendi ayaklarının üstünde durabilmek son derece önemlidir. Bu kültürün insanları için birinin emrine girmek ölüm demektir. İstedikleri şeyi istedikleri zaman yapmak isterler. Bu nedenle okulda, yurtta, askerde ve disiplin gerektiren diğer ortamlarda bu insanların her zaman sorun olduğu görülür. Sert ve asi mizaçlarıyla insanlara kendilerini otorite tanımaz bireyler olarak tanıtmak ve öylece kabul ettirmek isterler. Herkesin uyum sağlayıp kurallara itaat ettiği bir yerde kuralları göz göre göre çiğneyerek herhangi bir üst otoriteyi kabul etmediklerini—en azından yakın çevrelerine—göstermek isterler. Böylece kendilerinin herkes gibi “sürüye takılmış bir koyun” olmadıklarını ilan etmek isterler. Bu davranışları ile etraflarına “ben de varım” ve “buradayım” mesajı vermek isterler. Yani, “kimse beni görmezden gelemez” demek isterler. Ancak, bu tür isyankâr tavırlar ve kural tanımazlıklar neticesinde başları hiç beladan kurtulmaz. Dahası bu tür taşkınlıklar çoğu zaman hoş karşılanmaz ve idare tarafından cezalandırılırlar. Bu kez de kendisine haksızlık edildiğini iddia ederek yeni bir karşı saldırı ile yine üstün gelmeye çalışırlar. Aslında bu ve benzeri davranışlar bu insanların nasıl bir yanlış sosyalleşme süreci içinde yetiştiklerini gözler önüne sermektedir. Çoğu zaman bu insanların çocukları isyankar tavırlarıyla dikkat çekmek, normal yollarla elde edemedikleri ilgiyi bu şekilde üzerlerinde toplamak isterler. Ne yazık ki bu çocukların içinde bulunduğu durum genellikle anlaşılmaz ve bu çocuklar “problem” olarak damgalanırlar. Miller’in ilgi odakları teorisinde saydığı her bir özellik, esas itibariyle sosyoekonomik seviyesi düşük olan bu insanların sergiledikleri onca taşkın davranışın, temelde bu kimselerin sosyal hayatta sahip olmadıkları ekonomik, siyasi ve sosyal güç ve statünün boşluğunu doldurmaya yönelik bir tepki niteliği taşıdığını ortaya koymaktadır. Bu tepkisel hareketler ve karşıt kültür algısı bu insanları içinde yaşadıkları daha büyük kültürün mensuplarıyla doğal bir çatışmanın içine çekmiş olur. Kültür çatışmasını temel araştırma kurgusu olarak ele alan pek çok çalışma, toplumu oluşturan farklı grupların sahip oldukları normlar, değerler, ritüeller, inançlar, doğrular ve yanlışlar bakımından diğerlerinden farklı oluşlarını o toplum içinde ortaya çıkması muhtemel her türlü ayrılık ve çatışma için yeter şart olarak görmüşlerdir. Bu pencereden bakıldığında özellikle farklı kültürlerin bir diğerine karşı katı ve son derece tahammülsüz olduğu yerlerde bu çatışmaların meydana gelme olasılığı daha da artması beklenir. 107





GÜÇ ÇATIŞMASI YAKLAŞIMI Çatışma yaklaşımlarından ikincisi de güç çatışmasıdır ve kültürel çatışmadan farklıdır. Esasen kültür çatışması tezlerinin 1960 öncesine dayandığını söyleyebiliriz. Güç eksenli çatışma tezlerinin ise daha çok ikinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan ve çok geniş kitleler tarafından destek verilen protesto hareketleriyle birlikte yükselişe geçen politik ve eleştirel görüşler olduğunu görmekteyiz. Özellikle, güç çatışması yaklaşımı, kriminoloji biliminin geliştiği ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’lar sonrasında meydana gelen toplumsal hareketlerle ortaya çıkan bir perspektif olması nedeniyle üzerinde durmaya değer bir olgudur. İkinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerinde Rusya ile olan rekabetinin bir yansıması olarak sürekli bir çekişme halinde olması, çatışmalara taraf olması, çatışma alanları oluşturması, buralara asker göndermesi ve yeni savaşlar çıkarması, bunun neticesinde sürekli olarak ülkeye gelen asker cenazeleri insanları Amerikan yönetimine karşı baş kaldırmaya yöneltmiştir. Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Küba’ya karşı düzenlenen ve başarısızlıkla sonuçlarının Domuzlar Körfezi Harekâtı gibi olaylar neticesinde Amerikalılar sokaklara inerek ne kendi çocuklarının ne de bir başka milletin çocuklarının ölmesini istemediklerini haykırdıkları gösteriler organize etmiş ve her yerde federal yönetimi protesto etmeye başlamışlardır. Hatta bu olayların birinde, ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Kent State Üniversitesi’nde 4 Mayıs 1970 tarihinde ABD’nin Kamboçya’yı işgalini protesto amacıyla üniversite öğrencileri tarafından yapılan gösterilere jandarma (Ohio National Guard) tarafından yapılan müdahale de dört öğrenci ölmüştür. Olay neticesinde ulusal çapta dokuz yüzden fazla üniversite kampüsünde dört buçuk milyona yakın öğrenci gösteriler yapmış, meydana gelen olayları protesto etmek amacıyla sokaklara dökülmüştür. Ohio eyaletinde polise taş atan ve direnişte bulunan öğrenci ve öğretim üyelerinin üniversiteden atılması için girişimlerde bulunularak olaylar bastırılmaya çalışılmış ancak engel olunamamıştır. Olaylar durulduktan sonra oluşturulan bir komisyon jandarmanın ölçüsüz güç kullandığını ve kullanılan yetkinin hukuki olmadığına hükmetmiş, ancak olaya karışan polisler ve jandarmaların hepsi büyük juri tarafından suçlu bulunmalarına rağmen davaya bakan hâkim tarafından görevlilerin üzerine atılı bulunan bütün suçlamalar reddedilmiş ve sanıklar berat etmiştir. Kent State olaylarından sonra Neil Young isimli Amerikalı bir şarkıcı yaşanan hüznü anlatan ve aşağıda sözlerini verdiğimiz “Ohio” isimli bir protesto şarkısı yazmıştır: Oyuncak askerleriyle Nixon geliyor, Sonunda kendi başımızayız. Bu yaz davul seslerini duyuyorum Ohio’da dört ölü var. Asıl meseleye gelmemiz lazım artık Askerler bizi öldürüyor Aslında daha önce yapılmalı. Eğer o kızı tanıyor olsaydınız Hani yerde ölü bulunan Öylece kaçıp gider miydiniz? Oyuncak askerleriyle Nixon geliyor, Sonunda kendi başımızayız. Bu yaz davul seslerini duyuyorum Ohio’da dört ölü var. Üniversite gençliğinin yaptığı gösteriler ABD’de ulusal çapta yankı bulurken meydanları dolduran gençlik protesto ve isyan kokan şarkılarla coştular. Bu dönemde ortaya çıkan çeşitli “Rock’n Roll” grupları, “metal” müziği grupları ve Amerikalı zencilerce yapılan “Hip-Hop” tarzı müzikler esasen çok farklı dünyalara mensup insan gruplarını yakılan isyan ateşi etrafında toplayan bir hareketin temsilcisi oldular. Büyük meydanlara toplanan insanlar hep bir ağızdan söyledikleri protest tarzı şarkılarla Amerikan yönetimine başkaldırılarını şarkıların diliyle ifade ettiler. 108





O dönemde yapılan yayınlar ve gösteriler, Amerikan toplumunun ABD’nin dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı askeri harekâtları haksız bulan, yönetim tarafından kullanılan barış söylemlerini de inandırıcı bulmayan mesajlar içeriyordu. Bunun neticesinde Amerikan yönetimine hâkim politik iktidarı çok ciddi bir şekilde zorlayan bu kitle hareketleri, ülkenin başta Vietnam olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerindeki askeri varlığını ve faaliyetlerini tartışmaya açtı. Bir yandan ülkenin uluslararası politikaları sorgulanırken, diğer yandan bu politikalara yön veren siyasi grupların, çıkar gruplarının, silah üreticilerinin ve diğer aktif grupların niyetleri, çıkarları ve ne yapmaya çalıştıkları tartışmaya açıldı. Gözlerin üzerine dikildiği siyasi iktidar çok geçmeden Watergate skandalıyla patlayan politik krizle istifa etmek zorunda kaldı. Bu olaylar, başta Amerika olmak üzere tüm dünyada sansasyona yol açtı ve politik iktidarların elde ettikleri gücü hangi amaçlar için kullandıklarının her zaman sorgulanmaya ihtiyaç duyulduğunu ortaya koydu. Bu döneme kadar suçun nedenlerini araştıran kriminoloji biliminde, belki de doğru sorunun “İnsanlar neden suç işler?” yerine “Suç nedir?” “Neyin suç olduğuna kim karar verir?” “Ceza adalet sistemi suç işleyen herkese aynı mı davranır?” “Ceza adalet sistemi ve devlet aslında kime hizmet eder?” şeklinde sıralanabilecek sıra dışı sorular sorulmaya başlandı. Bu görüşler çerçevesinde suç, ceza ve adalet kavramlarına yeni bir pencereden bakılması gerektiği yönünde argümanlar ortaya çıkmaya başladı. Güç kavgalarının ve çatışmaların yön verdiği politikaların bir toplumun tüm fertlerine hizmet etmesi gerekirken, ancak belli bir gruba veya sınırlı bir zümreye hizmet ettiği görüşleri yükselmeye başladı. Bu perspektiften bakıldığında gruplar arası çatışma herhangi bir şekilde bu grupların farklı değerler sistemlerine sahip olmasından kaynaklanmaz. Çatışmanın merkezinde gücü elde etme ve ele geçirilen gücü muhafaza etme arzusu vardır. Bu noktada, her toplumda baskın olan gruplar kendi kültürel değerlerini ve tercihlerini diğer gruplara dayatabilmekte ve kendi normlarından sapanlara bazen tepki göstererek bazen de yaptırımlar uygulayarak herkesi “hizaya getirmeye” çalışabilmektedirler. Eğer ki baskın gruplar yeterince güçlenirlerse, kendi kültürlerini ve değerler sistemini ceza kanunlarının içine derc ederek herkesi kendi normlarına uymaya zorlamakta ve norm ihlallerini yaptırım uygulayarak cezalandırmaktadırlar. Bu çıkarım bize, belli grupların devlet aygıtını etkileyecek kadar güçlü olduğu toplumlarda çatışmanın had safhada olacağını söylemektedir. Böylece, kanunları kendi tercihlerine bir zırh haline getiren baskın gruplar diğer grupları kendi normlarına itaate zorlarlar. Sonuçta ise çok daha büyük çatışmalar çıkar ve ortaya bir kısır döngü çıkar. Çünkü bütün gruplar devlet aygıtını ele geçirerek diğer gruplara baskın gelebilecek gücü elde etmeye çalışırlar. Güç çatışmalarına ilişkin ilk çalışmalar sosyolojik, kültürel ve normatif boyutu daha ön planda olan çalışmalar iken, sonra geliştirilen modeller daha fazla ekonomi vurgusunun yapıldığı, sosyal nüfuz, güç ve siyaset eksenli çalışmalardır. Bu bölümde, öncelikle damgalama teorisyenlerinden Howard Becker’in “Ötekiler…” isimli eserinde geçen “Ahlak Girişimcileri” üzerinden “Sosyal Güç Çatışması”ndan bahsedeceğiz. Ardından Marksist teorinin toplum ve çatışma olgularına ilişkin fikirlerini kısaca özetleyerek Willem Bonger’in “Kapitalizm ve Suç” ilişkisini ele alan çalışması üzerinden “Ekonomik Güç Çatışmasını” irdeleyeceğiz. Daha sonra ise Richard Quinney’in “Sosyal Sınıf, Devlet ve Suç” isimli çalışması üzerinden “Siyasi Güç Çatışması” yaklaşımını inceleyeceğiz.

SOSYAL GÜÇ ÇATIŞMASI: AHLAK GİRİŞİMCİLERİ Sembolik etkileşim ve fenomenolojik epistemolojiyle şekillenen damgalama teorisinin hiçbir kriminoloji kitabında çatışma teorileri başlığı altında incelendiği görülmez, ancak bu durum aldatıcıdır zira damgalama teorisi Dolu’nun (2011:383–384) ifadesiyle bir suç teorisi değil; suçlama teorisidir. Damgalama teorisinin ana çalışma alanı suç ve suçlu tanımlamalarının nasıl oluştuğu, toplumun ve ceza adalet sisteminin suçluya veya suçlu olduğu kabul edilen kişiye gösterdiği tepkileri incelemektedir. Damgalama teorisi en temelde kimin, neden ve nasıl suçlandığıyla ilgilenen bir perspektiftir. Yani, “damgama” süreci esasen bir tarafın diğerine üstün gelme çabasını ifade eden bir çatışmadır. Bu düşüncelerle birlikte, damgalama teorisi çatışma teorilerinden farklı bir bakış açısını temsil eder ve bu iki yaklaşımı birbirinin aynı gibi sunmaya çalışmak yanlış olur. Bu bölümde, damgalama literatüründe Radikal Kriminoloji’nin siyasi güç çatışması ilişkin yorumlarına temel teşkil eden Becker’in fikirlerinden bahsedeceğiz. 109





Damgalama teorisyenleri, polis nezarethanelerinin ve hapishanelerin sosyoekonomik statüsü düşük insanlarla dolu olmasının bir tesadüf olmadığını iddia etmişlerdir. Kitzuse ve Cicourel (1963), suç istatistikleriyle ilgili yaptıkları araştırmada, kriminologların çalışmalarına yön veren istatistiklerin, objektif kriterlere dayalı olarak ortaya çıkan bir suç tablosu yansıtmaktan çok uzak olduğunu savunmuşlardır. Zira pek çok suçun kayıtlara girmediğini söyleyen yazarlar, kayda geçen suçları işleyenlerin de onca suçlu arasından hangi kriterlere göre polis tarafından seçildiğinin bilinmediğini savunmuşlardır. Gerek kimin suçlu olduğuna karar verme noktasında, gerekse suçlular arasından kimin hakkında işlem yapılacağı konusunda polis birimlerinin oldukça sübjektif bir biçimde ve keyfi denilebilecek kadar standarttan uzak bir şekilde çalıştıklarını bildiren yazarlar, bir kişiye yaptırım uygulanıp uygulanmamasında insanların sahip oldukları sosyal, ekonomik ve politik gücün son derece belirleyici olduğunu iddia etmişlerdir. Bu noktada, İlk baskısı 1963’te yayınlanan “Ötekiler: Sapma Sosyolojisine Dair Çalışmalar” (Outsiders: Studies in the Sociology of Deviance) isimli eseriyle damgalama teorisyenleri arasında önemli bir yere sahip bir sosyal bilimci olan Becker, devletin zorlayıcı gücünü elinde bulunduran kurumların ve kişilerin, bu otoriteyi kullanırken yanlı ve taraflı davrandıklarını ifade etmiştir. Bu nedenle bazen masumlar hakkında hüküm kurularak bu kişilerin cezalandırılmasına sebep olunurken, bazen de suçlular hakkında hiçbir işlem yapılmayarak bu insanların gizli suçlular olarak illegal faaliyetlerine devam etmelerine göz yumulduğundan bahsetmiştir. Becker (1963) “suçlu” ya da “sapkın” statülerinin ontolojik anlamda bir gerçekliği ifade etmediğini, bilakis göreceli ve “sosyal inşa” ile oluşturulan damgalar olduğunu savunmaktadır. Hemen her toplumda bazı grupların diğer insanları kendi ideoloji ve değerlerini empoze etmek veya kabule zorlamak için çalıştıklarını söyleyen Becker, bu hedefe ulaşabilmek için ellerindeki tüm gücü kullanma eğiliminde olduklarından bahsetmektedir. Becker, ahlak girişimcileri (moral entrepreneurs) adını verdiği bu grupların, faaliyetlerini iki başlık altında incelemektedir: (1) Kural koyma ve (2) kural uygulama. Kural koyucu rolleriyle ahlaki girişimciler yeterli güce ulaştıklarında toplumsal hayatı düzenleyen ve idare eden kurumları ele geçirerek burada kendi değerlerini tüm toplumu etkileyecek kurallara ve kararlara dönüştürürler. Böylece toplumun geri kalanı için kurallar koyarak kendi normlarını, değerlerini ve tercihlerini topluma dayatırlar. Kural koymada da bir tür hiyerarşi vardır. Becker güçlülerin zayıflar için, zenginlerin fakirler için, erkeklerin kadınlar için, büyüklerin de küçükler için kural koyduklarını söylemektedir. Kural uygulayıcılık kapsamında ise bu insanların oluşturdukları kuralların uygulanmasını garanti altına alabilmek için kural uygulayıcı kurumlar ve yapılar inşa ederek kural ihlallerini önlemeye çalışırlar. Bir yandan kanunlar ve kurallar oluşturulurken, diğer yandan kanun uygulayıcı yapılar oluşturularak kural ihlalleri cezalandırılır. Böylece, bir yandan yapılan değişiklikler kalıcı hale getirilirken bir yandan da oluşturulan sistemin çok uzun bir zaman boyunca varlığını sürdürmesi garanti altına alınmış olur. Özetle Becker (1963), kurallar oluşturulurken bu sürece herkesin katılamayacağı gibi, bir kuralın ihlal edilmesi halinde yaptırımların da herkese eşit bir şekilde uygulanmayacağını savunmuştur. Kuralların uygulanmasına bireyin kim olduğu ve mensubu olduğu sosyal sınıfın gücü kadar kural ihlalinden kimin zarar gördüğü ve ortaya çıkan sonuçların neler olduğu ve kuralların uygulanmasında kimin menfaatinin olduğu gibi hususların son derece önemli olduğunu söylemektedir. Becker, hâkim sınıflara mensup kişilerin suç işlemesi durumunda herhangi bir yaptırım uygulanmazken, güçsüz sınıfların insanlarına en küçük bir suç için bile en ağır yaptırımların uygulanacağını iddia etmiştir. Bir kişiye yaptırım uygulanması noktasında, birilerinin menfaat sağlaması da önemlidir. Eğer ki bir kimseye yaptırım uygulanmasında kimsenin bir faydası yok ise veya fail zengin ve güçlü bir kimse ise bu olay hiç gerçekleşmemiş gibi davranılabilir. Zira hiç kimse sosyal ve ekonomik açıdan güçlü bir kimseyi karşısına almak istemez. Benzer bir mantıkla, sosyoekonomik statüsü yüksek bir kimsenin mağdur olması halinde, mağdurun zayıf bir kimse olduğu duruma kıyasla faile çok daha yüksek cezaların verileceğini söylemektedir. Bu noktada ABD’deki siyah-beyaz ayrımına dikkat çeken Becker (1963), aynı kanunun siyahlar ve beyazlar için farklı sonuçlar doğurabilmesini örnek olarak vermektedir. Benzer bir şekilde Sutherland (1940), maddi değeri küçük bir şeyi çalan bir insanı yakalamak ve cezalandırmak için seferber olan ceza adalet sisteminin, banka hortumlayan ve devleti dolandıran büyük şirketler ve holding sahipleri için hiç sesinin çıkmadığını, çünkü bu tür büyük davaların daha en baştan bilinçli bir şekilde ceza adalet sisteminin ilgi alanının dışına çıkarılarak hukuk davaları haline getirildiğini bildirmektedir. Yani, oyunu kuran kuralı da koymaktadır! 110





