#Soma / Sayfa 1-2 Komün Ağı "Şehrin Kötü Çocukları / Sayfa 3 Ekim Toprak "La Confusion des Idées" Fikirlerin Karışımı / Sayfa 4-6 "Hayal Kurmalıyız Arkadaşlar; Tuğçe Y. / Paris Çünkü Bunu Hak Ediyoruz!" Scarface / Sayfa 7-8 Kriz Kitleler Ve Partiler Mehmet Öztürk / Sayfa 9-11

#Bildiri / Sayfa 12 Komün Ağı

Bizim Gevezeler / Sayfa 13-16 Hüseyin A.

Corinthians Demokrasisi / Sayfa 17-19 Efdal Torlak Biz miydik Gökyüzüne Ulaşaçak Olan / Sayfa 20 Ragnar Bireyin "Politik" Devrimciliği, "Eleştiri"in Sınırı! D.Börklüce / Sayfa 21-24 #Şiir Eylemde / Sayfa 25 Nikola Vaptsarov Sosyal Medya ve Gözetim Topluluğu / Sayfa 26-29 Ayvaz Lolan UKKTH'na Yaklaşım / Sayfa 30-31 H.Dede Şiddet ya da Özsavunma / Sayfa 32-33 Ediz Yılmaz

KOMÜN AĞI FANZİN SAYI / 2

Örgütlenme Sorunu Üzerine / Sayfa 34-35 Mucur Sosyalizm ve Savaş / Sayfa 36-37 Can Altuğ Sanat İçinde Geleceği Barındıran Bir Silahtır! Sayfa / 38-41 "#Lice / Sayfa 42 Komün Ağı

#BAŞLARKEN Geçtiğimiz Haziran öncesine kadar ,” Bir isyancının sokaktaki siluetini anlatın” deseydik ne derdiniz? “Fularlı kimliksiz bir yüz…” Anlatım bu kadar yavan olurdu. Evet, bugün ekleyebiliriz; Baret, eldiven, gözlük, sapan ve sınırları siz zorlayın! Ya marjinalizm(?..) Tamam tamam meşru olma(!) kaygısı… Yapmayın, arkadaşlar yapm­a­a­ayın! Ayaklanma kendi praksisi ile bu söylemleri bir kenara süpürdü.” Kaygılı” adımların eylemsel statükosunu dahi sarsan ve en “sağ duyu”luyu dahi azılı bir militan haline getiren yaşam bizim memleketin iklimiydi. Hazirandan bu yana bu iklimde ısınıyoruz. Üşüdüğümüz zamanlarda oldu. Ethem, Ali İsmail, Abdocan, Ahmet, Hasan, Medeni, Berkin, Mehmet­lerimiz ve Soma da kaybettiklerimizle üşüdük. Uğur Kurt son düşenimiz oldu. İsimlerini yazıyoruz. Biz yazmasak dahi tarih onu yapanların tarihidir. Ayaklanmacı yığınlar bu çağın “komünarları” ile tarihi yapmaya devam ediyorlar. Ve isimlerini kentlerin duvarlarına, üniversitelerine, bilinçlerine yazdı insanlık. Bizimkisi sadece bir yineleme olur. 1 Mayıs, kitlesel bir başkaldırı ve “kabullenmeme” durumunun hücum ettiği bir durak oldu. Taksim, bir mekan ve alan algısında ötesinde, sınıf mücadelesinin iki tarafı tarafından kavranan bir psikolojik mevzi durumunda. Taksim'e sahip olan, anlamsız bir fetişizm ruhi yetinden ziyade bir ideolojik moral ve güç dengesine sahip oluyor. Onun içinde iki tarafta bu dengeyi kendi lehine çevirebilmenin telaşında. Anlamlı bir telaş bu... Yalnız sonuçların her türlüsü, emekçi yığınların hanesine bir alma ve sahip çıkma bilinci ile yansıyor. Yani Taksim'in sağladığı nicelik, ondan yoksunluğun getirmiş olduğu radikalizasyonla bir kaldıraç görevi işliyor. Bugün Taksim, karşısına konan her “alan”la, sadece bir tercih ya da yönelim olarak değil, kendisinden bir kaçış ve parmağın arkasına saklanış olarak "tatlı su solcularının" rahatını kaçırıyor. Çünkü Taksim, devrimin, komünsel, pratiksel ve örgütsel gelişiminin, "ruhsuz" kürsülerde atılacak olan 'sol' naralara yönelik bir galibiyetidir de. Ve işte majesteleri ve de onun partileri bu nedenle bir kürsü yarışması içerisinde kendi "dükkancılıklarını" burada oynatamıyorlar. Kızılay hedefinin de mevcut “kapandan” kurtulma isteğinin gerekli “zorlayışı” olarak ele almak gerekiyor. Her “alan”da yüklenmeye mecburuz! …. Devrim kendisini, bir isteme arzusundan ziyade fiili bir kopuş üzerinden biçimlendirir. Bu biçime yığınlar, bilinçleriyle kudretli bir içerik katarlar. İşte kopuş bu zihinsel hazır oluşun sonucudur. Seçimlerden sonra ki balkon konuşmalarından zafer(!) ve mağlubiyet(!) sonucu çıkaranların moral durumlarında ki değişkenlik yaşamın diyalektiğinde aranmalıdır.

Balkonda ki “muzaffer” ile marketteki “kaçkın” aynı karakterdir. Devrim için çoğunluğu arayanlar, rakamsal istatistiklere boyun büken bir yazgının çaresizliğini kitlelere taşırlar. “Ayaklanma” bu akla bir şeyi öğretememiştir; “Sokakta olan kimse politik güç ondadır!” Yığınların devrimci öfkesi badem bıyıklıları yerinden hoplatır. Siyasal­politik devrimciliği taşımamız gerekiyor. Devrimsiz ‘devrimcilik’, sistem eleştiriciliğinin ötesine geçemeyen bir formülasyon ile ‘devrim için harekete geçenleri’ kuşatmış durumda. “Hak alma ve hak isteme” talepsel aşamacılığının terazinde devrim ağır basamıyor. Kendiliğindenciliğin ve sol sekterizmin karşısında kitle çalışmasını, tüm alansal özgünlükleri de hesaba katarak yapılacak bir çalışma ile ayaklar üzerine dikmemiz gerekiyor. Tarihin saati hızlı işliyor. Zaman tüm imkanlarla birlikte ellerimizin arasından kayıp geçiyor. Geçtiğimiz Haziran’dan bu yana zulamıza neleri sığdırdık… Neleri katamadık soframıza… Üretimi, paylaşımı, yoldaşlığı ve kudretli bir yürüyüşü birlikte tattık. Yan yana dizilen dost omuz başları ile bir piramidi yapar gibi elden ele taşlarla kurduk barikatları. …. Komün Ağı tüm yetmezliği ile acemi bir üretimin, sokakta filizlenecek kavgaya taşıdığı bir sudur. Bu sular çoğalarak akmalı… Ve yerkürenin isyan harmanlayan her bir parçasında, marksizm, aynı sınıfın insanlarına kılavuz olmalı! “Haziran günleri”nde buluşmaya devam edelim. “Anı” yaşamak için değil, Haziranı büyütmek için!