EKONOMİK GÜÇ ÇATIŞMASI: KAPİTALİZM VE SUÇ “Bir insan ne kadar çok şeye sahipse o kadar çok ister; zira elde edilen tatmin, ihtiyaçları gidermekten ziyade insanı [daha fazla şey istemek için] kamçılamaktan başka bir işe yaramaz” diyen Durkheim, insanın istemesinde bir sınır olmadığı için sahip olduğu şeylerin ne kadar olduğunun da bir önemi olmadığını söylemektedir (Dolu, 2011:433). Dolayısıyla, Durkheim’a göre insana verilen bu sonu olmayan isteme arzusunun bireyi başta intihara sürükleme olmak üzere çeşitli sapkın davranışlara neden olma potansiyeli nedeniyle sınırlanması şarttır. Bu bakış açısı kapitalist mantıkla tamamen ters bir perspektiftir. Zira özünde tüketim eksenli bir sistem olduğu için insanı daha fazla istemeye iten kapitalizm, varlığını devam ettirebilmek için insanların bu hislerini mümkün olduğunca manipüle etmeyi mecbur kılan bir sistemdir. Kapitalizmin bu özelliği pek çok sosyal bilimci tarafından eleştiriye tabi tutulmuş ve modern toplumların yaşadığı problemlerin başlıca nedenleri arasında sayılmıştır. Karl Marks bu eleştirmenler arasında belki de en meşhur olanıdır. Karl Marks’ın kapitalist ekonomik düzene ilişkin eleştirel görüşleri, pek çok sosyal bilim alanında olduğu gibi kriminoloji üzerinde de etkili olmuştur. Esasen Marks’ın kendisinin suçla ilgili söylediği herhangi bir şey olmasa da, görüşleri takipçileri tarafından kriminolojik çalışmalarda kullanılmış, elde ettikleri bulguları bu görüşler çerçevesinde yorumlayarak Marksist teoriler ve modeller geliştirmişlerdir. Karl Marks, ilk baskısından bu yana yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen etkilerini hala sürdüren “Das Kapital” (Sermaye) isimli eserinin alt başlığı olarak “Politik ekonominin eleştirisi” ifadesini kullanmayı uygun bulmuştur. Marks, üretim olanaklarına sahip burjuvazinin elinde olan kapitalist ekonomik sistemin işçi sınıfının emek ve iş gücünü sömürdüğünü, hâkim sınıfa haksız kazançlar sağladığını iddia etmiştir. Marks’a göre hâkim sınıf, işçi sınıfı tarafından üretilen maddelerin satışından elde ettiği gelirin ancak çok küçük bir kısmını işçi sınıfına geri vermek suretiyle bu insanların emekleriyle ortaya çıkan artı değeri kendi hesabına paraya çevirmektedir. Bu ise proleteryanın ortaya koyduğu emek ile elde ettiği kazanç arasında büyük uçurumların oluşmasına, sonuçta da sömürüye dayalı haksız bir ekonomik ve sosyal düzenin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu noktada Marks, yaşanan bu haksızlıklara bir son vermek üzere tüm dünya işçilerine sesleniyordu: “Birleşin.” Böylece Marks, sosyalist devrimle birlikte kapitalizmin hastalıklarından kurtularak daha eşitlikçi ve adil bir düzen kurulacağını öngörmüştü. Karl Marks’ın fikirlerini suça ilk defa uyarlayan kişi Hollandalı bir kriminolog olan Willem Bonger’dir. (Cullen ve Agnew, 2011:272). “Suç ve Ekonomik Şartlar” (Criminality and Economic Conditions) isimli kitabıyla Bonger (1916) suça neden olan sebebin kapitalist ekonomik düzen olduğunu iddia etmiştir. Bonger kapitalist ekonomide sistemin, zenginlerden gelen sermaye ile işçilerin emeği ile ortaya çıkan ürünün daha fazla sermaye ile değiş-tokuşu mantığı ile işlediğini, bu düzen içinde tarafların, başkalarının zarar etmesine neden olsa bile yalnızca ve yalnızca kendileri açısından avantajlı olan seçeneklerin peşinde olacağını savunmuştur. Ekonomistlerce “homo economicus” olarak nitelenen insanın rasyonel bir varlık olarak kendi çıkarlarının peşinde olması ve kendini düşünmesi esasen Bonger’e göre kapitalist düzenin en temel sorunlu yanını oluşturmaktadır. Zira bencillik üzerine kurulu bir düzen toplumu bir arada tutan bağlara zarar verecektir. Kapitalist düzenin zehirlediği bireylerden oluşan bir toplumda, başkalarını düşünme ve başkaları için yaşama düşünceleri ciddi yara alacak, egoizm her yanı kuşatacaktır. Yalnızca kendini düşünen kapitalist bireyler giderek toplumdan kopacak ve kendi çıkarlarını bir tabu gibi her şeyin önüne koyacaktır. Sosyal bir varlık olan insanın kendi sosyal gerçekliğinden kopuşunu ifade eden bu dönüşüm Bonger açısından bir kırılma noktasıdır. Bonger’e göre insanların suç işlemesinin altında yatan temel saik egoizmdir. Kapitalizm de bu egoizme sebep olan ana faktördür. Kapitalist ekonomik düzeni “insanların malları ve hizmetleri kar amacıyla değiş tokuş yapması” (Dolu, 2011: 433) olarak tanımlayan Bonger, sermayenin toplumun çeşitli tabakaları arasında eşit ve adil bir şekilde dağılmamış olmasından dolayı kapitalist sistemin hile, aldatma ve mücadeleye dayalı bir sömürü düzeni olduğunu savunmuştur. Çünkü parayı elinde tutan sermaye sahipleri her türlü mal ve hizmeti en ucuza alarak en pahalıya satabilme tekelini ellerinde bulundurmaktadır. Bu nedenle Bonger, bu insanların elde ettikleri karın miktarını artırabilmek için çeşitli hile ve aldatmacalara başvurmaktan da çekinmeyeceklerini savunmaktadır. Önemli olan, mümkün olan maksimum kârı elde etmektir; bu hedefe ulaşabilmek için birilerinin zarar etmesi normaldir. 111





İnsanları daha bencil ve egoist hale getiren kapitalizme yapılan eleştirilerin başında, sistemin zengini daha zengin fakiri de daha fakir hale getirerek toplumun iki ucu arasındaki uçurumu artırması gelmektedir. Bu sorun, Elliott Currie (1997) tarafından da eleştirilmiş ve kapitalizmin neden olduğu gelir dağılımındaki adaletsizliğin neden olduğu sosyal yaraların sağladığı faydaları aştığını savunmuştur. Currie, kapitalist toplumlarda ekonomi diğer kurumların da üstüne çıkarak materyalist değerlerin sosyal değerlere ve normlara baskın hale gelişini toplumun sağlıklı bir şekilde işleyişi önündeki en büyük engellerden biri olarak görmüştür. “Suç ve Amerikan Rüyası” (Crime and Amerikan Dream) isimli ödüllü eserlerinde Messner ve Rosenfeld (1994) bu durumu “kurumlararası güç dengesizliği” (institutional imbalance of power) olarak kavramsallaştırmış ve bu durumun suç oranlarını körüklediğini dile getirmiştir. Currie (1997), serbest piyasa ekonomisinde insanların giderek egoistleşerek çevrelerine karşı giderek daha duyarsız bir hale geldiğine dikkat çekmiş, ekonomik sistemdeki acımasızlığın sosyal hayatı da etkisi altına aldığını, bunun da daha yüksek suç oranlarına sebep olduğunu savunmuştur. Bonger (1916), kapitalizmin en çok da alt tabaka aileler için yıkıcı etkiler yaptığından bahsetmektedir. İşverenine itaatte kusur etmeyen bu insanlar için bir iş sahibi olmak son derece önemlidir. Az da olsa düzenli bir gelir sahibi olmak gibisi yoktur. Ancak, bu durum çoğu zaman işveren tarafından suiistimal edilir. Ağırlaşan koşullara rağmen işçinin şartları iyileştirilmez. Sessiz kalmaktan başka çaresi olmayan işçiler, artan iş yüküne, uzayan mesailere rağmen sabırla çalışmak zorunda kalırlar. Ancak bu arada çocuklar ana-baba sevgisinden ve şefkatinden uzak kaldıkları gibi, her iki ebeveynin de düşük ücretlerle çalışmak zorunda olduğu ailelerde çocuklar sahipsiz kalır. Hatta bazen yaptıkları küçük işlerle ailenin bozuk ekonomisine destek vermek durumunda da kalabilirler. Bu durum çoğu zaman çocukların yanlış sosyalleşmesine ve kötü alışkanlıklar edinmesine neden olur. Ebeveyn ilgisi, sevgisi ve kontrolünden mahrum çocuklar kendilerini, başlangıçta küçük suçlarla başlayan, sigara, alkol ve uyuşturucuyla devam ederek daha ciddi suçlara doğru ilerleyen bir süreçte çeşitli suçların içinde bulurlar. Colvin ve Pauly (1983), patronların işçilerine karşı sert ve acımasız olduğu kapitalist toplumlarda çocuk suçluluğunun ve aile içi şiddetin daha fazla olacağını iddia etmiştir. Geliştirdikleri Marksist teori çerçevesinde işçilerin iş yerinde gördükleri kötü muameleri evlerine taşıyarak iş yerinde başlayan şiddet sarmalının toplumun en ince kılcallarına kadar nüfuz etmesine sebep olduğundan bahsetmektedirler. Bu sebeple, ebeveynin birbirine ve çocuklarına karşı haşin ve sert tutumlar sergiledikleri ailelerde yetişen çocukların bu şiddeti okula, sokağa ve etkileşim halinde oldukları diğer çocuklara yansıtmaları sebebiyle şiddetin toplumun farklı katmanlarına dalga dalga yayılacağını ifade etmektedirler. Bu ortamda yetişen çocukların, içinde bulundukları çeşitli ortamlarda durmadan şiddetle karşılaşmaları ve bu şiddetin kendini tekrar etmesi sonucunda suç çizgisine hızla yaklaşacaklarını bildirmektedirler. Farklı bir perspektiften Greenberg (1993) de kapitalizmin çocuk ve genç suçluluğunu artıracağını savunmaktadır. Yukarıda saydığımız ve isimlerini burada veremediğimiz pek çok radikal kriminologa göre kapitalizm, özünde bulunan sermayedarların işçilerin emeklerini sömürerek sermayelerini artırma çabasından ibaret bir ekonomik sistem iken, etkileri ekonominin sınırlarını kat kat aşan öngörülemez sosyal sorunlara da sebep olmuş bir sistemdir. Bu sorunların başında da suç gelmektedir. Bu yazarlara göre suç ve diğer sosyal sorunlarla başa çıkabilmenin en kestirme yolu sosyalist bir devlet yapısını benimsemekten geçmektedir. Aksi takdirde bu tür problemlerin devam etmesi kaçınılmazdır.

SİYASİ GÜÇ ÇATIŞMASI: SOSYAL SINIF, DEVLET VE SUÇ Yukarıda incelediğimiz, suçu kapitalist ekonomik sistemde bulunan patolojik bir sorun olarak değerlendiren çalışmalar bazı Marksist kriminologlar tarafından yetersiz bulunmuş ve suça neden olan asıl problemin kapitalizmle birlikte yükselen ekonomik sınıf temelli sosyal tabakalaşma ve devlet aygıtının güçlü sınıfların egemenliğine geçmesinde gizli olduğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşe göre kapitalizm, kendi elit sınıfını üretmekle sermaye ve gücün belli ellerde toplanmasına imkân tanımış, bunun doğal bir sonucu olarak da sisteme hakim sınıfların alt tabakaları kontrolleri altında tutabilmek için giderek dozu artan baskıcı bir yönetim sistemi geliştirmelerine yol açmıştır. Böylece, birbirinden kopuk, sosyal ve ekonomik güç bakımından birbirinden farklı bu sınıflar arasında çatışma kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu bölümde, bu tartışmalara yön veren en temel eserlerden biri olması nedeniyle Richard Quinney’in (1980) “Sosyal Sınıf, Devlet ve Suç” isimli çalışmasını inceleyeceğiz. Quinney (1980), ekonomik gücün devlet yerine büyük sermaye sahiplerinin elinde olduğu toplumlarda ekonomik güce dayalı bir sınıf sisteminin oluşacağını, bunun doğal bir sonucu olarak da 112





hakim sınıfın zayıfları tahakkümü altına alarak sömürmeye devam edebilmek için ekonomi temelli yeni bir kölelik sistemi kuracaklarını söylemektedir. Böylece, yönetilen ve yöneten olarak ayrışan toplumun bu iki kutbu arasında bitmek bilmeyecek çatışmalar ve sürtüşmeler çıkacaktır. Bu noktada Quinney, yönetici konumundaki hâkim sınıfların işleyecekleri suçlar ile yönetilen konumundaki güçsüz sınıfların işleyecekleri suçlar arasında nicelik, nitelik ve amaç bakımından önemli farklılıklar olacağını öngörmektedir. Quinney’e göre hâkim sınıflar tarafından işlenecek suçlar öncelikle ekonomik ve siyasi hâkimiyeti sağlamak ve sonrasında elde ettikleri ekonomik ve siyasi gücü ve hâkim pozisyonu muhafaza edebilmeye yönelik suçlar olacaktır. Hâkim sınıflar için siyasi ve ekonomik üstünlük en önemli hedeftir. Örneğin, çıkarılacak bir kanunla ya da yapılacak idari bir düzenlemeyle ekonomik bir alanda imtiyazlı bir konuma gelmek, mümkünse vergi vermemek ya da az vermek, mümkünse karşılıksız hibeler almak, değilse sıfır faizli veya çok düşük faizli ve oldukça uzun süreli krediler almak ekonomik avantaj sağlamak isteyen grupların rutin faaliyetleridir. Her durumda devlet imkânlarını sonuna kadar kullanmak ve devletin maddi kaynaklarını sömürmek isterler. Eğer başarabilirlerse devlet eliyle bir alanda tekel olmak ve o alanı rekabete tamamen kapatmak isterler. Başka alanlarda aldıkları imtiyazlarla rekabet halinde oldukları diğer aktörleri denklem dışına atmaya çalışırlar. Bu hedeflere ulaşabilmek için illegal yapılarla işbirliğine giderek her türlü kirli işe bulaşabilirler. Ancak asla iz bırakmaz, arada maşalar kullanırlar. Benzer bir şekilde bu gruplar devletin kilit noktalarına nüfuz ederek orada kalabilmek için de her türlü suçu işleyebilirler. Bulundukları pozisyonu her durumda kendi menfaatlerine kullanarak kendilerine yeni faaliyet alanları oluştururlar. Yapabiliyorlarsa siyasi ve ekonomik rakiplerinin ayağını kaydıracak siyasi veya idari adımı atmada bir beis görmezler. Geleceği parlak yöneticiler ve temiz siyasetçilere komplolar kurarak bu kişiler hakkında şantaj dosyaları oluştururlar. Gerektiğinde adam kaçırmada, siyasi nitelikli suikastler organize etmekten çekinmezler. Ancak, çok titiz çalıştıkları için attıkları her adıma kanuni bir kılıf uydurarak kendilerini her zaman garanti altına almaya çalışır, mafya tipi yapıları paravan olarak kullanarak dikkatleri başka yerlere kaydırırlar. Quinney (1980), yönetilen konumundaki dezavantajlı sınıflar tarafından işlenmesi muhtemel suçların daha çok basit, adi sokak suçları ve politik isyan suçları olacağını ifade etmektedir. Quinney, hakim sınıfların alt sınıfları kontrolleri altına almak ve bu grupları o konumda tutabilmek için bu insanların gösterebilecekleri her türlü tepkiyi ve alternatif hareket tarzlarını yasaklamış ve suç saymış olacaklarını, bu nedenle de dezavantajlı sınıfların en ufak bir isyan hareketinin bile suç sayılacağını söylemektedir. Yönetilen sınıfların giriştiği en temel eylemler grevler, protesto ve gösteri yürüyüşleridir. Quinney’e göre bu insanlar çoğu zaman en temel haklarını istemek ve seslerini duyurabilmek için sokağa çıktıklarında karşılarında devletin polisini bulurlar. Haklarının ellerinden alınması veya işverenler tarafından yapılan bir haksızlık karşısında direnmek ve haklarını yeniden geri alabilmek için giriştikleri eylemlerde de karşılarında polisi bulurlar. Bu tür engellemeler bazen hakkı çiğnenen bu grupları çileden çıkarır ve politik isyan niteliği taşıyan büyük çaplı olaylar çıkar. Hatta bu tür olaylara illegal gruplar da sisteme hakim güçler tarafından enjekte edilir. Sonuçta, hâkim sınıflar sokağa inmek ve bozulan düzene yeni bir ayar vermek için ihtiyaç duyduğu bahaneyi elde eder ve olaylar en acımasız müdahalelerle bastırılır. Saymış olduğumuz toplu isyan hareketleri bir yana, Quinney (1980) alt sınıfların daha çok adi sokak suçları işleyeceğini ifade etmektedir. Hırsızlık, arsızlık, kumar, uyuşturucu, gasp, tehdit, silahlı eylemler ve diğer adi sokak suçları dezavantajlı sınıflardan çıkan insanlar tarafından işlenirler. İlginç bir şekilde, bu suçların mağdurları da yine çoğu zaman bu sınıfın insanları olur çünkü hâkim sınıfların zaten halkın geri kalanından kopuk ve kendilerine has üst düzey bir hayatları vardır. Evlerinin yüksek duvarları, duvarların üstünde kameraları ve kapılarında korumaları vardır. Halkın içine karışmayan bu insanların adi sokak suçlarının hedefi olma olasılığı da diğer insanlara göre oldukça düşüktür.