KOMÜN AĞI HAZİRAN 2014

facebook/komünağı

#SOMA

KOMÜN AĞI

Ölümler üzerinden konuşmak belki de bir "politikanın" en yavan, en tatsız tarafı. Ama kapitalizm kendi varlığını bu emek kanı ve sömürüsü üzerinden kurgularken, bu kurguyu bir "kader" politikasına çevirirken, yakasına yapışalısı gelenleri var bu ülkenin... Yakalarına yapışalısı!.. Yüzlerine tükürülmeyecek olanları var! O kadarına lüzumu olmayacakları var!.. Bir şey daha var. Eğer yüzlerce işçisi ölüyorken bir sınıfın. O sınıfın sendikaları, kitle örgütleri ertesi gün hayatı durdurmayacaksa, o sendikaların kapısına kilit vurulası var! Ve birileri bir kaç gün sonra çıkıp bilmem kaçıncı cumhurbaşkanlarını seçmek için sıraya dizilecekler. Rakamsal oranların karşılıklarına bakıp, attıkları zarfın içindekine(!) bakmadan geleceğe dair vatandaşlık görevlerini yerine getirecekler. "Oralı" olmayanları ise suçlayacaklar! Soma da toprağın altındakilere bakın. Rakamlar toprağın altına gizlenmez. Asıl hayat Soma da bugün! Asıl sistem Soma da! Çıplak bir enkaz Soma da! Bu enkazı kapitalizm değil. AKP değil, biz yarattık.

facebook/komünağı

Evet, RTE "Bu mesleğin fıtratında bu var" demişti. Kapitalizmin kaderinde bu var! Peki senin kaderin?!

Komün 1

var?

Senin fıtratında, senin aklında, senin yarınında kimlerin imzası

Kapitalizm öldürür, onun tüm "çocukları" öldürür. Onun azami kar hırsı öldürür. Badem bıyıklıları, kravatlılaları, jöle kafalıları, osuruktan medyası öldürür! Peki biz, hep ölür müyüz?!..

Yerin yedi kat altında, mahsur yüzlerce işçi, onlarca ölü var. Katliamdan kurtulmayı başarabilen işçi "Aşağıda binden fazla kişi var" diyor. Soma ilçesi belediye başkanı "580 civarında işçi var, ölü sayısı az, yaralıları kurtaracağız." Enerji bakanı "300­200 kadar işçi aşağıda, sıkıntılı sonuç olabilir ama şimdilik 1 işçi hayatını kaybetti." Soma holding şirketi kurul başkanı "Ölü yok." diyor. "Diverekli kazmacı Ali Çakır" senin için asgari yaşam, onlar için asgari ölüm..

facebook/komünağı

Komün 2

"ŞEHRİN KÖTÜ ÇOCUKLARI" Kadıköy müdahelesi sırasında evinin önündeki eylemciye yardım eden vatandaşın evine bırakılan mektup:

"15.05.14 Mehmet Ayvalıtaş Parkı Merhaba... Bügün saat 10 gibi polisin yoğun gaz bombası saldırı sonucu, evinizin bulunduğu sokağa girerek kendimi gazdan korumaya çalıştım. Tam olarak pencerenizin önünde, nefes almakta zorlandığım için, hareketsiz bir şekilde kalakaldım. O sırada sizin önce su sonra süt vermiş olmanız beni, verdiğimiz mücadeleyi onurlandırdı. Bizler işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, halkın tüm kesimlerinden insanlarımızın kurtuluşu için, devletin tüm zor aygıtları karşısına çıkmaktan çekinmiyoruz. Uzatmış olduğunuz insan eli, bizlere; "şehrin kötü çocuklarına" umut verdi. Onların tüm baskılarına, tüm şiddetlerine ve her şeye rağmen karşılarına çıkmaya devam edeceğiz. Kadıköyde yaşamıyor olsakta, kadıköyün tüm sokaklarını, caddelerini evimiz olarak görüyor ve ev sahibi avantajı ile mücadele ediyoruz. Çatışmalar devam ediyor. Yardımlarınız için teşekkürler. Dövüşenlerin selamı ve saygılarıyla... Hoşçakalın..."

EKİM TOPRAK facebook/komünağı

Komün 3

"LA CONFUSİON DES İDEES" FİKİRLERİN KARIŞIMI

PARİS

TUĞÇE Y.

Hayat; dünyanın içinde değil, dünya hayatın içinde. En son okumasını bitirdiğim Guy de Maupassant; Une Vie, Türkçe'siyle "Bir hayat" eserinin, eseri diyorum çünkü belirli bir yaşam öyküsü; yaşanmış bir anı değildi bu kitap. Başlığında; birinin hayat hikâyesi, yaşam öyküsü diye adlandırılma olsaydı bir roman diyebilirdik belki. Bu malümattan daha çok bir eser demeyi uygun buluyorum.. Etkisini hâlâ üzerimde taşıdığım kitabın baş kahramanı gibi hissediyordum kendimi halbuki okuduğum romanlarda, kahramanlar daha çok yeni taşındığım mahallede edindiğim yeni arkadaşlarım olurlardı, bu defa öyle değil. Okuduğumu bir roman olarak görmediğimden, eserin gözde kişisi gibi hissettim kendimi, yaşadım Jeanne'i; kendimmiş gibi sahiplendim onu. Bu eserin içeriği de sonu iyi bitmeyen filmler gibiydi. Sadakat, aşk ve umuttan bahsediyordu. Ne olursa olsun umutlu olması insanın, tüm çekilen sancılara rağmen; gebe kaldığımız umut yaşamanın tek kaidesi belkide. Çünkü, zaten umut demek yarın demekti. Jeanne'i anlıyorum. 'Aldatılmak', o an sizin için beslenmiş bir sevginin, sizin için atan kalbin başka birisi ile paylaşılması olarak mı anlatılmalı; anlık gönül heyacanı, kaçamağı diye mi anlatılmalı ya da beklenmedik bir anda her şey yolundayken daha, siz birbirinizi seviyor, sayıyorken, seni beni geçip bir 'biz'i olan bir sevdayı yaşıyorken siz, geçirdiğiniz zamansız bir deprem mi demeli? Deprem diyorum çünkü, enkazın altından sağ çıkılsa da izlerini o an yaşanılan hisleri unutamayız. Unutamaz aldatılan, unutamadı Jeanne. Aldatmak, elbette sadece fiziki bir olgu değildir, anıların ve yaşanacak güzel günler için inşaa edilmiş imgelerin en hassas yerine takılan bir kamçıdır. Her neyse. Sözlük anlamına bakıp yorumlamaktansa, aldatma olayına 'tarifsiz bir gönül sızısı' diyebilirim. Bunun yanında kesinlikle belirtmeliyim ki Jeanne'de hak etmiyordu aldatılmayı çünkü hakikatten seviyordu gerçek hayatta birinin birini sevebileceği kadar seviyordu Julien'i.. Tabii umut aşısını her daim taze tutmalı ki, bir kez geldiğimiz bu hayatta ne istediğimizi bilelim. Jeanne, yanlızca ailesini değil tüm hayat zenginliğini uğruna gözden çıkarıp geride kalan tüm eksikliklerini o sevgisiyle doldurduğuna inandığı adamı, kardeşi gibi gördüğü aynı evde büyüdüğü kuzeni Rosalie ile aynı karyola üzerinde görünce yaşadığı o amansız duygu çatışmalarını yazmak bir hayli zor lâkin her şeye rağmen bu iki zavallıya kıyamayıp yine de yanında barındırması onları yakınında tutarak vereceği ızdırabı düşündürse de bana; kitabın sonuna doğru gittiğimde bütünüyle umuda bürünmüş bu kadının, bir kez geldiği bu hayata her şeyi gerektiği gibi değil de istediği gibi yaşaması asıl temennisiymiş. Böylesi umudu kanun edinmiş, prensiplerinin başında bellemiş insanları yanlızca romanlarda, eserlerde görüyor sanarken kendimi yaşadığım bir olay geliyor aklıma;