113





Özet İster iki farklı kültür isterse de iki farklı güç merkezi olsun, çatışma perspektifinden suç ve sapma, yaşanan ikilem çerçevesinde iki tarafın bir diğerine üstün gelme ve kendi tercihi dayatma veya dayatılan seçeneklere karşı direnme ve karşı koyma neticesinde ortaya çıkan doğal bir problemdir. Çatışma perspektifi, farklılıklarla birlikte uyum ve esnekliğin olmadığı her yerde çatışmayı beklenen bir çıktı olarak ele alır. Bu çerçevede suç ve sapma, yaşanan çatışmaların en uç noktalarını temsil eden kırılma aşamasını temsil ederler. Geleneksel kriminolojik görüşler arasında suçu “doğal” bir çıktı olarak sunan çatışma teorileri, adeta çatışmayı insan ekolojisinin ayrılmaz bir parçası olarak görür. Bazen hayatın normal akışı içinde farklı kültürlerin ve tercihlerin uyumsuzluğu şeklinde en yumuşak versiyonlarıyla kendini gösteren çatışma, bazen de kendi tercihlerini ve taleplerini karşı tarafa dayatma ve zorla kabul ettirme biçiminde bir güç gösterisi şeklini alır. Çatışma her ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin, suç ve sapma çatışmanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar.

daha iyi bir noktaya getirmek istediklerini söylemektedir. Bu çerçevede, yazara göre sosyoekonomik seviyesi düşük olan insanların önem verdiği bir takım hususlar vardır. Bu özellikler yazar tarafından bela aramak, zeki olmak, korkusuz olmak, heyecan aramak, otorite tanımamak ve kadercilik olarak sıralanmıştır. Güç çatışması yaklaşımının en sosyal ve doğal biçimini temsil eden “Ötekiler: Sapma Sosyolojisine Dair Çalışmalar” isimli kitabıyla Becker (1963), sosyoekonomik gücü yüksek grupların kendi tercihlerini, ahlaki tutumlarını ve değerlerini topluma kabul ettirebilmek için attıkları adımları nasıl kurumsal hale kavramı getirdiklerini ahlak girişimcileri üzerinden izah etmektedir. Yazar, kendilerine ait bir normu ya da ahlaki değeri bir kural halinde içinde yaşadıkları topluma dayatabilmek için ahlak girişimcilerinin öncelikle toplum için kurallar koyduklarını (hukuki metinler hazırlayarak veya idari kararlar çıkarttırarak) ardından da bu kuralların uygulanmasını garanti altına alabilmek amacıyla kural uygulayıcı yapılar ve kurumlar oluşturduklarını ayrıntılı olarak izah etmektedir. Burada yaşanan güç çatışması, topluma kimin değerlerinin yön vereceğinin belirlemesine yönelik sosyal boyutlu bir çatışmadır. Ne var ki, bu görüşler Quinney’le zirveye ulaşan siyasal güç çatışması yaklaşımına ilham kaynağı olmuştur.

Thorsten Sellin, kültür çatışması teorisi ile insanların içinde bulundukları kültürle uyum durumlarının bireyleri suç işlemeye itebilecek bir faktör olduğunu savunmuştur. Sellin, özellikle büyük nüfus hareketleri ve göçlerle birlikte tetikleneceğini savunduğu kültür çatışması, bireyin mensubu olduğu kültürün değerler sistemi ile daha sonra dâhil olduğu kültürün değerlerinin birbiriyle çelişkiye düşmesi halinde yaşanacağını söylemektedir. Kültür çatışması, eğer ki insanların davranışlarına yön vermek iddiasında olan birden fazla kültürün bulunması şeklinde ortaya çıkıyorsa buna birincil çatışma, kişinin içinde yaşadığı grubun zamanla toplumun geri kalanından farklılaşarak bir alt kültür oluşturması şeklinde gerçekleşiyorsa buna da ikincil çatışma adı verilir.

Das Kapital isimli çığır açan eserinde Karl Marks, yaşanan sosyal çatışmaların özünde sınıf ve ekonomi temelli çıkar hesaplarının olduğunu yazmıştır. Marks’a göre kapitalizm, zenginlerin ve güçlülerin fakirleri ve zayıfları kontrol altına alabilmek ve bu insanları sömürerek elde ettikleri serveti ve gücü daha da artırmak için icat ettiği bir araçtır. Kapitalist ekonomik düzen içinde sermaye sahiplerinin her durumda avantajlı bir konumda olacağını söyleyen Marks, elinde kendi bedeniyle ortaya koyabileceği emekten başka bir sermayesi olmayan kitlelerin bu elit sınıfın emrinde ve sömürgesi altında modern bir kölelik düzeni içinde hayatlarını sürdürdüklerini ifade etmektedir. Marks’ın görüşlerini suçlu davranışa uyarlayan Hollandalı kriminolog Willem Bonger başta olmak üzere bazı Marksist kriminologlar, kapitalizmin suça neden olan önemli bir faktör olduğunu iddia etmiştir. Kapitalizmin toplumcu düşünceleri ve başkalarını düşünme ve iyilik yapma fikrini baltalayan bir yönü olduğunu

Walter Miller, sosyoekonomik düzeyi düşük olan kesimlerin özellikle erkeklerinin toplumun geri kalanından belirgin bir şekilde daha fazla suç işlemesini bu insanların sahip oldukları bir takım alt kültürel değerlere bağlayarak açıklamıştır. Bu insanların içinde bulundukları sosyal sınıftan memnun olduklarını, bu sosyal sınıfı terk ederek daha üst sosyal sınıflara geçmeyi düşünmediklerini söyleyen Miller, bu kimselerin içinde bulundukları sınıf çerçevesinde kendilerini 114





Bu noktada Quinney’in (1980) “Sosyal Sınıf, Devlet ve Suç” isimli çalışmasının bu konuda yazılmış en önemli çalışma olduğunu görüyoruz. Quinney, siyasi ve ekonomik gücün büyük sermaye sahiplerinin elinde olduğu toplumlarda ekonomik güce dayalı bir sınıf sisteminin oluşacağını, bunun doğal bir sonucu olarak da hâkim sınıfın zayıfları tahakkümü altına alarak sömürmeye devam edebilmek için ekonomi temelli yeni bir kölelik sistemi kuracaklarını söylemektedir. Dolayısıyla, kapitalist ekonomik düzende sermaye ve sosyal sınıf kavramlarının birbirleriyle çok yakından ilgili konulara işaret ettiğini savunan Quinney, biri olmadan diğerinin de olmasının mümkün olamayacağını ifade etmektedir. Quinney’e göre hâkim sınıflar tarafından işlenecek suçlar öncelikle ekonomik ve siyasi hâkimiyeti sağlamak ve sonrasında elde ettikleri ekonomik ve siyasi gücü ve hâkim pozisyonu muhafaza edebilmeye yönelik suçlar olacaktır. Yönetilen konumundaki dezavantajlı sınıflar tarafından işlenmesi muhtemel suçlar daha çok basit adi sokak suçları ve politik isyan suçları olacaktır.

savunan bu yazarlar, kapitalizmin bireyleri egoist yaptığını ve bireyselliği körüklediğini iddia etmişlerdir. Bunun sonucu olarak da toplumsal hayatın önemli bir boyutu olan yardımlaşma ve dayanışma ruhunun zedeleneceğini, herkesin yalnızca kendisini düşünmekle başkasının zarar görmesi pahasına kendi servetine servet katma arzusuyla çalışanlarına ve rakiplerine karşı acımasızlaşacağını söylemektedirler. Para kazanma ve servet biriktirme hırsının toplumsal huzur ve barış ortamını bozacağını, bunun neticesinde de sosyal ayaklanmaların, isyan hareketlerinin ve sosyal çatışmaların ortaya çıkacağını ifade etmişlerdir. Bu ortamda suçun, yaşanan bu çatışmaların doğal bir sonucu olarak ortaya çıkacağı savunulmuştur. Yapılan pek çok alan araştırması, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve eşitsizlik, işsizlik ve yoksulluk gibi değişkenlerin özellikle şiddet suçlarıyla istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Özü itibariyle yukarıda özetle ana argümanlarını ifade ettiğimiz sosyal ve ekonomik güç çatışması yaklaşımlarından çok da farklı olmayan siyasi güç çatışması yaklaşımında temel vurgu, siyasi ve ekonomik hâkimiyeti ele geçirmek ve ele geçirilen bu avantajlı konumu muhafaza etmek üzerine kuruludur.

115





Kendimizi Sınayalım 4. Çatışma yaklaşımına göre suç ya da sapma olarak nitelendirilen davranışların neler olacağına dair oluşturulan kurallarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?

1. Sellin’e göre bir kimsenin kültür çatışması yaşaması için aşağıdakilerden hangisinin olması yeterli değildir? a. Kişinin kendi kültüründen başka bir kültürün hâkim olduğu yere göç gitmesi durumunda

a. Suç tanımlamaları ve bu suçlara ilişkin cezalar sosyal, ekonomik ve politik gücü yüksek insanlar tarafından konulabilirler.

b. Bir kimsenin yaşadığı bölgenin başka bir kültürün genişlemesi sonucu bu kültürün egemenliği altına girmesi durumunda

b. Kanunlar ve kurallar bir çeşitli gruplar arasında yaşanan güç mücadeleleri sonucunda üstün gelen tarafın görüşlerini yansıtır.

c. Bireyin yaşadığı bölgede hakim kültürün hemen yakınında başka bir kültürün bulunması durumunda

c. Kuralların uygulanmasında genellikle kuralları koyanların menfaati vardır. d. Bir kuralın varlığı ille uygulanmasını gerektirmez.

d. Bireyin içinde bulunduğu kültürün toplumun zamanla genelinin kültüründen başkalaşarak bir alt kültür oluşturması durumunda

de

o

kuralın

e. Kurallar, bir ülkedeki ortak değerleri ve kabullerin ete kemiğe bürünmüş halidir.

e. Bir kimsenin kendi kültüründen farklı bir kültürün bulunduğu yere turistik amaçlı gitmesi durumunda

5. “Suçlu” ya da “sapkın” statülerinin ontolojik anlamda bir gerçekliği ifade etmediği görüş aşağıdakilerden hangisidir?

2. Aşağıdakilerden hangisi Miller’in İlgi Odakları Teorisi’nde bahsettiği öncelikli davranış tarzlarından biri değildir?

a. Durkheim’in anomi teorisi b. Damgalama teorisi c. Marks’ın komünist manifestosu

a. Bela arama

d. Quinney’in sosyal sınıf, devlet ve suç teorisi

b. Sertlik

e. Sellin’in kültür çatışması teorisi

c. Zekilik

6. Becker’e göre kural koymada bir tür hiyerarşinin varlığından bahsetmek mümkündür. Aşağıdakilerden hangisi bu hiyerarşi içinde yer almaz?

d. Heyecan e. Falcılık 3. “……..… en temelde kimin, neden ve nasıl suçlandığıyla ilgilenen bir perspektiftir” cümlesinde boş bırakılan yere gelmesi gereken kelime ya da kelime grubu aşağıdakilerden hangisidir?

a. Büyükler küçükler için,

a. Damgalama teorisi

e. Meclisler herkes için,

b. Kültür çatışması teorisi

7. Kapitalizm ve suç ilişkisine ilişkin çalışmaların ortaya koyduğu fikirlerle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

b. Güçlüler zayıflar için, c. Zenginler fakirler için, d. Erkekler kadınlar için,

c. Bonger’in kapitalist suç teorisi d. lgi odakları teorisi

a. Kapitalizm, sağladığı yeni iş sahaları ve istihdam alanlarıyla işsizliği azaltarak suç oranları üzerinden olumlu bir etki yapar

e. Marksizm

b. Kapitalizm insanları egoist yapar c. Kapitalizm insanları bireyselleştirir toplumculuk fikrinden uzaklaştırır

ve

d. Kapitalizm diğer insanları düşünme ve empati duygularını öldürür e. Kapitalizm ekonomiyi diğer sosyal kurumlardan daha üst bir konuma yükseltir 116





8. Colvin ve Pauly’nin Marksist suç teorisi için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

a. Kapitalist ekonomik düzende patronlar işçilerine karşı sert ve acımasız davranırlar

1. e Yanıtınız yanlış ise “Sellin’in Kültür Çatışması Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

b. İşçiler, iş yerinde maruz kaldıkları kötü muameleleri evlerine taşıyarak aile fertlerine kötü davranırlar

2. e Yanıtınız yanlış ise “Miller’in İlgi Odakları Teorisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

c. Ebeveynlerinden kötü muamele gören çocuklar sokakta ve okulda arkadaşlarına kötü davranırlar

3. a Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Güç Çatışması Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

d. İş yerinde başlayan şiddet zamanla dalga dalga hayatın çeşitli alanlarına yayılır e. Sonuçta, kapitalist ekonomik düzen kadın suçluluğunu ciddi şekilde artırır

5. b Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. Aşağıdakilerden hangi Quinney’e göre hâkim sınıflar tarafından işlenmesi muhtemel suçlardan biri değildir?

6. e Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

a. Ekonomik hâkimiyeti işledikleri suçlar

7. a Yanıtınız yanlış ise “Ekonomik Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

elde

etmek

için

b. Siyasi hâkimiyeti elde etmek için işledikleri suçlar

8. e Yanıtınız yanlış ise “Ekonomik Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

c. Ekonomik ve siyasi hakimiyetlerini muhafaza etmek için işledikleri suçlar

9. d Yanıtınız yanlış ise “Siyasi Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

d. Politik isyan suçları

10. e Yanıtınız yanlış ise “Siyasi Güç Çatışması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

e. Rakiplerine komplolar kurmak, şantajlar yapmak, gerektiğinde suikastler tertip etmek 10. Aşağıdakilerden hangi Quinney’e göre yönetilen konumundaki dezavantajlı sınıflar tarafından işlenmesi muhtemel suçlardan biri değildir? a. Adi sokak suçları

Yararlanılan Kaynaklar

b. Hırsızlık

Antonaccio, Olena ve Tittle, Charles R. (2007). “A Cross-National Test of Bonger’s Theory of Criminality and Economic Conditions.” Criminology, Vol.45, No.4, pp.925—958.

c. Kumar d. Dolandırıcılık e. İhalelerde yolsuzluk

Becker, Howard S. (1991). Outsiders: Studies in the Sociology of Deviance. New York: The Free Press. Bohm, Robert M. (1982). “Radical Criminology: An Explication.” Criminology, Vol.19, No.4, pp.565-589. Bonger, Willem (1969/1916). Criminality and Economic Conditions (Abridged and Introduced by Austin Turk). Bloomington: Indiana University Press. 117





Carrel, Alexis (1959). İnsan, Bu Meçhul. Çeviren: Vedat B. Nazikioğlu. İstanbul: Arif Bolat Kitabevi.

Messner, Steven F. And Rosenfeld, Richard (1994). Crime and American Dream. Belmont, CA: Wadsworth, Inc.

Chambliss, William J. and Mankoff, Milton (1976). Whose Law? What Order? A Conflict Approach to Criminology. New York: John Wiley & Sons Inc.

Miller, Walter B. (1958). “Lower Class Culture as a Generating Milieu of Gang Delinquency” Journal of Social Issues, Vol.14, No.3, pp.5–19. Quinney, Richard (1980). Class, State, and Crime. 2nd Edition. New York: Longman.

Colvin, Mark ve Pauly, John (1983). “A Critique of Criminology: Toward an Integrated StructuralMarxist Theory of Delinquency.” The American Journal of Sociology, Vol.89, No.3, pp.513-551.

Sellin, Thorsten (1938). Culture and Conflict in Crime (New York: Social Science Research Council,

Cullen, Francis T. and Agnew, Robert (2011). Criminological Theory: Past to Present— Essential Readings. Fourth Edition. New York, Oxford: Oxford University Press.

Sellin, Thorsten (2010). “Culture Conflict and Crime.” In Heith Copes and Volkan Topalli (Editörler), Criminological Theory: Readings and Retrospectives. New York: McGraw-Hill, pp.386-389.

Currie, Elliott (1997). “Market, Crime and Community: Toward a Mid-Range Theory of Post-Industrial Violence.” Theoretical Criminology, Vol.1, No.2, pp.147–172.

Sykes, Gresham M. (1974). “The Rise of Critical Criminology.” The Journal of Criminal Law and Criminology. Vol.65, Issue 2, pp.206-213.

Dolu, Osman (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. 3. Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi.

Shaw, Clifford R. and McKay, Henry D. (1942). Juvenile Delinquency and Urban Areas. Chicago: The University of Chicago Press.

Durkheim, Emile (1951). Suicide: A Study in Sociology. İngilizceye çeviri: John A. Spaulding and Geirge Simpson. New York: The Free Press.

Sutherland, Edwin H. (1940). “White Collar Criminality.” American Sociological Review, Vol.5, No.1, pp.1-12.

Dahrendorf, Ralf (1959). Class and Class Conflict in Industrial Society. Stanford, CA: Stanford University Press.

Turk, Austin (1969). Criminality and Legal Order. Chicago: Rand McNally.

Greenberg, David (1993). “Delinquency and the Age Structure of Society.” İçinde geçtiği eser: David Greenberg (Editör), Crime and Capitalism: Readings in Marxist Criminology, Philadelphia, PA: Temple University Press.

Turk, Austin T. (1976). “Law as a Weapon in Social Conflict.” Social Problems, Vol.23, No.3, pp.276-291.

Kitsuse, John I. and Cicourel, Aaron V. (1963). “A Note on the Uses of Official Statistics.” Social Problems, Vol.11, No.2, pp. 131-139.

Williams, Frank P. and McShane, Marilyn D. (1998). Criminological Theory. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.