facebook/komünağı

Komün

4

Bir gün sınıftayız, okulda geçirmeyi sevdiğim en değerli zamanlardan işte! Ders yok. Ders demiyorduk yani biz bu geçirdiğimiz iki saatin başlığına. 'Düşünme atölyesi' diyorduk. Düşünme atölyesindeyiz. Düşünüyoruz. Evet çok farklı bir durum. Bir tek ben mi böyleyim bilmiyorum kimse sevmiyor orada iki saat sandalyelerden kurduğumuz çemberin etrafında oturmayı. Kimse sevmiyor durup düşünmeyi. Öğretmen yok başımızda bir etranger var. Yani, 'yabancı'. Bu onun en sevdigi kelime; "etranger".. “Ben size sizeler de bana, birbirinize yabancısınız ve herbirimizin diğerinden öğreneceği bir çok bilgi var, çember biçminde oturuyoruz çünkü, herkes gördüğü; hissettiği farklı düşünceleri paylaşırsa ancak bir bütün olabiliriz. Normal diğer derslerde yaptığınız gibi sıra sıra dizilmiş masalarda oturmak kendinize çalışmak olur bir tek. Burjuva sınıfı gibi. Biz gördüklerimizi ve diğerlerinin görmediklerini ortaya koyar ve paylaşırsak ancak birlik içinde oluruz ve bizi bu iki saat boyunca birbirimizle bırakmalarının bir malümatı olur degil mi?” derdi hep.

Çok soru yönelttigi doğrudur. Her yanıtımıza hazır bir çok sorusu olduğu da doğrudur Monsieur Magret'in. Nedeni, nasılı, sonucu hatta aslında sorunu çokça merak eden bir yabancıydı kendileri. Geçen hafta dersin başında ilk defa ikili bir konuşmuşluğumuz oldu. Bana, ''Türk müsün? Aleviler hakkında araştırmalar yapıyorum şu sıralar biliyor musun'' dedi. Bir film de duymuş Alevileri ve ardına düşüp araştırmış çok ta sevmiş bu insanları. Ben de A.. ben de insanım her seyden evvel insanım diyenlerdenim deyince güzel bir tebessüm etti. Sonra atölyeye geçtik. Bu defa farklıydı tartışacağımız konu. Konuyu, ben değil sizler belirleyeceksiniz diyen Yabancı'ya sınıftan bir arkadaş, '' 'egoistlik' üzerine konuşalım diye dönmüştü. Iki saat boyunca egoizmi tartışacak olmak beni birden rahatsız etmisti. Söz hakkını alıp “hayır! 'umuttan' bahsedelim” dedim. Sınıfta bir gerilim oldu umuttan bahsetmek tuhaflarına gitti zanlımca. Bu kadar küçümseniyor muydu ya da bu kadar ilgi dışı mı kalıyordu bu konu onlar için? “İnsan neden umutsuz? Umut nerede?” diye almıştı yabancı konuyu ele. Adaletten yana olmayı seven bu yabancı her zamanki gibi oylama ile karar verecekti günün tartışma konusuna yirmi dört öğrencinin yirmisi; büyük çogunluğu 'umuttan' bahsetmek isteyince bunu tartışmaya başladık. Baksanıza umutlu olmayı, umutsuzluğu tasarlıyor, tartışıyoruz aramızda. Bu bile iyi bir gidişattı. Benim için, insanın içini ısıtabilecek bir nedendir umuttan bahsetmek bahsedebilmek.

facebook/komünağı

Komün

5

Herseyin düzenbaz, sahtekâr, içten pazarlıkçı, çıkarcı olduğu bir dönemde iyilikten, umuttan bahsetmek iyi bir tutumdur. Bir çok fikir dökülmüştü ortaya; Tanrının aslında hayatın ta kendisini olduğunu fark etmişti kimimiz mesela. İnsan, özgür bir varlıktır, kendini savunabilen yani başkaldıran, duyan, hisseden, gören, konusan, tepki veren ve en önemlisi “Hayır” diyebilen bir gerçektir insan. Her seyin başlangıç ve bitiş noktasıdır yani insan. Erasme'in çok sevdiğim bir sözü vardır; "hepimiz farklıyız tek ortak noktamız da bu!" diye atölyenin sonunda zihnimde beliren bu sözü yüksek sesle söylediğimi alkışların patladığı anda farkettim. Sonra, yürümek istedim biraz yürürken insanları, koşuşturmacalarını, doğayı, bütünüyle evrende olup biteni izleyerek yürüdüm. Herkesin bir meşgalesi vardı. Kimisi işine gidiyordu koşarak, geç kaldıkları randevülerine belki de! Kimisinin aklında binbir türlü soru vardı ve oldukça çok seçenek. Kiminin yüzünde yaşanmış onca acının izlerini gösteren çizgiler varken kiminde mutluluktan güneş gibi parlayıp etrafa sıcaklık dağıtan gözler, gülümsemeler vardı.. Herkes bir türlü ileriye doğru gidiyordu. Bense durmuş olan bitene dısarıdan bakıyordum. "Hiç bir yer de adalet yok!" Bazen hayatı bir minibüs olarak düşünürüm. Herkes kendi hayatının söförüdür yani kendi minibüsünün koltugundadır. İçindeki yolcular ise hayatımıza girip çıkanlardır her kim olursa olsun hayatımıza girenlerin bir nedeni bir anlamı vardır. Yolcuları durur alırız duraklardan yol boyunca gittiği mesafenin karşılığını bir birim olarak verir şöföre, bize. Şöförun elde ettiği para iken yolcu da gideceği yere ulaşmanın kazancındadır. İnsanlar da öyle hayatımıza birden giriyorlar kimi zaman iyi oluyor bu kimi zaman kötü. Paylaşılmış ortak bir yolculuk kalıyor sonraya geriye. Sonunda çekip gidiyorlar, başkaları geliyor hayatımıza unutulmasa da diğerleri o eksiklik hatırlanmıyor kimi zaman. Minübüs olmasa gidilecek yere çok geç erişilir para olmasa minübüs, ulaşım aracı olmaz. Bağ kurabilinecek bir neden.. İnsan olmasa yaşanılacak bir değer de olmaz zaten. İlişkiler, kişiler arasındaki bağların kazandırıp ya da kaybettirdikleri olmasa insan olmanın bir tanımı olmaz. Herşeyin bir nedeni var iken kendi minübüsümün söför koltuğundan inip, içinde akıp gittiğim hayatın bazı zamanlarında durup olan biteni izlemeyi seviyorum. Bensiz de hayatın devam ettiğini görmek için ölmek değil yaşamak gerekiyor bazen bir başına herşeyin dışında bazen de karışıp hayatın tam ortasında olarak.. Sonra aklıma şiir geliyor; şiir..

facebook/komünağı

Komün

6

"HAYAL KURMALIYIZ ARKADAŞLAR; ÇÜNKÜ BUNU HAKEDİYORUZ!"

SCARFACE

Hümanist açıklamalara, insanlık çağrılarına ve demokrasi beklentilerine iyi bir cevaptır bu resim. Gerçekçi olmalıyız arkadaşlar, karşımızda ki düşman kamp burjuvaziye de onun güçlerine de kendi içimizde yarattığımız örgütlülüğe de rasyonel yaklaşmalıyız. Modern kapitalist devlet aygıtının kendi çıkarlarını tehlikeli gördüğü yerde insanları profesyonelce ve acımadan öldürdüğü ile yüzleşmeliyiz ve bu aygıtın nasıl parçalanabilmesi üzerine düşünmeliyiz.

22/5/2014 Gecesi - Okmeydanı

Bu kendine muhalefete bile tahammülü olmayan halk düşmanı saldırıların temelinde yatan güç odağını iyi tanımalıyız; bu mülk sahibi sınıfların üzerimizde kol gezdirdikleri çıplak baskıdan başka bir şey değildir yani bu akp'ye has bir durum değildir arkadaşlar. Bu en saf hali ile tekelci kapitalizmin mengenesinde sıkışmış emekçilerin isyanıdır. Azıcık bilimden nasibimizi aldıysak bu sokak eylemlerinin kökenini direk olarak hayattan kovulan ve sürekli alım gücü düşen insanların yürüttüğünü, siyasi olarak devletin '' üvey evladı'' olan

yeri geldiğinde bir tekstil atölyesinde çalışan işçilerin, kentsel dönüşüm mağduru bir mahallenin, sokak ortasında dövülerek öldürülen bir gencin ailesinin ve onun ''mılyonlarca arkadaşının'', komünistlerin bu mücadelenin başında olduğunu göreceğiz. Canları pahasına verilen bir mücadele ve bir o kadar da acımasız bir mücadele. En azından devletin kimseye acımadan, soğuk kanlılıkla kitleleri ezdiği bir dönemeç. Onların yalancı savcıları, adam öldüren polisleri, ispiyoncuları, işkencecileri, binlerce kapsül gaz stokları ve organize olmuş bir devlet aygıtları var, aynı zamanda medya üzerinden geniş emekçi kitleleri sürekli zehirleyen bir üretim ağları var. Ve bu konuşlanma ile bizim cephelerinde yer yer açtığımız gedikleri hızlıca kapatabiliyorlar. Aydın karakteri gösteren burnundan kıl aldırmayan ''sol''­cuların bütün gereksiz tartışmalarından uzak bir sorudur bu şimdi, tarihin bize sorduğu, aynı zamanda bize dayattığı; bizim neye ihtiyacımız var? sorusu!

facebook/komünağı

Komün

7

Ayağa kalkan kitleleri organize edecek, yeri geldiğinde savaş kurmaylığını yapacak, yeri geldiğinde sıkılmadan usanmadan kitlelerle buluşacak, yeri geldiğinde ise öne çıkıp kazanmayı da öğretecek bir ''organizasyon''. İşçilerin siyasileşmesine ön ayak olup onlara suni gündemlerden kurtaran ve dünyaya ­ ezen/ezilen­ antagonizması ile bakmasını sağlayabilecek bir ''teşkilatlanma''. İtirazlar yükselebilir şimdi bu yazdıklarımın ''çok hayalperestçe'' olduğuna dair.

İhtilalin kendisi ile platonik aşk yaşayan arkadaşlar bu dediklerimi fil tarihine ertelemek isteyeceklerdir. Mevcut itirazların örgütlülüğümüz ile yarattığımız maddi güç ile ve hakim tartışmalarla defterini dürmek zor olmayacaktır. ''Bu yek vücut olmuş bir avuç asalağın devletini kırıp parçalamak, yerine bir daha semizlenmelerine engel olacak halkın devletini koymak'' işte arkadaşlar bu, tam da bu örgütlülüğü yarattığımız zaman bize nasip olacaktır. O zaman kaçacak delik arayacaklardır. Güçlü bir kurmaylık yaratmadığımız sürece bu ölümler, bu kitlesel yenilgilerimiz sürekli devam edecektir. Asıl şimdi her yerde, uzlaşmaz bir biçimde, bütün fraksiyonel­gereksiz mücadeleleri bir tarafa bırakıp olduğumuz alanlarda kalıcı örgütlülükleri kurmalıyız. Ve bu zafer yolunu geçecek gemiyi inşa etmek adına konuşmaktan bir an olsun usanmamalıyız. Organize olmuş burjuva devletini ancak disiplin ile yan yana duran geniş emekçi kesimleri yenebilir. Hayal kurmalıyız arkadaşlar; çünkü bunu hak ediyoruz!

facebook/komünağı

Komün

8

KRİZ KİTLELER VE PARTİLER

MEHMET ÖZTÜRK

1700'lerin sonunda İngiltere, Prusya ve Avusturya'ya karşı yapılan savaşların harcamaları nedeniyle Fransa Krallığı ekonomik çöküntü içindeydi; 1870'te Prusya'yla tekrar savaştı Fransa ve yine ekonomik buhrana girdi. 1917'de I. Dünya Savaşı ve ondan önce yaşanan Rus – Japon savaşları nedeniyle Rusya ekonomik kriz içindeydi. 1789'da XVI. Louis tahtan inmiş ve Fransız Devrimi gerçekleşmişti, 1871'de III. Louis Napoléon yerel sosyalist bir iktidar dönemi olan Paris Komünü'yle yüzleşti ve 1917'de II. Nicholas Ekim Devrimi'yle indi. Her ne kadar üstünkörü geçmiş olsam da, görüldüğü üzere tarihi devrimler ve devrim girişimleri kriz anlarında ortaya çıkmıştır. Bu tür kriz anları dönüm noktalarıdır ve devrimcilerin, devrimci bir partinin başrolde çıkacağı sahne bu sahnedir. Çünkü kitleler bu gibi anlarda radikal çözümleri ve fikirleri tercih etmektedirler.

Komünizmi topluma olan bakışı, hedefleri ve pratiği itibariyle radikal fikirdir fakat yegânesi değildir. I. Dünya Savaşı'nda mağlup olan ve ağır şartlar altında sosyo­ekonomik çöküntüye dönüşen Almanya 1933'te bir başka radikal fikir olan nazizme, vaad edilene sahip olamadığı için harcamaları altından kalkamayan İtalya ise faşizme başvurmuştur. Nazizm ve faşizm gibi felaketlere yol açan radikal fikirlerin galibiyetinin sonucunda komünist oluşumların yapması gereken özeleştiriler açıktır. Çünkü bu duruma mahal veren komünist partilerin başarısız faaliyetleri ve kriz anlarındaki hazırlıksızlıklarıdır. Komünist bir oluşum her daim toplumsal krizlere hazır olmalı; kriz öncesinde ve kriz boyunca propagandasıyla, ajitasyonuyla faaliyetini ortaya koymalıdır. Toplumsal dinamikler elverişli olmasa bile gündeme uygun açılımlar ve işçilerin önderlik ettiği taşerondan köylüye, liseliden emekliye inebilecek bir propaganda anlayışıi bugün görülen vicdani reflekselerin, fikirsiz pratik uygulamaların ve kavramsallaşmış teorilerin entel gevezeliklere dönüştüğü sosyalist düşüncelerin yerine geçmelidir.

facebook/komünağı

Komün 9

Sokakta ve/veya meclislerde devrimcilik oynayan, halk dalkavukluğu yaparak ve ikiyüzlülükle ortayolcu fikirleri, bir radikal demokrasiymiş gibi göstererek asalak yaşamlarını sürdürmeye çalışan çok sayıda sol parti; kriz anında ipleri eline alabilecek, gerektiğinde “ben demiştim” diyebilecek bir komünist oluşum tarafından samimiyetsizliğini ve popülizmden beslenen çarpık romantizmini belli edecektir. Çünkü kapitalizmin çöküşüyle oluşacak kaotik ortamda romantik devrimciliğe yer yoktur; bu sadece bir diğer radikal fikirlere karşı hezimeti getirir. Gezi ayaklanması gibi bir süreçte bile kriz anını değerlendiremeyen, önderlik edemeyen ve bugün hala, sözüm meclisten dışarı, hedef ve kararlılık yoksunu bir şekilde sadece vicdan tatmin etme ve politik ego depolamak amacıyla sokağa inen kitleler, daha da vahimi kendine bile güvenemeden kitlelerin ona güvenmesini bekleyen partilerle, sendikalarla baş başa kalmaktayız. Gezi Ayaklanmasında proletaryaya değil, sadece küçük burjuvaya ve kanı kaynayan gence oynayan, talepleri kabul ettirmeyi bırakın ortaya ortak bir talep listesi çıkaramayan bir “muhalefet”in hegemonyasını yıkacak, kişisel sebeplerden ve egodan ötürü binlerce parçaya ayrılan oluşumları uzlaştıracak veya en azından aynı masaya oturtacak; gücünü işçiden, desteğini köylüden, dinamizmini gençten, talebini sendikadan, hedefini emekçiden alan bir yapı gerekmektedir. Bu da ancak asılsız politik dogmalardan kurtularak, vicdani reflekslerden, plansızlıktan ve nefersizlikten kaçınarak, hızla gelişen süreçleri ve değişen gündemi bahane etmeden, gözlemleyerek, yorumlayarak, değerlendirerek ve fikirlerden, okuduklarımızdan hareketle harekete geçerek başarılabilir. Bundandır ki, bütün bu kriterler özeleştirinin, eleştirinin, tartışmanın, empatinin ve kişisel ego yokluğunun öneminin idrakiyle; sorunların yorumlanıp sorunlara çözüm üretmeyle, diyalektikle; Marksizm’in doğru anlaşılmasıyla ve okunmasıyla hal olabilir. “Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişki kalıcıdır.” Vladimir I. Lenin