Liska, Allen (1987). Perspectives on Deviance. 2nd Edition. Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall,

Wirth, Louis (1931). “Culture Conflict and Delinquency I: Culture Conflict and Misconduct.” Social Forces, Vol.9, No.4, pp.484–492.

Vold, George (1958). Theoretical Criminology. New York: Oxford University Pres.

Lombroso, Cesare (1876) L'Uomo Delinquente. Milan: Hoepli. Lombroso, Cesare ve Gina Lombroso-Ferrero (1911) Criminal Man, According to the Classification of Cesare Lombroso. New York: Putnam. Mazelis, Fred ve Martin, Patrick (2010). “Forty Years since the Kent State Massacre.” Makalenin yayınlanma tarihi: 4 Mayıs 2010. Dünya Sosyalistleri web sitesi. Erişim adresi: http://wsws.org/articles/2010/may2010/kentm04.shtml, Erişim tarihi: 9 Haziran 2012. 118









8

     

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Onarıcı adalet kavramının ne olduğunu tanımlayabilecek, Onarıcı adalet yaklaşımının neler önerdiğini açıklayabilecek, Onarıcı adalet uygulamalarının neler olduğunu sayabilecek, Onarıcı adalet uygulamalarında sürecin genel manada nasıl işlediğini ifade edebilecek, Onarıcı adalet sürecinde aktörlerin rollerini açıklayabilecek, Onarıcı adalet sürecinin nasıl neticeler doğurabileceğini ifade edebilecek, Onarıcı adalet ile geleneksel ceza adalet anlayışı arasındaki farkları ayırt edebilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Ceza Adaleti

Sulh

Cezalandırıcı Adalet

Diyalog

Onarıcı Adalet

Suç Mağduriyeti

Uzlaşma

İçindekiler  Giriş  Onarıcı Adalet Nedir?  Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?  Neden Onarıcı Adalet Kavramı Tartışılmaya Başlanmıştır?  Onarıcı Adalet Uygulamaları Nelerdir?

120





Suç ve Suçluya Müdahalede Alternatif Bir Yaklaşım; “Onarıcı Adalet” GİRİŞ İngilizce orijinal ifadesi “Restorative Justice” olarak adlandırılan bu yeni adalet anlayışı, kelime anlamı itibariyle, “Onarıcı Adalet” olarak dilimize çevrilmiş ve bu şekilde literatürde yerini almıştır (Arıcan, 2011; Dolu, 2009; Uludağ, 2011). 1950’li yıllardan itibaren Batı’da tartışmaya açılan ve değişik uygulama modelleri geliştirilerek yaygınlaştırılan onarıcı adalet anlayışı özellikle Anglo-Sakson ülkeleri başta olmak üzere, dünya üzerinde 80’den fazla ülkede kendisine yer bulmuştur (Van Ness, 2005). Onarıcı adalet dediğimiz zaman aklımıza gelen ve bu konuda başı çeken belli başlı ülkeler, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Yeni Zelanda ve İngiltere olarak karşımıza çıkmaktadır. İlerleyen başlıklarda, yeni bir ceza adaleti yaklaşımı olan onarıcı adalet felsefesinin ne olduğu, yeni olarak neler önerdiği, onarcı adalet sürecinin nasıl ilerlediği, bu süreçte aktörlerin rollerinin ne olduğu ,onarıcı adalet yaklaşımının neden gündeme geldiği, onarıcı adalet uygulamalarının neler olduğu ve son olarak onarıcı adalet uygulamalarının ne tür zayıflıklar ve riskler taşıyabileceği tartışılacaktır.

Onarıcı adalet yaklaşımında “onarma” kavramıyla kastedilen nedir? Araştırarak tartışınız.

ONARICI ADALET NEDİR? Onarıcı adalet: “Bir suç mağduriyeti akabinde, suçun tarafları olan fail, mağdur, onların yakınları ve toplum temsilcilerinin, tamamen gönüllük esasına göre ve kendi rızalarıyla uygun bir zaman ve mekânda, bir moderatör eşliğinde, bir araya gelerek karşılıklı diyaloğa geçmeleri ve suçun sebep olduğu yaraların ve yıkımların telafi edilmesi, onarılması adına bir plan üzerinde mutabakata varmaları ve bu planı uygulayarak takibini yapmaları” olarak tarif edilebilir (Uludağ, 2011). Bu tariften de anlaşılacağı üzere onarıcı adalet sürecinin aktörleri aşağıdaki gibi karşımıza çıkmaktadır; •

Fail



Mağdur



Fail-Mağdur yakınları (anne, baba, kardeş, akraba vb.)



Bazı durumlarda, polis, sosyal çalışmacı, avukat, savcı, hâkim ve benzeri kamu görevlileri

Failden beklenen, kendi rızası ile suçunu kabul etmesi, sorumluluğu üzerine alması, pişmanlığını ifade ile mağdurdan ve tüm toplum üyelerinden samimi özür dilemesi, işlemiş olduğu suçun doğurduğu yaraların sarılması/onarılması için adım atma niyetini ortaya koyması ve bu konuda önerilerde bulunması ve üzerinde anlaşılan planın gereklerini yerine getirmesi ve benzer suçları bir daha işlememe iradesi göstermesidir (Umbreit ve Zehr, 1996; Marshall, 1999). Mağdurdan beklenen, sürece gönüllü olarak katılımı, yaşadığı suç mağduriyetinin kendisi için ne anlama geldiğini içtenlikle ifade etmesi, faili muhatap alıp dinlemesi, failin şahsı/kişiliği yerine suçu kötülemesi, suçun doğurduğu yaraların sarılması adına neler yapılması gerektiği konusunda görüş ve taleplerini ortaya koyması, ortaya konulan çözüm planı üzerinde faille anlaşmaya varması ve planı onaylaması, eğer mümkünse ve şartlar elveriyorsa faili af etmesidir (Marshall, 1999). 121





Fail-mağdur yakınlarından beklenen, yine gönüllük esasına göre sürece katılarak, fail ve mağdura suçun doğurduğu yaraların sarılmasına yönelik atacakları adımlarda destek vermek, olayda var ise kendi sorumluluklarını da ifade edip kabul etmek, genel manada sürece şahitlik edip fail-mağdur arasındaki çatışmanın çözümüne katkı sağlamasıdır (Marshall, 1999). Bazı durumlarda ve bazı onarıcı adalet uygulamalarında kamu görevlileri de sürece katılabilmektedir. Genel manada, sürece iştirak eden kamu görevlilerinden beklenen onarıcı adalet sürecine teknik ve lojistik destek vermektir, yoksa kamu görevlileri sürecin esas aktörleri değillerdir. Onarıcı adaletin önerilerinin ele alındığı başlıkta da tartışıldığı üzere, onarıcı adalete göre yargılama ya da adaleti sağlama devletin/kamu otoritesinin yani kamu görevlilerinin yetki ve sorumluluğunda değildir.

Günümüz ceza adalet sistemlerinin felsefi altyapısını oluşturan Beccaria’nın Klasik Okul Yaklaşımının neler önerdiğini araştırıp tartışınız?

Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir? Öncelikli olarak onarıcı adalet, günümüzde çağdaş ceza adalet sistemlerinin “suç” olarak nitelendirdiği eylemlere karşı yaklaşımı ile kendine özgü bir karakter sergilemektedir. Zira klasik ceza adalet sistemlerinde suç, esas itibariyle kanunlarda yazılı olarak tarif edilmiş normların (kuralların ve yasakların) ihlal edilmesi olarak görülmektedir (Woolford, 2009). Suç yasal otoritenin, yani devletin koymuş olduğu (ki bu günümüzde parlamentoların yasama faaliyetleri çerçevesinde gerçekleşmektedir) kuralların çiğnenmesi olarak kabul edilmekte; dolaysıyla da bu kuralları koyan ve tatbik edilmesi için çaba sarf eden devlete karşı yapılmış bir hareket olarak algılanmaktadır. Kısaca suç öncelikli olarak devletin otoritesine karşı yapılmış bir hareket olduğundan suçun esas mağduru devlet olarak kabul edilmektedir (Beccaria,1963). Klasik yaklaşımın tersine, onarıcı adalette suç kanunların çiğnenmesi sureti ile devletin otoritesinin ihlali olarak görülmekten ziyade bir yıkım, yaralanma ve haksızlık olarak algılanmaktadır (Woolford, 2009; Zehr, 1990). Dolayısıyla, onarıcı adalete göre öncelikli yapılması gereken iş, zararların, yaraların ve mağduriyetlerin bir an önce sarılmasına yönelik adım atmaktır; cezalandırmak değildir. Onarıcı adalet anlayışında “cezalandırma” kelimesinin veya kavramının karşılığı bulunmamaktadır. Ancak bu durum, suç olarak tarif edilen eyleme karşı reaksiyonsuz kalma anlamına 122





asla gelmemektedir. Benzer şekilde, mağdurun öcünün alınması klasik ceza adalet sistemlerinin ana amaçlarından birisi olmasına rağmen onarıcı adalet önerileri arasında öç alma yoktur (Zehr, 1990). Onarıcı adalette öncelikli olan yaraların sarılması olduğu için, suçun tarafları olan fail, mağdur ve toplumun bir araya gelerek diyaloga geçmeleri beklenmektedir. Bu beklentiden de anlaşılacağı üzere, onarıcı adalet çatışmaya neden olan ve mağduriyetler doğuran suç eyleminin negatif etkilerini ortadan kaldırmak için suçun taraflarının etkin hale gelmesini ve diyaloga geçmelerini önermektedir (Zehr, 1990; Marshall, 1999). Söz söyleme hakkını çatışmanın gerçek taraflarına vermektedir. Onarıcı adalet, tarafların diyalog süreci içerisine katılmalarını ve devam ettirmelerini gönüllük esasına bağlamıştır ve gönüllülüğü onarıcı adalet sürecinin esas prensibi olarak sunmaktadır. Sürece katılımı beklenen fail, mağdur ve toplum temsilcileri gönüllü olarak sürece dâhil olmalıdırlar (Marshall, 1999). Onarıcı adaletin önerdiği bir diğer prensip sorumluluğun samimiyetle kabul edilmesi ve pişmanlıktır. Diğer bir ifade ile suç işleyerek zararlara ve mağduriyetlere sebep olan failin suçu işlemede ve zararların ortaya çıkmasında sorumluluğunu kabul etmesi ve samimi pişmanlığını ortaya koyması beklenilmektedir (Hayden ve Gough, 2010; Braithwaite,1989). Onarıcı adalet sürece katılan ve anlaşmazlığın/çatışmanın taraflarına süreç içerisinde duygu ve düşüncelerini açıklıkla ifade edip empati yapmayı önermektedir. Onarıcı adalet sürecine gönüllü katılan mağdurdan suçun kendisinde nasıl etkiler yaptığı, hayatını ne yönde ve ne seviyede etkilediğini, yaşanılan bu mağduriyetin onun açısından ne anlama geldiği konusunda açık yüreklilikle konuşması beklenilir. Aynı şekilde, sürece dâhil olan failden işlediği suçun onun açısından ne anlama geldiği, hangi saiklerle bu suçu işlediğini anlatması beklenilir. Fail ve mağdur arasında devam eden bu süreçte tarafların birbirlerini anlamaları ve empati yapmaları hedeflenir. Failden yaptığı eylemin mağduru nasıl bir acıya ve yıkıma sevk ettiğini anlaması, diğer taraftan, mağdurun da faili yanlışlığa iten sebepleri ve en önemlisi pişmanlığını anlaması ve ona göre bir değerlendirmede bulunması beklenilir (Umbreit ve Zehr, 1996; Zehr, 1997). Onarıcı adalet anlaşmazlığın/çatışmanın taraflarına suçun doğurduğu yıkımın ortadan kaldırılması ve yaraların sarılmasına yönelik çözümler sunmayı önerir. Diğer bir ifade ile, zararın telafisi için tarafları adım atmaya ve bu yönde niyetlerini ortaya koymaya yönlendirir. Onarıcı adalet klasik ceza adalet sisteminden sapmayı yani diverziyonu önermektedir. Buna göre, anlaşmazlık veya çatışma vuku bulduğunda tarafların resmi sistem içerisine girmeden onarıcı adalet sürecine dâhil olmaları esas olarak kabul edilmektedir (Uludag, 2011). Onarıcı adalette maddi yaraların sarılması önemlidir; ancak, suçun taraflarda doğurduğu manevi yaraların sarılması bundan daha önemlidir. Maddi yaraların etkileri çoğu zaman giderilmelerine müteakip ortadan kalkabilmektedir ancak suçun doğurduğu manevi yararlın telafisi ve etkilerinin kısa sürede ortadan kaldırılması çok daha zor bir süreç olarak karşımızda durmaktadır (Hayden ve Gough, 2010). Suçun manevi yaralarının sarılması hedefine yönelik onarıcı adalet taraflar arasında “sulh”un oluşturulmasını önermektedir (Zehr, 1990). Zira aralarında sulh oluşmuş taraflar birbirlerinden “emin” olabileceklerdir ki, bu manevi yaraların sarılmasında kritik bir adım olarak değerlendirilir. Onarıcı adalet süreci içerisinde gönüllülük prensibiyle öncelikle failin sorumluluğu kabulü ve pişmanlığı, ardından mağdurun bu pişmanlık ve özre karşılık olarak faili dinlemeyi kabul etmesiyle diyaloga geçmesi, daha sonra tarafların empati yaparak birbirlerini anlamaya çalışması neticesinde bir plan üzerinde mutabakata varması gerçek sulhun oluşmasını sağlayabilecektir. Dolayısıyla, failin özür dilemesine, pişmanlığına ve gönüllü olarak suçun sorumluluğunu kabul etmesine şahit olan mağdur, bundan sonraki hayatında bir daha aynı kişiden aynı mağduriyeti yaşamayacağı konusunda risk algısını minimum seviyeye inebilir. Bütün bu duygular içerisinde mağdur faili affedebilir. Bu durumda faili mânevi olarak sürekli meşgul edecek bir yükten kurtulması da sözkonusu olabilecektir (Hayden ve Gough, 2010). Mağdur yeniden mağduriyetin riski ve stresinden uzak bir hayata devam edebilme şansını yakalayabilecektir. Benzer şekilde, gönüllü olarak sorumluluğu kabul eden ve pişman olması neticesinde mağdurdan kabul gören, klasik ceza adaleti yargılaması içine girmeyerek damgalanmayan fail de kendini düzeltme ve yenileme bakımından önemli bir fırsat elde etmiş olur (Braithwaite, 1989). 123





Onarıcı adalette sürece katılan tarafların birbirlerine saygı duyması ve önemsemesi söz konusudur. Bu çerçevede, sürece samimi pişmanlığı ile katılmayı kabul eden failin şahsiyeti kötülenmez; tam tersine yıkım doğuran eylemin kendisine yoğunlaşılır ve kınanacaksa bu eylem kınanır, failin kendisi ve şahsiyeti rencide edilmez (Umbreit, 2000; Cunneen ve Hoyle, 2010). Failin iyi tarafları ön plana çıkarılır. Birleştirici bir utanma hissinin yolu açılır ve bu duygu sonuçta failin toplumla yeniden bütünleşmesine yardımcı olur. Toplumdan kopmaya sebebiyet verebilecek bir damgalanma durumunun ortaya çıkmaması için çaba sarf edilir (Braithwaite, 1989). Onarıcı adalet süreci mağduriyetlerin öncelikli olarak ortadan kaldırılması hedefine kilitlendiği için (Van Ness ve Strong, 2010) mağdur sürecin merkezinde yer almaktadır. Mağdurun kendisini ifade etmesine ve yaşadığı mağduriyetin tüm boyutları ile onda nasıl etkiler bıraktığı konusunda kendisini ifade etmesine imkan sağlanır. Onarıcı adalet süreci başarı ile sonuçlanıp taraflar suçun doğurduğu yaraların sarılması hususunda ortak bir plan üzerinde anlaştıklarında, aralarındaki kin ve öç alma duyguları da ortadan kalkabilecek, birbirini tetikleyen bir çatışma sürecine son verilebilecektir. Ancak bu şekilde çatışmayla (suçla) ilintili her kesim (fail, mağdur ve toplum), geleceğe daha güvenle bakabileceklerdir (Sherman ve Strang, 2007). Onarıcı adalet içerinde cereyan eden süreçlerin bir sonucu olarak taraflarda oluşan öfke kontrol edilebilir limitlere çekilebilecektir (Uludag, 2011). Onarıcı adalet ve bu çerçevede geliştirilen uygulamalar geleneksel ceza adalet sistemlerine önemli bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönü itibariyle, onarıcı adalet devreye girdiği durumlarda geleneksel ceza adalet sistemi üzerindeki iş ve dosya yükü ciddi manada azalabilecektir. Adalet süreci hızlanacak ve vatandaş memnuniyetine olumlu katkı sağlanabilecektir (United Nations Office on Drugs and Crime, 2006) Onarıcı adalet süreci içerisinde geleneksel ceza adalet sistemlerinin en önemli infaz yöntemi olan hapis cezasından ziyade (U.S. Department of Justice, 2012) fail ve mağdurun karşılıklı mutabakat içerisinde olmaları kaydı ile suçun doğurduğu yaraların sarılmasına yönelik, içerisinde af edilmek dâhil çok çeşitli seçenek yaptırımlar üzerinde anlaşma ihtimali mevcuttur. Onarıcı adalet uygulamalarının bu durumu failin hapishanelere düşmesini ve hapishane ortamıyla birlikte gelen ve failin rehabilite edilmesini ciddi manada engelleyen, damgalanma, diğer suçlularla temas halinde suçlu alt kültüyle tanışma, suç işleme tekniklerini ve suçu mazur gösterecek mantık tekniklerini öğrenme (Sutherland ve Cressey, 1978), fiziki ve psikolojik şiddete maruz kalma, topluma uyumsuzluk, damgalanma neticesinde hapis sonrası normal hayata devam edememe gibi birçok olumsuzluktan uzak kalmasını sağlayabilecektir (Bailey, 2007). Hapis cezasını devre dışı bırakması ile onarıcı adalet sadece hapse giren failin değil aynı zamanda o failin bakmakla yükümlü olduğu eş, çocuk ana baba gibi aslında suçla ilgisi olamayan kişilerinde ayrıca mağdur olmasını engelleyebilecektir (Uludağ, 2011).