facebook/komünağı

Komün 10

İçinde bulunduğumuz mevcut sosyo­ekonomik, kültürel sistemi değiştirmek bu çürümüş düzeni tahttan indirmek ne kadar zorsa; ona eklemlenen ve onunla beraber çürümeye yüz tutmuş, sekter/kaba ve orta yolcu/reformist olmak üzere iki kategoriye ayrılmış Türkiye solunu da değiştirmek, kıt anlayışını ve zaaflarını alaşağı etmek o derece zordur. Bu durumda bu zahmetli işin bir yerinden başlanmalı ve oluşumun gelişmesini faaliyetler eşliğinde zamana bırakmalı. “İnsan gelişmesinin alanı zamandır.” Karl Marx Bu oluşum içinse geniş bir platform oluşturulmalı; partiler, faaliyetler, dergiler, sendikalar, örgütler, masaya oturmalı; eylemler reflekslerle değil genel grevler, hazırlıklı öncüler, sağlam barikatlar ve kararlı bir kitle eşliğinde yapılmalı. Talepler ortaya konmalı ve örgütleme çalışmaları için faaliyet yürütülmelidir. Bugün Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu HDP'den daha büyük bir partidir. Bu partinin işlevi, programı, tüzüğü, propagandası, hazırlığı belirenmeli ve en yakın toplumsal krizde, kaotik ortamın içinden zaferle çıkmayı hedefler hale gelmelidir. Son olarak kapitalizmin çöktüğü zamana kadar Komünist Parti'nin görevi sokağı oyalamak değildir; sokakta varlığını hatırlatmak, gözdağı vermektir. Komünist Parti'nin görevi kitlelere çağrı yapıp en önden kaçmak değildir, onları sokakta güvende hissettirmektir. Komünist Parti'nin görevi pragmatist yaklaşımlarla fırsattan istifade etmek değildir, fırsatı yaratmak, olgunlaştırmak ve yönlendirmektir. Komünist Parti'nin görevi toplumsal kriz anlarını manipüle etmek değil, onları değerlendirmektir. Komünist Parti çökmeden önce nerede olduğunu bile bilmediği bi madende katledilen insanların arkasından timsah gözyaşı dökerek kitlelere işçiyi savunduğunu göstermeye çalışmaz, Komünist Parti o madenin çökmemesi için işvereni korkutur, buna rağmen çökerse de hayatı durdurur.

facebook/komünağı

Komün

11

#BİLDİRİ

KOMÜN AĞI

"Nereden geldiği belli olmayan..." Dilde pelesenk olan bir cümle, kendi gerçekliğini tarihten alır. Ve bu "nereden geldiği belli olmayan..." adressiz (!) kurşunlarla vurulur insanlık. Ahmet çatıda "nereden geldiği belli olmayan", Abdullah sokakta "nereden geldiği belli olmayan", Berkin kapısının önünde "nereden geldiği belli olmayan"larla vuruldu. Eğer taşıyorsan o silahı, giyiyorsan o üniformayı ve vurmuşsan birini "vurdum" diyebileceksin. Diyemiyorsan ­hoş diyemezsin­ devlet terörünü kabul edersin!.. Madem haklısın çık "vurdum" de... "Vatan için, devlet için vurdum" de. Diyemezsin... Diyenler kamyonun altında kaldı. Bir piç gibi kenara atıldı. Bilirsin çünkü... Faşizmi açtığınız derneklerin, parti binalarının tabela altlarında bulamazsınız. "Aydın sohbetleriniz deki " Dimitrov ile Troçki arasında ki tanımsal belirlemelerinizin içine sıkışmaz faşizm... Sabah 5'te kapısı kırılan bir ev, fabrikaya saldıran bir "zor", 8 metrekarelik bir hücre, "nereden geldiği belli olmayan" tırsak bir kurşundur faşizm! Apolet aramayın(!)..

facebook/komünağı

Komün 12

"BİZİM GEVEZELER"

HÜSEYİN A.

Günümüzde birçok irili ufaklı sosyalist, liberal, demokrat vb. partiler mevcut. Kimisi zaferin kendiliğinden geleceğini kimisi de sadece doğru bir parti çizgisiyle hatta kimisi yaptıklarını yüksek sesle ilan ederek geleceğine inanmaktadır. Şüphesizdir ki bu yanlış bir tutumdur. Ancak bürokratlar böyle sığ bir düşünceye sahip olabilirler. Tarihte hiçbir başarı kendiliğinden gelmemiştir. Zafer ancak marksist ideolojinin pratiğe yansıması olan Leninist partinin verdiği amansız mücadele ile her zaman zorla sökülüp alınır. Doğru çizginin – Marksizm­Leninizm – o güne doğru şekilde uyarlanıp çözüme kavuşturulmasının ardından pratik çizginin pratik mücadelesinin örgütlenmesi, kadroların iyi düşünülerek seçilmesi, yöneticilerin doğru kararlar alıp almadığının denetlenmesiyle zafere yakınlaşma doğru orantılıdır. Eğer bu durumlar gerçekleşmezse doğru çizgi ve kararlar belirlenmezse parti tehdit altındadır. Doğru siyasal çizgi belirlendikten sonra onun gerçekleşmesi ya da başarısızlığa uğraması örgüt çalışmasına bağlıdır. Asıl zafere giden yolda partinin siyasal çizgisi karşısında duran her türlü güçlüğe karşı sistemli bir mücadele örgütlenmelidir ve bu mücadeleyi örgütlendirerek görevinde başarı sağlayamayan kadroları görevden alarak yerlerine daha iyi mücadele edebilenlerle kazanılır. Bu karşıt güçler nelerdir ? Bu güçler örgütlenme çalışmasındaki güçlüklerdir. Bizim yönetici kadrolarımızda örgütlerimizde sendikalarımızda, gençliklerimizdedir. Parti örgütleri içinde günümüzde demokrasicilik oyunu oynayanlar, yasallaşma yolunda adım atanlar, kırtasiyecilik yapanlar, reformistler giderek güç kazanmışlardır.

facebook/komünağı

Komün 13

Ve bu yüzden hemen herşey onların çalışmalarına bağlıdır. Şu anki durumun nesnelliğini bahane olarak görüp durumu bu tip partılere bırakmak kabul edilemez. Yöneticilerin bürokrasi batağına batması, kişisel çıkarlar uğruna görev alması, canlı bir yönetim yerine “genel yönetim” gibi safsatanın uygulanması, kişisel sorumsuzluklar, alınan kararların denetlenmemesi, özeleştiriden yoksunluk işte bunlar güçlükleri oluşturan sebeplerdir. Bu güçlükleri sertlik ve kararlarla yenilebileceğini sanmak biraz polyannacı olmak demektir. Bu güçlükler ancak mücadeleyi güçlendirmek, işçi yığınlarını bu haklı mücadeleye doğru sürüklemek, partilerden şüpheli, kararsız ve tutarsız unsurları uzaklaştırıp yerlerine daha dinamik unsurlar getirerek yok edilebilir. Günümüzdeki sosyalist partilerin yapmaları gereken Lenin’in de düşüncesi olan ve SSCB Komünist partisinde de uygulanan “örgüt çalışmasında esas olanın adam seçimi ve uygulamanın denetimi” düşüncesi uygulanmalıdır. Uzaklaştırılması gereken iki kadro tipi vardır. Bunlardan birincisi ; Geçmişte bir çok görevde yer almış ancak şimdi oturdukları koltuktan “büyük adamlık” yapanlardır. Bunlar geçmişte verdikleri hizmetlere güvenerek partinin sahibi olduklarını ve yığınları sanki bir hiçmişçesine görüp davranmaktadırlar. Bu kişilere karşı partiler hiç tereddüt etmeden verdiği hizmetlere bakılmadan yönetici görevlerinden alınmalı ve bu kitlelere duyurulmalıdır. Bu “büyük beyefendiler”i, bürokratları partinin disiplinin sağlamak ve iradeyi sağlamlaştırmak amacıyla görevlerinden ve yetkilerinden arındırmak gerekmektedir. İkinci kadro tipi ise : Gevezelik yapanlar. Bu gevezeler partiye bağlı ancak bir şeyi düzeltmek bir şey peşinde koşmadan yöneticilik görevleri ellerinden gelmeyen tiplerdir. İşte bu gevezeler partinin yapacağı her türlü çalışmayı bitmeyen sözlerle yerine getirilmeyen görevlerle sönümlendireceklerdir. Onları görevlerinden alıp pratik alan dışında görevlere vermek en doğrusu olacaktır. Bu geveze tiplere bir örnek SSCB Komünist (Bolşevik) Partisi’nin Genel Sekreteri Stalin’in bir partiliyle konuşması ; Stalin.­ Sizde ekim işleri ne durumda? O.­ Ekim işleri mi Stalin yoldaş? Seferber olduk. Stalin.­ Nasıl olur? O.­ Sorunu tam cepheden ele aldık. Stalin.­ Peki sonra?

facebook/komünağı

Komün 14

O.­ Hızlı ve köklü bir değişiklik oluyor Stalin yoldaş; yakında, büyük bir köklü değişme olacak. Stalin.­ Ya, peki başka? O.­ Bizde ilerlemeler belirgin hale gelmektedir. Stalin.­ İyi. Ama, öyle de olsa, ekim işleri nasıl gidiyor? O.­ Ekim işleri konusunda, Stalin yoldaş, şimdilik herhangi bir hareket yok. İşte bu gibi gevezeler ve büyük adamlık yapanların olduğu partilerin bir halkı yönlendirmesine imkan yoktur. Bu gibi yöneticiler ne yazık ki bir çok partinin başında halen görev almaktadır ve kırtasiyecilik olsun, yasalcılık olsun, demokrasi oyunu olsun buna benzer birçok mücadele karşıtı eylemlerde fikirlerde bulunup doğru(!) mücadele verdiklerini zannetmektedirler. Yapılması gereken çok açıktır. Görevini yapamayanların yerlerine daha militan kadrolar getirilip doğru mücadelede çelik adımlarla ilerlenmelidir Partilerin esas görevlerinin kitlelere yön vermek ve kitle içerisinde aynı potada eriyebilmek olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Ama nasıl yön vermek? Kitlelerle dirsek teması dahi olmayan kurumların bu durumlar hakkında söz hakkı olması çokta gerçekçi olmaz. Görece bağı olanlar ise daha çok "memur" gibi alışkanlıkları olan ve tarihin çöplüğüne atılmış gelenekleriyle, revize etmek istedikleri 21.yy sosyalizmini reformizm tabanında yeniden örerek ya da yasallaşma yolunda ilerleyerek kitleleri mücadele içine soktukları görülüyor. Ancak bu yöntemlerle sadece "anlık" kazanımlara ulaşılabilir. Yapılması gereken ise tutarlı bir şekilde uygun strateji ve taktiklerle ( iktidar hedeflenip) bir hat çizip, o hat üzerinden inançla mücadele etmektir. Bugün sınıftan uzaklaşmış partilerin hemen hepsi daha kolay gibi görünen ­ onda da söz hakkını dahi kazanamamış­ Kürt ulusal sorununa yönelmişlerdir. Bu durumda artık salt ulusal hareket temelinden kurtulup sınıfsal temele –esas olması gereken­ değinip milliyet kavramıyla değil, sınıfsal sömürü kavramıyla insanlara ulaşmak gerekmektedir. Bugün "birlik" üzerinden bir proje olan HDP, eylemlerinde, sözlerinde, uygulamalarında tıpkı tek bir ulusun partisi gibi davranmış ve 30 Mart seçimlerinde de iddiasının çok gerisine düşmüştür. "Halkların partisi" adında kurulmuş ancak çıkış noktasının tersine tek bir halkın ­Kürt halkının­ önderliği görevini üstlenmiş görüntüsü vermektedir. Yalnız kaçırdıkları bir kaç nokta var... Bu noktalardan biri işçi sınıfına yönelimin kendi içinde özgün yanlar taşıdığı ve daha karmaşık bir süreç olduğudur. Kürt işçiler de sadece ezilen ulus konumlarından dolayı değil artı­değer­ emek sömürüsü üzerinden örgütlenmelidir. Sosyalizmin işçi sınıfına yönelmesinin en önemli sebebi de işçinin üretimden gelen gücünün olması ve hayatı durdurabilme gücüne sahip olmasıdır. Peki, bu kurumlar hayatı durdurup yeni bir rejim olan proletarya diktatörlüğünü mü istiyor yoksa daha yaşanılabilir bir kapitalizmin hayallerini mi kuruyorlar? Tüzüklerinde programlarında kusursuz bir şekilde sosyalizm hedefi var, ancak gerçek yaşamda programın uygulama tarzı ise tamamen kapitalizmin devamını sağlamak üzerinden gerçekleşiyor.

facebook/komünağı

Komün 15

Gezi Ayaklanmasında da bu tip "gevezeliklerle" karşılaştık. Ayaklanmanın "coşkusu" ile ilgili çokça şey söyleyenler, ayaklanmanın "olması gereken" hedefi ile ilgili pek birşey söyleyemediler. Ne yazık ki Türkiye sol hareketinde bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün. Geçtiğimiz günlerde 1 Mayıs olaylarında partiler parçalanmış haldeydiler. O günden 1 gün önce ve 1 gün sonra yine "gevezeler" ortalıklardaydı. Ne kadar çok vaatleri vardı ama içinde sınıfla ilgili hiçbir söylemleri yoktu. 1 Mayıs’ın işçilerin mücadele gününün bir simgesi olduğu unutulup sanki "polis dövmek, taş atmak, molotof atmak" gibi basit olaylara indirgenmiş, asıl amaçtan sapılmıştı. Her yerde olduğu düşüncelerinde olanlar gerçekte hiçbir yerde değillerdi. Kitle yığınlarını alanlara taşımaktan söz ederken Lenin burada kitleyi başıboş bir şekilde öne sürmekten bahsetmiyordu. Kitleyle birlikte doğru siyasal çizgide savaşım vermekten bahsediyordu. 12 Eylül sonrasında soyalist hareket içindeki "tasfiyeci" yönelimin, onun siyasal hattının ve temsilcilerinin , o günkü koşullarda iyi bir görüntü çizemediği ortadayken, bugün sahneye alternatif olarak çıkmaları pekte güvenilir değildir.