124





Tablo 8.1: Adalet Paradigması-Eski ve Yeni

Cezalandırıcı Adalet Suç kanunların ihlalidir Geçmişe odaklıdır. Suçlama ve cezalandırma esastır Çatışmacı ilişki ve kuralcı/prosedürel işleyiş Cezalandırmak ve caydırmak için acı içeren uygulamaların tatbiki Adalet: kastın tespiti ve kuralların uygulaması olarak tarif edilmektedir Suçun kişiler arası yönü bastırılmış ve belirsizleştirilmiş: Çatışma kişinin devlete/devletin düzenine karşı eylemi olarak görülmekte

Onarıcı Adalet Suç hak ihlalidir, yaralanma ve yıkımdır Geleceğe odaklıdır, sorumlulukların kabulü problemlerin çözümü, yaraların sarılması esastır Diyalog, görüşmeci/müzakereci işleyiş Her iki tarafı onarmak için zararın giderilmesi; uzlaşma/sulhun temini Adalet: İlişkilerin düzeltilmesi ve zararın giderilmesi olarak tarif edilmektedir Suçun kişiler arası yapısı ön plana çıkarılmıştır

Sosyal bir yaralanma başka bir sosyal yaralanma ile yer değiştirmektedir Devre dışı bırakılan toplum belli belirsiz devlet tarafından temsil edilmeye çalışılmaktadır Çekişmeci ve bireyci yaklaşım desteklenmektedir Hareket devletten faile doğrudur; mağdur göz ardı edilmiştir, fail pasif durumdadır

Sosyal yaralanmanın tamiri için uğraşılmaktadır

Failin sorumluluğu cezayı çekmektir

Suç fiili tamamıyla hukuki terimlerle tarif edilmiştir. Eylemin ahlaki, sosyal, ekonomik ya da politik boyutları göz ardı edilmiştir. Sorumluluk devlete, onun koyduğu düzene karşıdır. Topluma değil Failin geçmiş hareketlerine bakarak reaksiyon gösterilmektedir Suçun açtığı manevi yara kaldırılmamaktadır Pişmanlık ve af dileme için bir motivasyon yoktur Süreç aracı profesyonellerle yürütülmektedir

Onarıcı sürece toplum kolaylaştırıcı olarak dahil olmaktadır Mukabele/karşılıklılık anlayışı desteklenmektedir Problemin ve çözümün ortaya konmasında hem failin hem de mağdurun rolleri tanınınmış ve önemsenmektedir. Mağdurun hakları ve ihtiyaçları tanınmaktadır, fail sorumluluğu kabul etmesi için cesaretlendirilmektedir Failin sorumluluğu yaptığı eylemin sonuçlarını ve etkilerini anlama, zararın ortadan kaldırılması için önerilerde bulunmak, adım atmaktır Suç fiili ahlaki, sosyal, ekonomik vb. tüm boyutları hesaba katılarak anlaşılmaya çalışılmıştır Sorumluluğun mağdura karşı olduğu prensibi benimsenmiştir Failin eyleminin yaralayıcı sonuçlarına bakarak reaksiyon gösterilmektedir Suçun açtığı manevi yara onarıcı süreç ile kaldırılmaktadır Süreç pişmanlık ve af dileme için fırsatlar sunarak teşvik etmektedir Taraflar direkt olarak süreçte söz sahibi olmaktadırlar

(Kaynak: Woolford, 2009: 49)

Geleneksel ceza adalet sistemlerinde yaşanan temel sorunlar nelerdir? Araştırarak tartışınız.

Neden Onarıcı Adalet Kavramı Tartışılmaya Başlanmıştır? Ülkemiz ceza adalet sistemi dâhil dünyada birçok ceza adalet sistemini şekillendiren cezalandırıcı adalet anlayışının suçun doğurduğu yaraların sarılması, adaletin yerine getirilmesinde tarafların memnun ve tatmin edilmesi, kişiler arası ve toplumsal barışın teminini, sulhun sağlanması, suç işleyen kişilerin toplumla yeniden entegrasyonu ve mükerrer suçluluğun önlenmesi konusundaki yetersizlikleri, zayıflılıkları ve sınırlılıkları bunun da ötesinde mevcut sistemin bizatihi kendi yapısının neden olduğu olumsuzluklar ve problemler yeni bir ceza adaleti paradigması olan onarıcı adalet anlayışının gerek sahadaki pratisyenler, gerek ceza adaleti alanında bilimsel faaliyet gösteren akademisyenler gerekse 125





politika yapıcılar tarafından bir alternatif olarak tartışılmasına sebebiyet vermiştir (Marshall, 1999). Onarıcı adalet felsefesinin neden bir alternatif olarak tartışıldığı ya da tartışılması gerektiğinin daha iyi anlaşılması için mevcut sistemin felsefi temellerini, sınırlılık ve problemlerinin ortaya konması gerekmektedir. Mevcut ceza adalet sistemini şekillendiren felsefi yaklaşım Klasik Okul düşüncesidir. Bu yaklaşıma göre, rasyonel varlıklar olan insanlar iradi olarak, yani kar zarar hesabı yaparak suç işlerler. İnsanlar hedonisttir, yani kendi çıkarları ve zevkleri için yaşarlar onları olabildiğince tatmin etmenin yolunu ararlar. Bu amaca yönelik, suç olarak tarif edilen bir eylemi yapmadan önce risk değerlendirmesi yaparak eylemin getirisi ve götürüsü üzerine hesap yaparlar. Getiri fazla ise eylem gerçekleştirilir tersi bir durumda fatura daha ağır olacağından suç olan eylem işlenmez (Dolu, 2009). Bundandır ki geleneksel ceza adalet felsefesi kişilerin suç işlemesinin önlenmesi için suç eylemine bağlı olarak çıkacak faturanın faydalardan daha ağır basmasının sağlanması gerektiğini ifade etmektedir (Cornish ve Clark, 2003). Bununda en iyi yolu etkin cezalandırmadır. Cezalar vasıtasıyla insanların suç işlemekten cayacakları varsayılır (Einstadter ve Henry,1995). Suç işleyen ve cezalandırılan kişi bir daha aynı suçu işlemeyecektir. Suç işlemiş ve cezalandırılmış kişileri gören diğer toplum üyeleri de benzer suçları işlemekten vazgeçeceklerdir (Dolu, 2009). Dolayısıyla, geleneksel ceza adalet sistemin temelini oluşturan iki kavramın cezalandırma ve caydırma olduğu söylenebilir. Cezalandırarak caydırmak ve böylece failleri suçtan alıkoymak rehabilite etmek (!) olarak değerlendirilmektedir. Sistem bu amaca yönelik şekillenmekte ve işlemektedir. Bu anlayışa göre işlenen suçların ilk ve asıl mağduru devlet ve onun koyduğu yasal düzendir dolaysıyla suçluları cezalandırma esas itibariyle devletin hakkı ve görevidir. Cezalandırma vasıtası ile devlet ayrıca mağdurun da öcünü almaktadır (Beccaria, 1963). Bu sistemin temel cezalandırma aracı hapishanelerdir (Kızmaz, 2007). Buralarda suç işleyen kişiler özgürlüklerinden yoksun bırakılmak sureti ile cezalandırılırlar. Adalet süreci suçun meydana çıkması ile başlar ve failin cezalandırılması ile son bulur. Dolayısıyla sistem geçmişe odaklanarak işler. Gelecek, sistemin ilgi alanı dışındadır (Zehr, 1985). Yargılamada keyfilik olmamasını öngören bu sisteme göre yazılı kurallar ve prosedürler takip edilerek yargılama yapılmalıdır. Cezalar insani olmalı, ölüm cezası kaldırılmalıdır (Beccaria, 1963). Teorik olarak rasyonel olan insanları, cezaları gerektiği kadar ağırlaştırıp tatbik etmek sureti ile suç işlemekten alıkoyacak ve mağdurun öcünü alacak olan geleneksel ceza adalet sistemi hangi sebeplerden dolayı insanları tatmin edememiş ve yeni bir paradigma olan onarıcı adalet yaklaşımının tartışılmasına ve daha popüler hale gelmesine yol açmıştır? Bu sorunun cevabı olarak öncelikle diyebiliriz ki geleneksel ceza adalet sistemi daha en başta kendi yapısını ayakta tutan ana argümanlarının gereklerini tam yerine getirmede zafiyetler içerisine düşmüştür ki bu ana argüman sistemin caydırıcılığıdır1. Çok özetle söyleyecek olursak geleneksel ceza adalet sisteminin hedeflediği caydırıcılığın olabilmesi için şu üç şartın aynı anda gerçekleşmesi gerekir (ki bu üç şart aynı anda gerçekleşse dahi caydırıcılık yine de sınırlıdır): kesinlik, hızlılık ve şiddetlilik (Dolu ve Büker, 2009). Yani, cezaların caydırıcı olabilmesi için öngörülen cezaların her ne surette olursa olsun suçu işleyene mutlak surette tatbik ediliyor olması gerekmektedir. Yine suçun karşılığı olan bu cezanın en kısa süre içerisinde tatbik ediliyor olması şarttır2 ve son şart olarak suçun karşılığı olan ceza yeteri kadar şiddetli olmalıdır. Dahası, bu üç şart aynı anda sağlanmalıdır. Bu şartlardan birinin eksikliği caydırıcılığı ciddi ölçüde zayıflatacaktır (Dolu, 2011:103). Geleneksel ceza adalet sistemlerinin ağır iş yükü, personel eksikliği, buna bağlı olarak yargılama sürelerinin uzunluğu, zaman aşımı süreleri, genel ve özel aflar, dokunulmazlıklar, cezaların yetersizliği göz önüne alındığında ülkemizde dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde ceza – adalet sistemlerinin idealden uzak bir caydırıcılığa sahip olduğunu söyleyebiliriz (Dolu, Büker ve Uludağ, 201).

 1

Geleneksel ceza adalet sisteminin caydırıcılığını çok yönlü olarak inceleyen ve Dolu ve Büker tarafından yazılmış (2011) “ Caydırıcılığın Sınırları: Caydırıcılık Eksenli Suç Önleme ve Mücadele Politikalarına Eleştirel Bir Yaklaşım” başlıklı makale incelenebilir. 2 Suçun işlenme zamanı ile cezanın tatbik zamanı arası ne kadar açık olursa caydırıcılığın o derece az olacağı tartışılmaktadır.

126





Geleneksel ceza adalet sisteminin üzerine dayandığı ana kavram caydırıcılığın oluşmasında bu üç şartın eksiksiz ve etkin bir şekilde sağladığını varsaysak bile insanın rasyonelliğinin sınırlı oluşu sistemin temel fonksiyonu olan caydırıcılığı olumsuz etkileyecektir. Zira insanlar mutlak surette rasyonel değillerdir. Yani, her zaman kar zarar hesabı yaparak hareket etmezler. Dolayısıyla bu tür durumlarda cezaların çok ağır olmasının, cezaların çok hızlı tatbik edilmesinin ya da cezalardan kaçma imkanının bulunmayışının suçları önleme noktasında çok büyük bir etkisi olmayacaktır. Çünkü çoğu zaman insanlar yaptıkları eylemin ne sonuçlara varabileceğini tam olarak hesap etmeden hareket etmektedir. Öfke ve hislerinin etkisinde kalan insanlar cezası her ne olursa olsun suç işlemekten geri durmamaktadır. Özetle bu durumlarda da geleneksel ceza adalet sisteminin ana hedefi olan caydırıcılık yerine gelmeyecek ve insanlar suç işlemeye devam edecektir (Dolu ve Büker, 2009). Günümüzdeki genel trendin bu yönde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Onarıcı adalet uygulamaları ile ulaşılmaya çalışılan amaçlar nelerdir? Araştırarak tartışınız.

Onarıcı Adalet Uygulamaları Nelerdir? Onarıcı adalet uygulamaları çeşitli isimler altında uygulama alanı bulmaktadır ancak hangi uygulama olursa olsun onarıcı adalet felsefesinin temel karakteristiklerini yansıtmaktadır ve hemen hemen tamamında birbirine benzer süreçler devam ettirilmektedir. Bu uygulamalara geçmeden önce onarıcı adalet sürecinin genel hatları ile ortaya konulması spesifik uygulamaların anlaşılması bakımından faydalı olacaktır. Buna göre, onarıcı adalet sürecinin başlamasında duygular ve niyetler oldukça önemli bir yere sahiptir (Hayden ve Gough, 2010). Zira onarıcı adaletin tarifinde de bahsedildiği üzere sürecin başlatılabilmesi için tarafların gönüllü olduklarını ve katılım için niyetlerini ortaya koymaları gerekmektedir (Zehr, 1990). Bir suç mağduriyeti meydana geldiğinde suçun türü, fail ve mağdurun özeliklerine göre dosya geleneksel yargılama süreci içerisine girmeden önce (veya bazı durumlarda ve uygulamalarda geleneksel sisteme girdikten sonra) taraflar belirlenen onarıcı adalet uygulamasına katılmaya davet edilirler. Sürece katılım gönüllü olması gerektiğinden davet esnasında daveti yapan kişi sürecin nasıl işleyeceği, süreç esnasında ve sonunda ne tür faydalar ve avantajlar elde edileceği gibi konulardan bahsederek tarafları sürece katılmaya özendirebilmelidir. Bu davet neticesinde sürece katılıp katılmamada nihaî karar fail ve mağdura ait bulunmaktadır. Bütün davetlere ve sürecin getirebileceği avantajlara rağmen taraflardan biri ya da her ikisi onarıcı adalet uygulamasına katılmamayı tercih edebilir. Bu durumda süreç hiç başlamaz ve dava geleneksel ceza adalet sisteminin usulleri dâhilinde görülür (Belgrave, 1996). Davete olumlu yanıt veren failin işlemiş olduğu suçu kabul etmesi ve suçun sorumluluğunu üstlenmesi beklenilir. Suçun sorumluluğunun fail tarafından kabul edilmeyişi sürecin başlamasının önünde bir engeldir. Sürecin başlayabilmesi için failin sorumluluğunu gönüllü olarak kabul etmesi gerekmektedir (Marshall, 1999). Bu aşamalardan sonra, mağdura yakın olan kişilerin de sürece gönüllü olarak katılmalarına yönelik davet yapılabilir. Hatta bazı durumlarda, polis, avukat, hâkim gibi geleneksel yargılama sisteminde rol alan aktörlerin de sürece davet edilmeleri söz konusu olabilir (Bazemore ve Umbreit, 2001). Daha sonra, taraflara sürecin nasıl işleyeceği konusunda bilgilendirme yapılır ve spesifik onarıcı adalet uygulamasının yapılabileceği yer ve zaman dilimleri üzerinde mutabakata varılmaya çalışılır. Bütün bu aşamaların gerçekleştirilmesinde moderatürler önemli görevler yüklenirler. Moderatörün desteği ve aracılığı ile yer ve zaman konusunda ortak bir karara varılmaya çalışılır. Yer ve zamanın belirlenmesinde esnekliğe özen gösterilir. Yer ve zaman belirlendikten sonra, onarıcı adalet uygulamasının türüne göre bazen sadece fail ve mağdur bazen de onlara ilaveten tarafların yakınları, toplum temsilcileri ve kamu görevlileri de sürece gönüllü katılım sağlarlar (United Nations Office on Drugs and Crime, 2006).

127





Günü geldiğinde önceden belirlenen mekânda taraflar bir moderatör nezaretinde bir araya gelirler. Moderatör öncelikle gelen kişilere iyi bir karşılama yapar, neden orada bulundukları ve sürecin amacı konusunda bir konuşma yapar. Bazı durumlarda manevi bir hava oluşturmak amacı ile çeşitli argümanlar konuşma konusu yapılabilir. Moderatör sürecin nasıl işleyeceği konusunda uyulması gereken usul ve kurallardan bahseder. Akabinde taraflara söz hakkı vererek süreci yönlendirmeye başlar. Kendisine söz verilen mağdur suçun kendisini nasıl etkilediğini, hangi acılara ne seviyede sebep olduğunu, suç hakkında söylemek istediklerini tüm içtenliği ile serbestçe dile getirir. Söz verilen taraf düşünce ve duygularını ifade ederken diğer taraflar o kişiyi sabırla ve saygı ile sözünü kesmeden dinlerler. Eğer görüşmede mağdur yakınları var ise onlar da benzer şekilde duygu ve düşüncelerini dile getiriler. Kendisine söz verilen fail de işlemiş olduğu suçtan dolayı samimi pişmanlığını dile getirir ve özürlerini sunar (Umbreit ve Zehr, 1996). Suç hakkında ne düşündüğünden ve kendisini suça iten sebeplerden bahseder. Karşılıklı olarak tarafların birbirlerini gözlemlemeleri ve düşünce ve duygularını paylaşabilme imkanı yaratılmış olur (United Nations Office on Drugs and Crime, 2006). Gerçekleşen bu sürecin amacı tarafların birbirlerini anlayarak suçun doğurduğu yaraların sarılmasına yönelik ortak bir yol haritası belirlemeleridir. Bu yol haritasının belirlenmesinde tarafların (mağdur, mağdur yakınları, fail, fail yakınları, toplum temsilcileri) düşünce ve önerileri önem arz etmektedir. Yol haritasının ya da telafi planının belirlenmesine yönelik gerekirse görüşme birden fazla tekrarlanabilir. Süreç sonunda ortak mutabakat olmak kaydı ile herhangi bir seçenek ya da seçenekleri içerecek bir plan ortaya çıkabilir. Bu plana failin mağdur tarafından af edilmesi de dâhildir. Zaten sürecin taraflara gösterdiği nihaî hedef failin tüm samimiyetiyle suçu kabulü ve özrünü iletmesi ve hatasını telafi etmek için hazır olduğunu karşı tarafa iletmesi, failin bu halini gören mağdurun faili affetmesidir. Bu ideal hedeflere her zaman ulaşılamayabilir ancak yinede bir plan üzerine mütabakata varılmaya çalışılır. Karşılıklı diyalog süreci olması gibi gitmediğinde ya da suistimal edildiği gözlemlendiğinde sürecin herhangi bir aşamasında fail, mağdur ya da moderatör tarafından görüşme kesilebilir ve geleneksel ceza adaleti yargılamasına dönülebilinir (Bowen ve Boyack, 2003). Üzerinde mutabık kalınan plan moderatör ve taraflar tarafından yazılı hale getirilerek imza altına alınır (Morris veMaxwell, 1998). Bu aşamadan sonra planda belirtilen zaman dilimleri içerisinde tarafların yapmaya söz verdikleri sorumluluklarını yerine getirmesi beklenilir. Planın ne derece tam ve sağlıklı uygulandığı moderatör tarafından ilerleyen vakitlerde denetlenir. Bu amaca yönelik gerekirse ek görüşmeler organize edilebilir. Herşey üzerinde mutabakata varılan plan dâhilinde bitirildiğinde süreçte tamamlanmış olur. Ancak tarafların planda öngörülen sorumluluklarını yerine getirmediği saptandığında dosya geleneksel ceza adaleti mekanizmasına yönlendirilir (Morris veMaxwell, 1998). Yukarıda genel olarak bahsedilen hususlar herhangi bir onarıcı adalet uygulamasında cereyan edecek ya da etmesi gereken sürece ait olup, onarıcı adalet uygulamasının çeşidine göre farklılıklar gösterebilir. Yukarıda ifade edilen genel prensipler ve işleyiş çerçevesinde oluşturulmuş ve kullanılan çeşitli onarıcı adalet uygulamaları mevcut bulunmaktadır. Bunlardan en çok bilineni ve belki de en çok uygulamaya konulanı fail-mağdur konferanslarıdır. İsminden de anlaşılacağı üzere sürecin asıl tarafları suçun ya da çatışmanın direkt tarafları olan fail ve mağdurdur (Van Ness ve Strong, 2010). Bununla birlikte bazı durumlarda fail ve mağdurun annesi, babası, kardeşleri, diğer yakınları ve komşuları gibi diğer toplum üyeleri de sürece dâhil olabilirler. Ancak esas olan fail ve mağdurun konferansa iştirak etmesidir. Çatışma ya da suç mağduriyetinin açığa çıkmasıyla birlikte fail mağdur konferansına başlamak için adım atılabilir. Esas olan konunun geleneksel ceza adalet sistemi ve mentalitesi içerisine girmeden onarıcı adalet felsefesinin hâkim olduğu bir platforma yönlendirilmesidir. Bu yönlendirme ülkeden ülkeye değişmekle birlikte bazen polis, bazen savcı bazen de mahkeme tarafından yapılabilmektedir. Bu çerçevede, suçun ve tarafların niteliğine göre fail ve mağdur anlaşmazlığın çözümü ve mağduriyetlerin giderilmesi için konferansa davet edilir (Marshall, 1999). Failin suçu ve sorumluğu kabulü yine failin ve mağdurun sürece katılım için gönüllüklerini ifade etmeleriyle birlikte bir moderator eşliğinde konferansa başlanır (Van Ness ve Strong, 2010). Daha öncesinde konferans için ciddi bir ön hazırlık yapılır. Bu amaca yönelik moderatör her iki tarafla diyaloğa geçer ve ön bilgilendirme yapar. Akabinde konferansın nerde ve ne zaman olacağı husunda tarafların görüşlerini alarak ortak bir karar çevresinde yer ve zamanın 128





belirlenmesini sağlar. Günü geldiğinde fail ve mağdur (ve bazı durumlarda yakınları) bir araya gelirler. Moderatör sürecin sağlıklı geçmesi için gerekli tedbirleri alır ve süreci yönetir (United Nations Office on Drugs and Crime, 2006). İlk olarak mağdur, mağduriyetinin maddi ve manevi boyutlarını ortaya koyan bir konuşma yapar. Daha sonra onarıcı felsefesi gereği fail özrünü ve pişmanlığını içeren, suç hakkında ve suçun doğurduğu yaraların sarılması hususunda ne düşündüğünü ortaya koyan bir konuşma yapar. Taraflar birbirlerini saygı ile dinlerler. Daha sonra yaraların nasıl sarılması gerektiği hususunda ortak bir plan üzerinde anlaşmaya varırlar. Telafi planının nasıl olacağı, kapsam ve sınırları konusunda belirleyici olan fail ve mağdurun kendileridir. Üzerinde uzlaşılan plan kayıt altına alınarak taraflarca imza altına alınır ve anlaşıldığı gibi tatbik edilmesi için moderatör tarafından denetlenir (U.S. Department of Justice, Office of Justice Programs, 2000). Anlaşmaya uyulmazsa, fail mağdur konferansı başarıyla tamamlanmamış olacağından dosya geleneksel ceza adalet sistemine havale edilir. Konferans yönteminin kullanıldığı suç türleri daha çok, hafif nitelikte, olan gençler ve çocuklar tarafından işlenen suçlardır. Basit hırsızlık, kavga, mala zarar verme, trafik suçları ve benzeri hafif suçlar bu çerçevede değerlendirilebilir. Konferans yöntemi birçok ülkede uygulanmakla birlikte ilk defa 1976 yılında Kanada’nın Ontrio Eyaletinin Kitchener şehrinde geliştirilmiş ve uygulanmıştır (Peachey, 1989). Bu tarihten itibaren daha popüler bir onarıcı adalet uygulaması haline gelen fail mağdur konferansları Kanada’nın diğer kısımlarına, Amerika Birleşik Devletlerine3 ve dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır (Peachey, 1989). Maalesef ülkemizde böyle bir sistem bulunmamaktadır. Bir diğer onarıcı adalet uygulaması da aile-grup konferanslarıdır. Esas itibariyle bu çeşit onarıcı adalet uygulamaları da konferans metodu üzerine şekillense de sürece, ailenin çok daha aktif bir şekilde iştirak etmesi uygulamanın esas ayırt edici özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır (Marshall, 1999). Aile-grup konferansları da onarıcı adalet felsefesinin ana prensiplerini ihtiva etmektedir. Aile-grup konferanslarının bir kurum halinde ortaya çıkışı ilk defa 1989 yılında Yeni Zelanda’da olmuştur (Hudson vd., 1996). Belirtilen tarihte Yeni Zelanda hükümeti bir yasa çıkararak4 bir kısım suçların gençler ve çocuklar5 tarafından işlendiğinde geleneksel ceza yargılaması usullerinden çıkarak (diversion) öncelikli ve ilk seçenek olarak aile-grup konferansını denemeyi yasal bir prosedür haline getirmiştir. İlk olarak Yeni Zelanda’da kurumsal olarak kendisine uygulama sahası bulan aile-grup konferansları özellikle genç ve çocukların işlediği suçlar açısından Amerika Birleşik Devletleri, İsveç, Kanada gibi dünyanın değişik ülkeleri tarafından da denenmeye başlanmıştır (Van Ness ve Strong, 2010). Fail-mağdur konferanslarında da olduğu gibi suç eylemi vuku bulduktan sonra tarafların (fail-mağdur ve aileleri) yapılan katılım teklifini gönüllü kabul etmeleri ile birlikte aile-grup konferansları başlar. Sürece fail ve fail yakınları, mağdur ve mağdur yakınları, toplum üyeleri (mesela komşular gibi), esas aktör olmamakla birlikte polis temsilcisi, yerine göre avukat ve sosyal çalışmacı gibi diğer resmi görevliler de dâhil edilebilir (Morris ve Maxwell, 1998). Belli başlı onarıcı adalet uygulamalarında da olduğu üzere sürecin ön hazırlığından, başlatılmasına daha sonra idaresinden sonuçlandırılmasına ve alınan kararların takibinin yapılmasına kadar tüm aşamalarında moderatör önemli bir rol oynamaktadır. Başlatılmasına karar verilen aile-grup konferansının nerede yapılacağı, ne zaman yapılacağı hususunda tarafların görüşleri ve istekleri belirleyici olmaktadır (Levine, 2000). Bu aşamada esneklik önemlidir. Önemli olan taraflar arasında fikir birliğinin oluşu ve sürecin en rahat ve verimli geçebilmesi için gerekli olan zeminin olabildiğince uygun ve hazır hale getirilmesidir.

 3

Restorative Justice Online verilerine göre 2011 yılı itibariyle sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan fail mağdur konferansı uygulaması 400’ün üzerindedir. 4 Çocuklar Gençler ve Aileleri Hakkındaki Kanun/The Children, Young Persons and their Families Act 5 Özellikle 14-16 yaş arası çocuklar 129





Tarafların bir araya gelmesiyle başlayan süreç içerisinde esas olan özür ve pişmanlığı ile birlikte failin suçun sorumluğunu kabul etmesidir (Marshall, 1999). Bununla birlikte, failin yakınlarının ve hatta toplum temsilcilerinin suçun oluşmasında kendi sorumluluklarını ifade etmeleri6 ve bu yönde konuşma yapmaları beklendik bir davranıştır. Aile yakınlarının işin içinde olması, failin onların önünde suç hakkında düşüncelerini dile getirmesi ve çözüm önerme ve kendini düzeltme konularında ailenin cesaretlendirici destekleri Braithwaith’in kavramsallaştırdığı “birleştirici utanmanın” oluşmasında ve failin aynı suçu bir daha işlememesinde önemli bir rol oynayabileceği tartışılmaktadır (Braithwaite, 1989). Aile-grup konferansı içerisinde cereyan eden diyalog süreci suç neticesinde mağdurun ne denli yaralandığı ve acı çektiğinin, diğer taraftan failin ne surette ve neden o suçu işlediğinin/ya da suça itildiğinin anlaşılması açısından önemli bir fonksiyon yerine getirmektedir. Bu diyalog sürecinde mağdur kafasında suçla ilgili soruların cevabını bulabilir, duygularını ve acılarını ifade etme şansı yakalar, failin sorumluluğu kabulünü ve özrünü alır, suçun yaralarının nasıl ve ne şekilde sarılması gerektiği hususunda düşüncelerini dile getirir. Beklenilen tüm taraflar gibi mağdurunda aile-grup konferansına bizzat iştirak etmesidir ancak, programın uygulanmasına rıza göstermekle beraber mağdurun bizzat toplantılara katılmaması sürecin devamı ve tamamlanması için bir engel teşkil etmez (Van Ness ve Strong, 2010). Konferans esnasında mağdur başta olmak üzere tüm taraflara saygı duyulur ve konuşmaları dinlenilir. Failin şahsiyeti değil kötü davranışı kritik edilir. Yani damgalayıcı tutumlardan kaçınılır. Süreç sonunda suçun doğurduğu yaraların sarılması hususunda esas söz faile, ve ailesine bırakılır (Lupton, 1998). Bu aşamada diğer katılımcılar belirleyici rol oynamazlar. Taraflar üzerinde mutabık kaldıkları herhangi bir planı kabul edebilirler (Morris ve Maxwell, 1998). Bunda herhangi bir kısıtlama bulunmamaktadır. Önemli olan, tarafların çözüm üzerinde hemfikir olarak rıza göstermeleridir. Daha sonra, plan moderator tarafından yazılı hale getirilir ve tarafların imzasına sunulur. Planın tatbikinden taraflar sorumlu olmakla birlikte takibi moderatör tarafından yapılır. Planın ihlali sürecin tamamlanmaması ve geleneksel ceza adaleti mekanizmasına geçişi netice verir (Morris ve Maxwell, 1998). Bir diğer onarıcı adalet uygulamasıda cezalandırıcı halka dır. Diğer onarıcı adalet uygulamaları ile kıyas edildiğinde bu uygulamanın geleneksek ceza adalet sistemi ile çok daha fazla entegre olduğu görülebilecektir. Diğer bir ifade ile, sanki geleneksel yargılama onarıcı adalet prensipleri doğrultusunda yeniden yapılmaktadır. Zira bu uygulamada geleneksel yargılamın aktörleri olan hâkim, savcı, avukat ve polis gibi unsurlar da onarıcı adalet prensiplerine göre işleyecek olan sürece dâhil olmaktadırlar (Bazemore ve Umbreit, 2001). Cezalandırıcı halka uygulamasına, diğer uygulamalarda olduğu gibi, fail ve ailesi, mağdur ve ailesi, toplum temsilcileri ve yukarıda saydığımız adalet sistemi çalışanları katılmaktadır. Bu uygulama basit nitelikteki suçlardan ziyade daha ağır sonuçları olan suçlar için tercih edilmektedir. Zira ön hazırlık, tatbik ve takip açısından cezalandırıcı halka uygulaması oldukça detaylı planlama ve emek isteyen bir onarıcı adalet modeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundandır ki basit nitelikteki suçlar için diğer onarıcı adalet modelleri daha uygulanabilir ya da uygulaması daha pratik olarak değerlendirilmektedir (Wilson vd., 2002). Belirli suçların işlenmesinden sonra, mesela soygun, darp, ihmal neticesinde ölüme sebep olma ve benzeri, adalet sistemi önüne gelen dosya cezalandırıcı halka uygulamasına havale edilebilir (Wilson vd., 2002). Bunun için tarafların gönüllü olmaları şarttır. Failin talebi ve suçun sorumluluğunu kabul etmesi eşdeğerde bir gerekliliktir. Cezalandırıcı halka için sürecin başlatılmasına karar verildikten sonra moderatörü (ve varsa bu uygulamanın organizasyonundan sorumlu birimi) ciddi bir iş yükü beklemektedir (Bazemoreve Griffiths, 1997). Bu çerçevede, suçun mağduru “rahatlama çemberi” adı verilen bir ön görüşmeye alınarak süreç hakkında bilgilendirilir, rahatlatılır ve sürece hazır hale

 6

Mesela bir işyerine zarar veren gençlerin yaşadıkları toplum içerisinde, spor yapmak gibi, zamanlarını iyi alışkanlıklarla geçirebilecekleri tesis ve imkânların bulunmayışı o suçun meydana çıkmasında toplumun sorumluluğu olarak karşımıza çıkabilir. Yine, anne ve babanın çocuklarına gerekli imkanları sunmayışı, onlara yeteri kadar zaman ayırmayışı, önemsemeyişi benzer suçların oluşmasında onların sorumluluğu olarak karşımıza çıkabilir. 130





getirilmeye çalışılır. Akabinde ve benzer şekilde suçun faili de rahatlama çemberine alınarak hazır hale getirilmeye çalışılır. Failin talebi, mağdur ve fail için rahatlama çemberleri aşamaları esas cezalandırıcı halka için hazırlık niteliğindedir. Bu üç aşama geçildikten sonra cezalandırıcı halka uygulamasına geçilir (NIJ, 2012). Cezalandırıcı halkanın nerede ve ne zaman yapılacağı yine karşılıklı uzlaşı ile belirlenir. Belirlenen yer ve zamanda taraflar bir araya gelirler. Moderatör sürecin düzgün ve olması gerektiği gibi idaresinden ve yönlendirilmesinden sorumludur (Van Ness ve Strong, 2010). Katılımcı sayısı çok fazla değil ise görüşmeye geçmek için bir halka teşkil edilir. Daha çok sayıda katılımcı var ise, en iç halkada fail, mağdur ve onların aileleri, dış halkada ise diğer katılımcılar yer alırlar (McCold, 2000). Konferans başladıktan sonra onarıcı adalet prensipleri doğrultusunda fail, mağdur, onların yakınları, ceza adalet siteminin sürece dâhil olan temsilcileri suçun doğurduğu yaraların nasıl sarılacağı, sulhun nasıl tesis edileceği konusunda görüş ve önerilerini söylerler (McCold, 2000). Halkada kararlar uzlaşma ile alındığından halkaya katılan üyeler arasında bir hiyerarşinin olmadığını söyleyebiliriz. Mesela, halkada yer alan hâkim, hâkimlik sıfatını taşımakta, hâkim olmasından kaynaklanan bilgi birikimini ve görüşlerini sürece yansıtmakla birlikte halkadaki diğer kişilerden birisi gibi muamele görmektedir. Diğer resmi sıfata haiz görevliler için de aynı şeyi düşünebiliriz. Süreç sonunda failin işlediği suç eylemine karşı ne tür bir reaksiyon verileceği, suçun oluşturduğu yıkımın nasıl sarılacağı konusunda ortak bir karara varılarak bu karar plan şeklinde yazılı hale getirilir ve halkada yer alan hâkime sunulur. Ortaya çıkan plan geleneksel yargılamada mahkemenin vermiş olduğu karar gibi değerlendirilir ve hüküm icra eder (Sherman ve Heather, 2007). İlerleyen zamanlarda üzerinde anlaşılan plan doğrultusunda sorumluluk sahiplerinin, özellikle de failin, bu sorumluluklarını zamanında ve tam olarak yerine getirilip getirilmediği denetlenir (Van Ness ve Strong, 2010). Her şey planladığı gibi gerçekleşirse süreç başarı ile tamamlanmış sayılır. Aksi bir durumda geleneksel ceza yargılaması uygulamasına geçilir. Toplum ıslah kurulları uygulana gelen bir diğer onarıcı adalet türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Denetimli serbestlik programı çerçevesinde Amerika Birleşik Devletlerinin Vermond Eyaletinde “Vermont Reparative Probation Program”(Vermond Onarıcı Denetimli Serbestlik Programı) adı altında geliştirilen ve 1994 yılında uygulamaya konan yapı toplum ıslah kurullarının en bilinen örneklerindendir (Karp vd., 2004). Bu uygulamada esas olan hafif nitelikte suç işlemiş, mesela trafik suçları, kabahatler neviden suçlar vb., kişilerin ki bunlar çoğunlukla çocuklar ve gençler olmaktadır mahkeme karşısına geldikten sonra suçun doğurduğu olumsuzlukların ortadan kaldırılması, kişinin yapmış olduğu eylemin sonuçlarını tam olarak anlaması ve bir daha aynı suçu işlememesi için hapis cezası dışında herhangi bir plan üzerinde anlaşılacağı bir alternatif sürecin işletilmesidir. Bu çerçevede hafif nitelikte suç işleyen ve hâkim karşısına gelen şahısın, az sayıda (3-5 kişi), bu konuda eğitim almış toplum temsilcilerinin oluşturduğu kurul karşısına gönderilmesine karar verilir. Kurul karşısına gelen fail suç hakkında ne düşündüğünü, suçu hangi saiklerle işlediğini anlatır. Suçla ilgili kurul üyeleri soru sorabilirler. Suçun doğurduğu yaraların sarılması, kişinin kendini düzeltmesi ve aynı suçu bir daha işlememesi için neler yapılması gerektiği gibi konular kurul üyeleri ve fail tarafından beraberce müzakere edilir. Bunun sonunda, ilgili kurul faile bir telafi planı hazırlayarak sunar. Bunu mevcut sistemimizde denetimli serbestliğe yönlendirilen kişi için uygulanacak tedbirlerin hâkim tarafından belirlenerek denetimli serbestlik birimlerine iletilmesi gibi düşünebiliriz. Eğer işlenen suçun belirli bir mağduru var ise onlarda görüşmeye davet edilebilirler ancak mağdurlar açısından sürece zorunlu katılım gibi bir durum söz konusu değildir. Fail sunulan planı gönüllü olarak kabul eder ve kontratı imzalarsa süreç tamamlanmış olur. Bundan sonra planın uygulanmasının takibi geriye kalır. Fail önerilen planı kabul etmez ise dosya geleneksel yargılama sürecine havale edilir ve hâkim yargılama yaparak cezayı tayin eder (U.S. Department of Justice, Office of Juvenile Justice and Delinquency Prevention, 2012). Onarıcı adalet modellerinin ve aralarındaki farkların çeşitli perspektiflerden kıyaslanması uygulamaların daha iyi anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Bu amaca yönelik Bazemore ve Umbreit (2001) tarafından geliştirilen ve Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan “Çocuk Adalet Bülteni (Juvenile Justice Bulletin)” ninde yayınlanan ve dört onarıcı adalet modelinin detaylı kıyaslamasının yapıldığı tablonun Türkçe uyarlaması aşağıda verilmiştir. 131