Daha detaylı bilgi için kaynak önerisi: V.İ.Lenin­ Kitle İçinde Parti Çalışması

facebook/komünağı

Komün 16

CORİNTHİANS DEMOKRASİSİ

EFDAL TORLAK

"Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz". Gol atmanın futbolun orgazmı olmadığını dile getiren bu kişi Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira nam­ı diyar Doktor Sokrates. Malumunuz 2014 dünya kupasının başlamasına sayılı günler kaldı ; fakat gezegenin her bölgesinde direnişler devam ediyorken, Brezilya’daki direniş farklı bir boyut kazanıyordu. FİFA, Latin Amerika’nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesine “ beyaz fil” gönderiyordu. Brezilya’nın en büyük şehri olan Sao Paulo’da belediye otobüsü şöförleri 3 gün önce (21mayıs) greve gidiyorlardı .Şoförler haklarını almak için oldukça ısrarlılardı. “Tüm otobüsler durdu, kimse hareket etmiyor. Greve gittik ; çünkü maaşlarımızın düşürülmesine karşı çıkıyoruz. Yeni bir sendika başkanı seçmemize rağmen her şey daha da kötüye gitti.’’ oysa bu kent 12 hazirandaki açılış maçına ev sahipliği yapacak . Hal böyleyken şehirde yaşayan evsizlerde dünya kupasını protesto etmek için belediye otobüslerinin yaktılar. Diğer bir şehir olan Rio de Janerio’da da hükümet 20 binden fazla asker ve polis görevlendirdi protestoların önünü kesmek için. Ek olarak gönderilen diğer ekiplerse; kentte devriye atmaya başladılar. 14 eyalette ise; binlerce polis ücret anlaşmazlığı yüzünde bir günlük greve gittiler. İşte bu şartlar altında bir dünya kupası serüvenine daha başlıyor dünya . ...

facebook/komünağı

Komün 17

Gezegen de turnuvaya sayılı günler kala hazırlıklara devam ediyordu. Hindistan’da 35 gün süren seçimleri milliyetçi Bharatiya Janata Parti’si kazanıyordu. Parti lideri Narendra Modi twitter dan “Hindistan kazandı,güzel günler geliyor’’ diyordu. Tayland’ta cunta yönetime el koyuyordu. Güney Kore’de 188 kişi feribot kazasında ölüyordu ve Cumhurbaşkanı Park Geun­Hye, Başbakan Chung Hong Won’un istifasını kabul ediyordu. Chung, “kayıp ailelerinin çığlıkları yüzünden hala geceleri uyuyamıyorum’’ diyordu. Türkiye’de maden işçileri ölüyordu (katlediliyordu); Başbakan Erdoğan “Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarında, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olayla hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literaturde iş kazası diye bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok’’ diyordu. Nijerya’da bombalı saldırılar oluyordu, 118 kişi ölüyordu. İslamcı Boko Haram Örgütü’nün bu saldırının arkasında olduğu söyleniyordu. Ukrayna’da haftasonu devlet başkanlığı seçimlerine ülkenin doğusundaki 2 milyon kişinin katılması gerikiyordu; fakat Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin yüksek konseyi seçimin kendileri ile alakası olmadığını söylüyordu. Balkanlar ise; sel felaketinden yaralarını sarmaya çalışıyordu. Felakette evleri yıkılan bir aile geriye kalan eşyalarına ulaşmaya çalışıyor.Halk, “Bu ev için banka kredisi almıştım geriye de sadece ödenmesi gereken borçlar kaldı” derken yetkililer ise; Bosna savaşında yerleştirilen 100 bin kara mayınının sel ve toprak kayması sonucunda yer değiştirmiş olabileceğinin söylüyordu. Katolik aleminin ruhani lideri Papa Francis ise; Ürdün­Filistin­İsrail’den oluşan kutsal topraklar ziyaretine çıkıyordu. Filistin Turizm Bakanı Rula Moayah, Papa’nın ziyaretinin oldukça önemli olduğunu söylüyordu. “Papa’nın buradaki varlığı hem de Filistin’i aracını kaplayan herhangi bir koruyucu cam ve zırh olmadan gezecek olması, kendisini Filistin’de güvende hissettiğini tüm dünyaya gösteren bir mesajdır”. Birleşik Devletler’de Mc Donald’s çalışanları düşük maaşlara karşı başlattığı grev devam ediyordu. Chicago’da protestolar yüzünden 100 kişi gözaltına alınıyordu. O sıralarda yönetim kurulunda bütün yöneticilerin maaşlarının konuşulacağı toplantı öncesinde Mc Donald’s CEO’su Don Thompson’un 2013 yılında toplam 9.5 milyon dolar kazandığı açıklanıyordu .

facebook/komünağı

Komün 18

9 yıl önce, 1­17 mayıs gününde Brezilya’da MST (Topraksızlar Hareketi ) uzun yürüyüşe çıkıyordu.

MST Lideri Joao Pedro Stedıle “Bir örgütlenme teorimiz var. Birinci ilkemiz, herkesin birlikte karar alması, herkesin birlikte yapmasıdır. İkinci ilkemiz ki bunu da yine tarihimizden öğrendik, gücümüzü militanca birlikte çalışmaktan alıyoruz ... Brezilya’nın aslında sosyal yapısı çok eşit çünkü;milyonlarca yoksul var.Biz Yoksulluk konusunda çok zenginiz” diyordu.(*) Joao Pedro Stedıla Brezilya’nın gelmiş olduğu konumu tarif ederken, biz de küçük bir hatırlatma ve yer değiştirme (Brezilya & Dünya) yaparak durumun vahim olduğunu ve ekranları başında ki seyircilere şu sözleri “Dünyanın aslında sosyal yapısı çok eşit; çünkü milyonlarca yoksul var. Biz yoksulluk konusunda çok zenginiz” hatırlatarak dünya kupasını boykot etmeye çağırıyoruz. Televizyonu kapat ! (*)MST Lideri Stedile’le Röportaj ­ Metin Yeğin – www.latinbilgi.net

facebook/komünağı

Komün 19

BİZ MİYDİK GÖKYÜZÜNE ULAŞACAK OLAN

RAGNAR

BİZ MİYDİK GÖKYÜZÜNE ULAŞACAK OLAN YOKSA GELİP GEÇİCİ BİR DÜŞ MÜYDÜ BU GÜNLER NASIL BİLEBİLİR Kİ İNSAN GELECEĞİ NASIL DÜŞLEYEBİLİR GERÇEĞİ

Düşlerimizin gerçek olacağına şüphe yok. Yeni bir bahar geçirdik, yaza doğru gidiyoruz. Yazın baharın meyveleri büyümüş olacak. O zaman anlaşılır işte bu sene nelere doğru yol alacağımız. İnsan yapmak istediği şeyin ne olduğunu bilmezse her işi yarım kalır. Bu bir öneri yazısıdır.

"Bu halk hala neden çıkmıyor?", "Daha ne kadar ölecekler anlamak için?" türevi sorular cevapsız sorulardır. Sorulması gereken her zaman nerde eksik bıraktığımızdır. Bu tip sorular her zaman yanlış halk tahlili üzerine geliyor. Geleceğimizin nasıl olması gerektiğini biliyorsak bugünümüzü ona göre dikmeliyiz. Örümcek ağ yaparken uygun bir yer bulur, ağının ortasını ayarlar ve başlar örmeye. Bu eylem avlanmak ve soyunu devam ettirmek içindir. Biz ağ öremeden av arıyoruz, çok bekleriz sonra da av oluruz. Kentin insanını bilmeden, coğrafyasını bilmeden devşirme mücadele yürütürüz ancak, özellikle İstanbul’da . Her ilçe bir şehir gibi çünkü bu şehirde. Yazı bağlamı Bu şehirlerin, bu insanların ortaklığını kurmanın yolunu bulmak gerek. Yaşam ortaklığını. Bunun için birlikte vakit geçirmek değil yaşamak gerek. Yeteneklerin paylaşıldığı ortak yaşam alanları kurulmalıdır, kuracağız. Park alanları, işgal evleri, kamplar ve diğer her ne olursa. Üretmeden paylaşma, paylaşmadan yaşama.

facebook/komünağı

Komün 20

BİREYİN "POLİTİK" DEVRİMCİLİĞİ "ELEŞTİR"İN SINIRI!