Tablo 8.2: Onarıcı Adalet Modeli Karşılaştırılması

Fail Mağdur Konferansları

Toplum Islah Kurulları

Aile Grup Konferansları

Cezalandırıcı Halka

Programın hangi tarihten buyana uygulandığı

1970 ortalarından buyana

1995’den buyana (1920’ lerden buyana uygulanan gençlik panellerinin benzeri)

Yeni Zelanda’da 1989 ve Avustralyada 1991’den buyana

Yaklaşık 1992’den buyana

Hali hazırda uygulamada olduğu yerler

Kuzey Amerika ve Avrupa

A.B.D. Vermond Eyaleti ve diğer eyaletlerin Bazı yargı ve yerleşim bölgelerinde

Avustralya; Yeni Zelanda; A.B.D. (1990’dan beri) Montana, Minessota, Pennsylvania ve bazı diğer eyaletler

Yaygın olarak Kanada’nın Yukon Eyaleti ve yine Kanada’nın diğer eyaletlerinde seyrek olarak. A.B.D.’nin Minnesota, Colorado ve Massachusetts eyaletleri

Sisteme Sevk Noktası

Çoklukla geleneksel ceza yargılamasına alternatif olarak. Denetimli serbestlik uygulaması olarak

Birdizi denetimli serbestlik seçeneğinden birisi olarak

Yeni Zelanda: Çoçuk adalet sisteminin her safhasında. Avustralya Wagga Wagga modelinde polis aşamasında. A.B.D.: Çoklukla geleneksel ceza yargılamasına alternatif olarak, Bazı durumlarda yargılama sonrası

Geleneksel ceza yargılamasına alternatif olarak ya da geleneksel ceza yargılaması yerine

Programın Kimlere Uygulandığı

Değişken olmakla birlikte, mala karşı suç işleyenler ve geleneksel ceza yargılamasına alternatif olma durumunu sağlayan suçları işleyenler. Bazı yerlerde şiddet içeren ve ciddi nitelikte suçları işleyenler (mağdurun talebi üzerine)

Denetimli serbestlik kararı ile kurullara sevk olunanlardan şiddet içermeyen suçları işleyenler.

Yeni Zelanda: Adam öldürme suçu hariç diğer tüm suçları işleyen çocuklar.

Suçunu itiraf etmiş ve düzelme niyetini ortaya koymuş kişiler. Tüm suç çeşitleri ve tüm failler, özellikle de kronik suçlular.

Programda Görev Alan personel

Moderatör

“Onarıcı Koordinatör” sıfatı ile Denetimli serbestlik görevlisi

Toplum Adalet Koordinatörü

Toplum Adalet Koordinatörü

Programın Gerçekleştirildiği Ortam

Tüm tarafların mutabık kalması şartı ile Kütüphane içinde Toplantı odası, kilise, toplum merkezi gibi tabii ortamlar

Kamu binaları ya da toplum merkezleri

Sosyal hizmetlere ait ofisler, okul, toplum hizmet binaları, bazen polise ait tesisler

Toplum merkezleri, okul, diğer kamu binaları, kilise

132





Avustralya: Wagga Wagga modelinde belli kriterler çerçevesinde polisin takdir ettiği kişilere

Uygulama Usulü

İlk sözü mağdur alır. Moderator mağdur ve faili konuşmaları konusunda cesaretlendirir. Süreç tabii gelişir belli kurallara bağlı kalınmaz

Failin sorgulanması ve ifadesinin dinlenmesinden sonra kurul kendi arasında özel görüşme yapar.

Avustralya Wagga Wagga modelinde kural gereği önce fail, sonra mağdur ve daha sonra diğerleri söz alırlar. Yeni Zelanda’da belirli bir kural yoktur. Sürece katılan aile bireylerinin özel görüşmeleri ile ve konsensüs aranarak karar tespit edilir.

Keeper adı verilen koordinatör görüşmeyi açar ve ilk olarak yargıcın yorumlarını alır. Savcı ve savunma olayın hukuki boyutunu izah ederler (ciddi nitelikte suçlar için). Sıranın kendilerine geldiğini gösterir işareti (tüy, sopa vb.) aldıklarında her katılımcı konuşma yapabilir. Konsensüs ile kararlar alınır.

Konuşmaları Yönlendiren

Moderatör

Kurul başkanı. Söz hakkı verildiğinde katılımcılar konuşabilir

Koordinatör

Keper adı verilen koordinatör konuşmayı başlatır. Sıranın kendine geldiğini gösterir işaret (tüy, sopa vb.) kendisine geldiğinde ancak katılımcılar konuşabilir.

Sürece Katılanlar (ya da Toplum)

Moderatör, mağdur, fail standart katılımcılardır. Ebeveynler sıklıkla davet edilirler. Diğerleri bazen davet edilirler.

“Onarıcı Koordinatör” sıfatı ile Denetimli serbestlik görevlisi, toplum ıslah kurulu, fail ve yakınları, mağdur (sınırlı sebeplerle). Gençlik Panellerinde formel yargılama personeli harici kişiler

Koordinatör ana katılımcıları belirler. Mağdurun ve failin yakın akrabaları davet edilir. Polis, sosyal hizmetler çalışanları ve süreci destekleyici diğer katılımcılar.

Ağır nitelikteki suçlar söz konusu olduğunda yargıç, savcı, ve savunma avukatı sürece katılır. Mağdur(lar), fail(ler) ve yakınları. Toplantılar tüm toplum üyelerine açıktır. Adalet komitesi özellikle kilit roldeki mahalle sakinlerinin katılımını temin eder.

Mağdurdan Beklenen

Mağduru olduğu suç ve etkileri üzerine duygularını ifade etmek. failin yükümlülüklerini de içeren telefi planın şekillenmesinde esas belirleyici rolü oynamak.

Sürece katılması nadiren de olsa bazı durumlarda planın oluşmasına katkı sağlar. Halihazırda failin sürece daha aktif katlımı desteklenmektedir .

Suç hakkında düşüncelerini ifade etmek. Telafi planına katkı yapmak.

Halkaya ve karar sürecine dâhildir. Hangi yakınlarının katılacağını belirlemek. Rahatlama çemberine katılım. Failin sürece katılabilmesi hususunda düşüncelerini dile getirme.

133





O.A. Uygulamasına Yönlendirenler

Mahkemeler ve diğer yapılar

Yargıç

Yeni Zelanda: Mahkemeler ve toplum adalet koordinatörleri. Avustralya ve A.B.D.: Polis ve okul yetkilileri

Toplum adalet komitesi

Geleneksel (resmi) Ceza Adalet Sistemi ile İlişki

Geleneksel (resmi) ceza adalet sistemi ile İlişkisi programın uygulanma seviyesine göre değişmektedir. Mahkemelerin iş yükünün azaltılmasına etkisi minimaldir

Programa başvurma niteliklerini taşıyan düşük risk grubundaki kişiler için denetimli serbestlik uygulamalarından bir tanesi olarak uygulanmaktadır. Programın genişletilmesi için planlar olup mahkemelerin iş yükü üzerinde etki yapması beklenmektedir.

Yeni Zelanda: Çocuk suçları açısından ana yöntem olarak uygulanmaktadır. Mahkemelerin iş yükü üzerinde büyük etkisi mevcuttur. Avustralya (Waga Waga) ve A.B.D.: Polis tarafından yönlendirilen bir süreç olup mahkemelerin iş yükü üzerindeki etkisi değişkendir. A.B.D.’de marketten hırsızlık gibi hafif nitelikli suçlar için uygulanmaktadır.

Yargıç, iddia makamı, mahkeme çalışanları cezanın tayini ve infazı gibi yetkilerini toplum ile paylaşmaktadırlar. Hali hazırda mahkemelerin iş yükü üzerindeki etkisi minimum seviyededir.

Ön Hazırlık

Genellikle fail ve mağdurla yüz yüze görüşülerek sürece hazırlanır. Bazı programlarda bu iş telefon aracılığı ile yapılır.

Kurul üyeleri hizmet öncesi eğitime tabi tutulurlar.

İlgili tüm taraflar telefonla aranarak sürece katılımları konusunda teşvik edilir ve süreç kendilerine izah edilir. Yeni Zelanda modelinde failin, ailesinin ve mağdurun ziyaret edilerek yüz yüze görüşülmesi gerekmektedir.

Görüşme öncesi fail ve mağdurla birlikte yoğun bir ön hazırlık safhası gerekir. Halkadaki süreç ve kurallar açıklanır.

Üzerinde Uzlaşılan Planın Uygulanması ve Takibi

Değişkenlik arz etmektedir. Moderatör takip işini yapabildiği gibi, denetimli serbestlik görevlisi ve/veya programda görev alan diğer görevliler de yapabilir.

Denetimli serbestlik uygulaması şeklinde takibi yapılır. Takip işini koordinatör yapar gerekirse sürecin iptali için kurula dilekçe verebilir.

Net olmamakla birlikte Avustralya (Wagga Wagga) modelinde polis, Yeni Zelanda modelinde koordinatör ve A.B.D.’de diğer görevliler planın infazını takip eder.

Toplum adalet komitesi takibi yapar. Yargıç failin öngörülen plana riayet etmesi için hapis cezasını bir seçenek olarak tutabilir.

Uygulamadan Beklenen Öncelikli Amaçlar

Mağdurun suçun etkilerini ve ihtiyaçlarını faile aktarmasına olanak tanır. Mağdur süreçten tatmin olur. Fail yaptığı eylemin

Vatandaşların karar alma sürecine katılımlarının sağlanması, fail için uygun olan onarıcı (ıslah edici) planın belirlenmesi,

Olayın gerçeklerinin açığa çıkarılması, suç olan eylemin ayıplanırken failin desteklenmesi ve olumlanması, mağdurun kayıplarının karşılanması, failin

Anlaşmazlıkların çözümü ve suçun önlenmesi konusunda toplum kapasitesinin güçlendirilmesi, ıslah edici ve onarıcı planların geliştirilmesi,

134





sonuçlarının farkına varır, mağdurla empati yapar, telafi planı anlaşması için niyetini ortaya kor ve adım atar.

yeniden suç işlenmesini önlemek amaçlı mağdurun durumunun farkına varılması, eğitim ve benzeri diğer faaliyetlerin yerine getirilmesi.

yeniden entegrasyonunun desteklenmesi. Kolektif sorumluluğun vurgulanması.

mağdurun endişelerinin ve toplum güvenliği ile ilgili konuların gündeme getirilmesi, failin ve mağdurun yakınlarının sorumluluklarının tespiti ve kaynakların belirlenmesi.

 Miers (2001: 80) daha önceki uygulamalardan ve bunların literatüre yansımasından hareketle onarıcı adalet uygulamalarının başarıya ulaşabilmesi için bir kısım prensiplerden bahsetmektedir. Buna göre, •

Reform için güçlü ve sürdürebilir bir ivmenin olması



Eyleme geçeceklerde ortak bir anlayışın/ideolojinin olması



Açık fikirliliğin ve etkin bir siyasi iradenin mevcut olması



Seçilen onarıcı adalet programının uygulanmasına yönelik formülüzasyonun ve detayların dikkatlice gözden geçirilmesi



İlgili tüm kurumlar tarafından kombine ve sürekli bir çabanın gösterilmesi



Başından itibaren araştırma temelli bir yaklaşımın benimsenmesi



Sağlam bir finansal planlama ve desteklemenin mevcut olması



Kapsayıcılık ve sorumlu bir koordinatör birim tarafından etkin bir denetimin yapılması

Uygulanması düşünülen onarıcı adalet programının başarıya ulaşma şansını ciddi olarak arttırabilecektir. Mağduru merkeze alan ve suçun doğurduğu mağduriyetlerin ve tahribatların kaldırılması ve bu yolla sulhun sağlanması olan onarıcı adalet uygulamaları bütün bu mağdur odaklı amaçlarına rağmen mağdur için riskler de taşıyabilmektedir. Şöyle ki, onarıcı adalet uygulamasına davet edilen bir mağdurun gereksiz, tramvatik ve endişeye sevk edici birçok toplantı ile bıktırılması, özellikle birbirini tanıyan küçük toplumlarda mağdurun istemediği halde çevrenin baskısı ile sürece dâhil olması, süreç boyunca mağdurun güvenliğinin sağlanmasındaki zorluklar, gerekli durumlarda gizliliğin sağlanmasındaki zorluklar, mağdurun program sonrası tekrar mağdur olma konusundaki endişe ve korkusu mağdur açısından potansiyel riskler olarak karşımıza çıkmaktadır. Herhangi bir onarıcı adalet programının adaptasyonu ve uygulamasında bahsedilen bu risklerin farkında olunması ve ona göre tedbirlerin geliştirilmesi önem arz etmektedir (United Nations Office on Drugs and Crime, 2006:66)

Sonuç Sonuç olarak onarıcı adalet uygulamaları ceza adaletinin yerine getirilmesinde önemli bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönü itibariyle, geleneksel ceza adalet sisteminin aşamadığı ya da yapısal olarak bünyesinde taşıdığı yetersizliklerin ve tıkanıklıkların aşılmasında onarıcı adalet modeli önemli bir seçenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak şu hususun altını çizmek gerekirse, onarıcı adalet uygulamalarının tartışılıyor olması ya da uygulama sahasına alınması geleneksel ceza adalet sisteminin bütünüyle devre dışı kalması anlamına gelmemelidir. Zira Onarıcı adalet felsefesine muhalif olanlar ya da onarıcı adaletin felsefi ilkelerini tam kavrayamayanlar bu modeli mevcut sistemin yüzde yüz yerine geçecek bir yaklaşım olarak sergilemektedirler. Bu tür bir yaklaşım, onarıcı adalet uygulamalarının yaygınlaşmasına değil tam tersi önünün tıkanmasına neden olabilecek niteliktedir. 135





Onarıcı adalet uygulamaları bir kısım suçlar ve bazı nitelikleri taşıyan failler açısından rahatla uygulanabilecek ve başta mağdurun yaralarının sarılması ve sulhun sağlanması adına fayda getirebilecek bir seçenek olarak sunulabilir ancak onarıcı adalet uygulamalarını tartışmasız en mükemmel yaklaşım olarak lanse etmek insanları, özellikle etkili adalet hizmeti bekleyen vatandaşları, gereğinden fazla ve gerçekçi olmayan beklentiler içerisine itebilir ki bu durumda beklenmedik bir sonucun doğması ya da istenilen neticelerin elde edilemeyişi onarıcı adalet uygulamaları açısından ciddi bir hayal kırıklığına sebebiyet verebilecektir. Bu yüzden, onarıcı adalet felsefesi ve uygulamalarını birçok faydaları içerisinde barındıran bir alternatif olarak sunmak iyidir ancak onu eksiksiz ve mükemmel bir sistem ve her şeyi ile mevcut sistemin yerine geçecek bir sistem olarak sunmak yanıltıcı olacaktır. Onarıcı adalet felsefesi ve uygulamaları önerdikleri yöntemler açısından her ülkede kolaylıkla tatbik edilebilecek yapıda değillerdir. Özellikle ülkemiz gibi Kıta Avrupası karakteri taşıyan, merkeziyetçi, bürokratik ve klasik okul ilkeleri üzerine inşa olmuş sistemlerin olduğu yerlerde onarıcı adalet uygulamalarını hayata geçirmek çok ciddi yapısal, organizasyonel, ve hukuki değişikliklerin yapılmasına bağlı bulunmaktadır. Onarıcı adalet uygulamalarının tatbikinde bu tür değişikliklerin önü açılmadan istenilen başarıya ulaşılamayacağı göz ardı edilmemelidir. Ancak, her şeye rağmen geleneksel ceza adalet sisteminin iş yükünü ciddi oranda azaltmaya, adalet hizmetlerinde mağduriyetleri daha üst seviyede gidererek vatandaş memnuniyetini sağlamaya aday bu uygulamaların ve bu yönde yapılması gereken politika değişikliklerin politika yapıcıların ajandalarında yer alması için çaba gösterilmesinin bir gereklilik olduğu tartışılmalıdır.

136





Özet Onarıcı adalet: “Bir suç mağduriyeti akabinde, suçun tarafları olan fail, mağdur, onların yakınları ve toplum temsilcilerinin, tamamen gönüllük esasına göre ve kendi rızalarıyla uygun bir zaman ve mekânda, bir moderatör eşliğinde, bir araya gelerek karşılıklı diyaloğa geçmeleri ve suçun sebep olduğu yaraların ve yıkımların telafi edilmesi, onarılması adına bir plan üzerinde mutabakata varmaları ve bu planı uygulayarak takibini yapmaları” olarak tarif edilebilir.

uygulamaya geçilir. Uygulamayı takip için ek toplantılar yapılabilir. İmza altına alınan sorumluluklar fail tarafından yerine getirilmezse konu klasik ceza yargılamasına aktarılır. Fail sorumluluğu kabul eder. Süreç içerisinde samimi pişmanlık ve özürlerini dile getirerek mağdurdan af diler ve suç aracılığı ile verdiği zararların telafisine yönelik çözümler önerir. Mağdur sürece gönüllü katılmayı kabul etmekle barış ve yaraların sarılmasına yönelik önemli bir adım atmış olur. Süreç esnasında suçun kendisi için ne anlama geldiği, kendisine neler yaşattığı, ne acılar çektirdiği, ne kayıplar oluşturduğu konusunda fail ve diğer taraflara duygu ve düşüncelerini aktarır. Faili sabır ve saygı ile dinler. Yaraların sarılmasına yönelik önerilerde bulunabilir. En ideal bir nokta olarak faili af edebilir. Gerek fail yakınları gerekse mağdur yakınları yaşanılan suç mağduriyeti hakkında düşüncelerini ifade ederler. Var ise sorumlulukları kabul ederek çözüme katkı yönünde önerilerde bulunabilirler. Benzer şekilde, toplum temsilcileri de yaşanılan suç mağduriyeti hakkında düşüncelerini ifade eder, yaraların sarılmasına yönelik öneride bulunabilirler. Eğer sürece bir kısım kamu görevlileri de katılmış ise, onlar da olayın boyutlarının anlaşılmasına yönelik izah edici ve teknik bilgileri taraflarla paylaşırlar. Moderatör ise gerek sürecin ön hazırlığında gerekse onarıcı adalet uygulaması esnasında süreci yönetir. Taraflara adil davranarak sürecin uyumlu ve onarıcı adalet ilkelerine göre ilerlemesini sağlar.

Onarıcı adalette suç kanunların çiğnenmesi sureti ile devletin otoritesinin ihlali olarak görülmekten ziyade, bir yıkım, yaralanma ve haksızlık olarak algılanmaktadır. Bu bakış açısına göre yargılama ya da adaleti sağlama devletin/kamu otoritesinin yani kamu görevlilerinin yetki ve sorumluluğunda değildir. Bu iş toplum tarafından yerine getirilmelidir. Onarıcı adalet önerileri arasında öç alma yoktur. Önemli olan şey suçun yaralarının sarılmasıdır. Genel olarak onarıcı adalet klasik yargılama anlayışından ayrılmayı, yani diversiyonu önermektedir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulama alanı bulan başlıca onarıcı adalet uygulamaları “Fail Grup Mağdur Konferansları”, “Aile Konferansları”, “Cezalandırıcı Halka” ve “Toplum Islah Kurulları” dır. Bir suç mağduriyeti sonrasında suçun tarafları olan fail, mağdur, fail ve mağdurun yakınları, toplum temsilcileri ve bazı durumlarda bir kısım kamu görevlileri (polis, sosyal çalışmacı, avukat vb.) gönüllülük esasına göre belirlenen bir zaman ve mekânda suçun yaralarını sarmak üzere bir araya gelirler. Süreci başlatma talebi çoğunlukla sorumluluğunu ve suçunu kabul eden fail tarafından gelse de diğer aktörler de süreci başlatma talebinde bulunabilirler. Suçun doğurduğu yaraların sarılması ve sulhun sağlanmasına yönelik başlatılan onarıcı adalet sürecinde, moderatör eşliğinde mağdur ve çektiği acılardan ve mağduriyetten bahseder. Akabinde, fail kendisini suça iten sebeplerden bahseder, pişmanlığını ve samimi özürlerini dile getirerek yaraların sarılmasına ve mağduriyetin giderilmesine yönelik öneriler sunar. Benzer şekilde fail ve mağdurun yakınları ve tolum temsilcileri de yaşanılan olay hakkında düşüncelerini ifade ederler. Onlar da çözüm önerileri sunabilirler. Süreç sonunda suçun yaralarının sarılmasına yönelik bir eylem planı oluşturulur ve taraflarca imza altına alınarak

Öncelikli olarak sürece katılım ve devam etme tamamen gönüllülük esası üzerine olduğundan süreç sonuçlanmadan herhangi bir aşamada taraflarca sonlandırılabilir. Eğer süreç sonuna kadar onarıcı adalet ilkelerine göre devam eder ise, taraflar suç sonrası oluşan yaraların sarılmasına yönelik geliştirdikleri ve üzerinde mutabık kaldıkları bir planı imza altına alabilirler. Süreç sonunda taraflar arası anlaşmazlık giderilebilir ve en önemlisi husumet, kin ve nefret ve öç alma duyguları ortadan kalkabilir. Suçun yaraları sarılır ve mağduriyet ortadan kalkar. Fail ve mağdur suçun manevi yükünden kurtularak kendilerini düzeltme yolunda önemli bir şans yakalayabilirler. Böylece adalet çok kısa sürede yerine gelir ve çok daha tatmin edici sonuçlar elde edilir. Geleneksel ceza adaletinde suç kanun ihlali iken onarıcı adalette hak ihlali, yaralanma ve yıkımdır. 137





Cezalandırıcı adalette mağdur kamu otoritesi iken onarıcı adalette mağdur suç fiilinden etkilenen şahıstır. Geleneksel ceza adaletinde adaleti sağlamak devlete ait bir yetki iken onarıcı adalette bu yetki toluma aittir. Geleneksel ceza adaletinde cezalandırma ve caydırma esas iken onarıcı adalette cezalandırma yoktur ve önemli olan mağduriyetin giderilerek suçun yaralarının sarılmasıdır. Geleneksel ceza adaleti anlayışı geçmişe odaklanırken onarıcı adalet geleceğe odaklanır. Geleneksel ceza adaleti katı prosedürler içerinde ve oldukça yavaş cereyan ederken onarıcı adalet süreci oldukça esnek ve hızlı bir şekilde cereyan eder.

138





Kendimizi Sınayalım 1. Onarıcı adalet yaklaşımı ceza adaletinde………….. ifade etmektedir. Boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

6. Onarıcı adalet sürecinin başlayabilmesi aşağıdaki ön şartlardan hangisinin olması şarttır? a. Tüm taraflar için gönüllülük

a. Paradigmatik bir değişimi

b. Suçun inkârı

b. Statükoyu koruma bilincini

c. Cezalandırmayı kabul etme

c. Cezalandırmayı arttırtıcı bir değişimi

d. Öç almaktan vazgeçme

d. Devletin rolünü arttırıcı bir düzenlemeyi

e. Af etme

e. Fail merkezli bir yeniliği 2.

7. Aşağıdakilerden hangisi onarıcı sürecinde beklenenlerden birisidir?

Onarıcı adalet anlayışına göre suç nedir?

a. Yasalarla belirtilmiş edilmesidir

kuralların

ihlal

adalet

a. Nefretini ifade etme b. Suçlama

b. Bir haksızlık, yıkım ve zarardır

c. Diyalog ve empati

c. Devlet düzenine yapılmış bir tecavüzdür

d. Sorumluluğun inkârı

d. Mahkemelere baş kaldırmadır

e. Taraflara saygı duymama

e. Cezalandırılması gereken bir davranıştır 3.Onarıcı adalet………merkezli bir adalet anlayışıdır. Boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

8. Failin ………………….. onarıcı adalet sonunda en sıklıkla ulaşılan neticelerden birisi değildir. Boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

a. Fail

a. Hapis ile cezalandırılması

b. Devlet

b. Telafi planını imzalaması

c. Düzen

c. Tazminat ödemesi

d. Mağdur

d. Zararı gidermesi

e. Sistem

e. Af dilemesi

4. Onarıcı adalete göre adaletin sağlanmasında öncelikli ve esas olan nedir?

9. Aşağıdakilerden hangisi uygulamalarından birisidir?

a. Cezalandırma

a. Fail konferansı

b. Öç alma

onarıcı

adalet

b. Mağdur konferansı

c. Suçun doğurduğu yaraların sarılması

c. Toplum konferansı

d. Düzenin devam ettirilmesi

d. Cezalandırıcı toplum görüşmesi

e. Caydırma

e. Fail-mağdur konferansı

5. Onarıcı adalete göre adaleti dağıtma ve anlaşmazlıkları çözme esas olarak kimin hakkı ve sorumluluğudur? a. Devlet

10. Onarıcı adalet felsefesinin yaygınlıkla benimsendiği ülkeler Avustralya, İngiltere gibi …………….kültürüne sahip ülkelerdir. Boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

b. Mahkeme

a. Anglo-Sakson

c. Savcılık

b. Kıta Avrupası

d. Toplum

c. Orta çağ

e. Yargı sisteminin tüm aktörleri

d. Asya e. Kilise 139





Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı

Sıra Sizde 2 Beccaria’nın ortaya koyduğu adalet düşüncesi Orta Çağ Avrupa’sının düzensizlik ve başıbozukluğuna bir tepkidir. Özet olarak, Beccaria, yargılamaların objektif kriterlere ve prosedürlere bağlı olarak yapılmasını, cezaların suçlarla orantılı olmasını, cezaların caydırıcı olmasını, cezaların insan onuruna yakışır olmasını, bu manada ölüm cezasının kaldırılmasını, hapis cezası ile kişilerin rehabilite edilmesi gerektiğini, ceza verme ve yargıla hakkının legal otoritede olması gerektiğini ifade etmektedir.

1. a Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde 3 Öncelikli olarak geleneksel ceza adalet sisteminin üzerine dayandığı cezalandırma ve caydırıcılık ilkesinin birçok açıdan sınırlılıkları mevcut olup bu ilkelerin tam olarak tatbiki çok zor görünmektedir. Adalet sistemi artan iş yükü altında ezilmekte, prosedürler bağlı işlemlerin gecikmesi ile adaletin gerçekleşmesi çok uzun bir zamanın geçmesi gerekebilmektedir. Geleneksel ceza adalet sistemi faili cezalandırmakla meşgûlken mağdur ve ihtiyaçlarını göz ardı etmektedir. Sistem fail merkezli işlemektedir. Geleneksel ceza yargılaması sonucu ne fail tam olarak rehabilite edilebilmekte nede suçun yaraları tam sarılabilmektedir. Fail ve mağdur taraf arasında kin, nefret ve öç alma duyguları ortadan kaldırılamamaktadır.

5. d Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Nedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Nedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Ne Önermektedir, Süreç Nasıl İlerlemektedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. a Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Nedir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise “Onarıcı Adalet Uygulamaları Nelerdir?” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise “Giriş” konuyu yeniden gözden geçiriniz.

başlıklı

Sıra Sizde 4 Özet olarak suçun doğurduğu maddi ve manevi yaraların sarılarak haksızlığın ortadan kaldırılması, kişiler arası ilişkilerin düzeltilerek husumetin giderilmesi, adaletin çok daha hızlı, etkili ve tatmin edici bir şekilde tecelli etmesi onarıcı adalet uygulamalarının ana hedefleri arasında sayılabilir.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Onarıcı adalet yaklaşımında suç sadece yazılı kuralların ihlali değildir. Suç bir haksızlık, yaralanma ve yıkımdır. Adalette esas olan bu haksızlık, yaralanma ve yıkımın ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla onarıcı adalet yaklaşımında kastedilen “onarma” kavramı suçun doğurduğu maddi-manevi yaraların ortadan kaldırılmasına yönelik adımların atılmasıdır. Mesela bu amaca yönelik herhangi bir onarıcı adalet uygulaması sonunda tarafların (fail ve mağdur) anlaşarak aralarındaki husumeti, kin ve öç alma duygularını ortadan kaldırmaları tam bir onarmadır.

Yararlanılan Kaynaklar Arıcan, Mehmet (2010). Ceza Adaleti: Sistemi Etkinliği ve İşleyişi. Ankara: Seçkin Yayıncılık Bailey, Kristen (2007). The Causes of Recidivisim in the Criminal Justice system and Why It is Worth the Cost to Adress Them, Nashville Bar Journal, Dec 06/ Jan 07. Bazemore, Gordon ve Griffiths, Curt Taylor (1997). Conferences, Circles, Boards, and 140





Hudson, Joe., Morris, Allison., Maxwell, Gabrielle., Galaway, Burt (1996). Familiy Group Conferences:Perspectives on Policy Practice, Willow Tree Press.

Mediations: The “New Wave” of Community Justice Decision Making, Federal Probation, 61(2), 25-37. Bazemore, Gordon, ve Umbreit, Mark (2001). Comparison of Four Restorative Conferencing Models, Juvenile Justice Bulletin, US Department of Justice, Erişim Adresi: Erişim Tarihi: 07 Mayıs, 2012.

Karp, David R., Bazemore, Gordon ve Chesire, J. D. (2004). The Role and Attitudes of Restorative Board Members: A Case Study of Volunteers in Community Justice, Crime & Delinquency, 50, 487-515. Kızmaz, Zahir (2007). Cezaevinin ve Hapsetmenin Suçu engellemedeki Etkisi, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17, 44-69.

Beccaria, Cesare (1963). An Essay on Crimes and Punishments, tercüme. H. Paolucci. Indianapolis, IN: Bobbs-Merill. Belgrave, John (1996). Restorative Justice-A Discussion Paper, New Zealand: Ministry of Justice.

Levine, Murray (2000). The Family Group Conference In The New Zealand Children, Young Persons, and Their Families Act Of 1989 (Cyp&F): Review and Evaluation, Behavioral Sciences and the Law, 18(4), 517-556.

Bowen, Helen, ve Boyack, Jim (2003). Adult Restorative Justice in New Zealand/Aotearoa, RestorativeJustice Trust Auckland, New Zealand, Plenary Speakers, Erişim Adresi: Erişim Tarihi: 07 Mayıs 2012.

Lupton, Carol (1998). User Empowerment or Family Self-Reliance? The Family Group Conference Model, British Journal of Social Work,28(1),107-128.

Braithwaite, John, (1989). Crime, Shame and Reintegration, Cambridge University Press.

Marshall, Tony F. (1999). Restorative Justice: An Overview, London: Home Office Research Development and Statistics Directorate.

Cornish, Derek ve Clarke, Ronald (2003). Crime as a Rational Choice, Francis T. Cullen ve Robert Agnew (Ed.), Criminological Theory: Past to Present: Essential Readings, Roxbury Publishing Company.

McCold, Paul (2000). Overview of Mediation, Conferencing and Circles, Paper presented to the Tenth United Nations Congress on Crime Prevention and the Treatment of Offenders, Vienna, April 10-17,2000. Erişim Adresi: Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2012.

Cunneen, Chris ve Hoyle, Carolyn, (2010). Debating Restorative Justice, Hart Publishing, Oxford-Ortland Oregon. Dolu, Osman (2011). Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji. 3. Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi.

Miers, David (2001). An International Review of Restorative Justice: Crime Reduction Research Series Paper 10, London: Home Office Policing and Reducing Crime Unit Research Development and Statistics Directorate.

Dolu, Osman (2009). “Rasyonel Bir Tercih Olarak Suç: Klasik Okul Düşüncelerinin Suçu Açıklama ve Önleme Kapasitesinin Değerlendirilmesi.” Polis Bilimleri Dergisi, Cilt: 11, Sayı: 4, Ss. 89-120.

Morris, Allison ve Maxwell, Gabrielle (1998). Restorative Justice in New Zealand: Family Group Conferences as a Case Study, Western Criminology Review, 1(1), Erişim Adresi: Erişim Tarihi: 06. Mayıs 2012.

Dolu, Osman ve Buker, Hasan, (2009), Caydırıcılığın sınırları: Caydırıcılık eksenli suç önleme ve mücadele politikalarına eleştirel bir yaklaşım, Polis Bilimleri Dergisi, 11(3), 1-22.

National Institude of Justice, (2011), Sentencing Circles, Erişim Adresi: Erişim Tarihi: 6 Mayıs.2012

Einstadter, Wemer ve Henry, Stuart (1995). Criminological Theory: An Analysis of Its Underlying Assumptions, Forth Worth, TX: Harcourt Brace College Publishers.

Peachey, Dean (1989). The Kitchner Experiment, Martin Wright ve Burt Galaway (Ed.), Mediation and Criminal Justice: Victims, Offenders and Community, London: Sage Publications.

Hayden, Carol ve Gough, Dennis (2010). Implementing Restorative Justice in Children’s Residential Care, The Policy Press. 141





Sherman, Lawrence W. ve Strang, Heather (2007). Restorative Justice the Evidence, the Smith Institute, London.

United Nations Office on Drugs and Crime (2006). Handbook on Restorative Justice Program: Criminal Justice Handbook Series, New York.

Sutherland, Edwin H. ve Cressey, Donald R. (1978). Criminology, 10th Edition. Philadelphia, New York, San Jose, Toronto, J.B. Lippincott Company.

Van Ness, D.W. (2005). An Overview of Restorative Justice Around the World, presented at the Eleventh United Nations Congress on Crime Prevention and Criminal Justice, Bankok, Thailand.

U.S. Department of Justice, Office of Justice Programs (2000). Guidelines for VictimSensetive Victim-Offender Mediation: Restorative Justice Through Dialouge, Erişim Adresi: < https://www.ncjrs.gov/ovc_archives/reports/9651 7-gdlines_victims-sens/ncj176346.pdf > Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2012.

Van Ness, Daniel W. ve Strong, Karen Heetderks, (2010). Restoring Justice: An Introduction to Restorative Justice, Matthew Bender & Company, Inc. 4th edition. Wilson, Robin J., Huculak, Bria ve McWhinnie, Andrew (2002). Restorative Justice Innovations in Canada, Behavioral Sciences and the Law, 20, 363-380.

U.S. Department of Justice, Office of Juvenile Justice and Delinquency Prevention (2012). The Balanced and Restorative Justice Project, Erişim Adresi: < https://www.ncjrs.gov/pdffiles/bal.pdf> Erişim Tarihi: 07 Mayıs 2012.

Woolford, Andrew. (2009). The Politics of Restorative Justice: A Critical Introduction, Fernwood Publishing.

Uludağ, Şener (2011). Onarıcı ve Cezalandırıcı Adalet: Paradigma değişikliğini tetikleyen şartlar. Polis Bilimleri Dergisi, 13(4), 127-151.

Zehr, Howard (1985). Retributive Justice, Restorative Justice: New Perspectives in Crime and Justice, 4, Akron, PA: MCC Office of Crime and Justice, Mennonite Central Committee.

Umbreit, Mark ve Zehr, Howard (1996). Restorative family group conferences: Differing Models and Guidelines for Practice. Federal Probation,6(3), 24-29.

Zehr, Howard (1990). Changing Lenses: A New Focus for Crime and Justice, Scottdale, PA: Herald Press.

Umbreit, Mark ve Zehr, Howard (1996). Restorative family group conferences: Differing Models and Guidelines for Practice. Federal Probation, 6(3), 24-29.

Zehr, Howard (1997). Restorative Justice:The Concept. Corrections Today, 59(7), 68-70.

142