D.BÖRKLÜCE

Bireyin “Politik” Devrimciliği, “Eleştiri”nin Sınırı! “Yaprak dahi kımıldamıyor!..” Bu sözü duyan kaldı mı? Bir zamanların sol sohbetlerin ana vurgusuydu diyebiliriz. Kendi “zaman ve mekanı” üzerinden hareket eden birey­(ler )süreç ile ilgili bir analize girdiği zaman bahsettiğimiz sözün etrafında dolaşırdı. Vay o yaprağın haline(!) Birey burada yaprağa takıldı. Peki ağaç?.. Ya rüzgar?.. Gezi’de ki ağaçlarla ironik bir bağlantı kuracak değiliz. Bu şüphesiz ciddi bir mizah olurdu. Yalnız kapitalizmin bir kaldıraç görevi gördüğü çağda, tüm sihri kendi “girişkenliği” üzerinden hesaplayanlar için yığınların ayaklanması ya da ayaklanmacı bir ruha sahip olması şaşılacak bir şeydi. Kendiliğindenciliğin kutsanması bizden uzak olsun, lakin şu son bir sene “okumuşlarımızı” adam etti. Artık kimse yaprağı konuşmuyor. Yaprak kımıldadı(!) Rüzgar esiyor. Sokaklar kaynıyor, sloganlar patlıyor, adımlar genişliyor… Paçavradan ajite olsun diye değil bu laflar. Rüzgar esiyor!.. İyide ya biz? Biz nasıl ayakta kalacağız(?) "Şimdi devrimcilik zamanı..." Peki dün...(?) Her yükseliş döneminde devrimde, devrimcilikte prestij kazanır. Kendiliğindencilik, devrim iddiasının lafız da kabulü, pratikte ise kendini sakınmasıdır. Kendiliğindenci, döneme uyar. Kitle hareketinin hücuma kalkıştığı, yüksek seyirle ortaya çıktığı anda ‘devrimcilik’ yapma dürtüsü artar. Fakat bir geri çekiliş anında ise ortadan kaybolur. Bu anlamda var olan hareketin sınırlarında kalma şöyle dursun, bu kaybolma durumu politik devrimciliği maziye götürür. Birey, iki yığınsal eylem arası esameye ismini yazdırmaz. Ara dönem uzarsa, umutsuzluk çanları ilk başta kendi kafasında çalmaya başlar. Hareketin dev gövdesinin dinlenmeye çekildiği, mücadele düzeyinin düşük olduğu evrede olsa olsa sözsel bir radikalizm örneklerini yaratır. Öyle görmüş, bunla beslenmiştir! “Bedel ödeme mevcut devrimci hareketlerin bu evre de hareketi ileriye götürme kurgusunun biricik temel taşı olmalıdır. Devrimci hareket bedel ödemeden büyüyemez(!)” Yani birey, böylece olması gereken durum ile kendi “olduğu” durum arasında ki bağlantıyı ikinciyi birinciye endeksleyerek aradan çıkarmış olur.

facebook/komünağı

Komün 21

“Eleştiri”nin eleştirisi… Ayaklanma, bir toplumsal hareket olmasının da yanında meşruiyeti, enerjisi, atılganlığı ve militanlığı ile devrimin hareketine su taşır. Yeni yeni insanlar kitlesel olarak bu hareketin çeperine düşerler. Bu bilinen devrimci durum tanımının da geçerliliğine denk düşer. Yani eylemin kendi muhtevası tüm kapsamı ile devrimci hareketi besler. İşte ismini belki bugüne kadar duymadığınız kentlere bakın… Boykotlarla güne başlayan liselerin listesini tutmaya çalışın. Semtlerin havasını değiştiren, parklarını ele geçiren, binalarını işgal eden “girişkenlik” çıkış noktasında ayaklanmanın gücünü bulur. Sokağa çıkanlar sırtlarını ayaklanmaya yaslarlar. Bu ciddi bir avantaj… Fakat devrimci hareket bu durumu bir “tüketim çılgınlığına” çevirirse ayaklanma karikatürize olur. Kendiliğindenci birey için işte tamda bu anlar “yakınıp yıkılma” anlarıdır. Böylelerinin sıkı bir terapiye ihtiyacı olur. Ah!.. o yanıp tutuşan sokaklarda olmasa, vay halimize(!..) Pratiğin “hava alan” seansı iyi bir terapidir artık. Militan(!) birey, o eylem senin bu eylem benim koşar. Önde olmanın hakkı ile geride olanın pozisyonuna ideolojik­politik lügattan kavramlar takar. Eylemin sözünü söylediği, yerini diğer eyleme varan aralığa bıraktığı anda bu militan köşesine çekilir. Politik devrimcilik burada devreye girer. Marksizm, hasmına karşı bir eleştiri kurgusu değildir. O, salt pratik karşı koyuş üzerinden de var olmaz. Marksizm, teorik varlığını, yıkıcılığını, uzlaşmazlığını hissettirir. Marksizm adına hareket eden birey, künyesinde bu “hazineyi” taşır. Bu anlamıyla Marksizm bireyi tüm “siyaset felsefelerinden” zihinsel olarak koparır ve bir “kopuşa” sürükler. Kapitalizmi yıkma kararlılığına sahip bir marksistin tutarlılığının yanında, eklektik bir karışım ile devrimcileşen bireyin olaylar karşısında ki değişken tavrının (liberal, demokrat, hümanist yan) olma durumu talihsizliğini bu kopuşun gerçekleşmemesine borçludur. Eklektik olan, eleştirisel sosyalistliğin, kapitalizmin sınırları içinde ki refleksif tepkisine muazzam bir değer biçer. Daha açıklayıcı olursak eğer, yolsuzluk karşısında, Soma katliamı karşısında … Bu sosyalist yan en fazla “eleştiri” üzerinden bir teşhire gider. Yani burada marksizm­leninizmin tarihsel olarak kendiliğindenci bilince karşı tahakküme geçtiği politik­pratik formülasyonundan eser yoktur. Hoş bu yoksunluk her daim vardı. Ekonomizm, kaba işçicilik, ikamecilik ve bunların diğer ucu salt­şiddet vurguculuğunun devrimci­komünist politikada bir karşılığı yoktur. Lenin’in Martov’la tartışırken de örneklediği; sendika temsilcisi tadında ortaya konulan “içeriğin” kendiğindenci bilincin ötesinde olmadığı açıktır. Hali ile bir ayaklanmanın gölgesinde sürdürülen devrimciliğin üretimsizliği “atın önde gitmesi” ile açıklanabilir. Ayaklanmanın biriktirdikleri hala önde gider!

facebook/komünağı

Komün 22

Takvim yaprakları ve politika (!) Emekçi mahalleleri düşünün… Yılların sol pratiğini nüfus etmiş, görmüş geçirmiş ve gözlemlemiş bir yığın. Devrimin, devrime muhtaç kitlesi!.. Normal zamanlarda ne kararda tükenmişler ve tüketilmişlerdi(!) değil mi? Sol hareketlerin takvimsel eylemlilikleri dışında gövdesine dahil olmayan, üzerlerinde politik bir kopuş yaratılamayan bir kitle. Siyasal­politik­devrim çalışması yapılıyor mu sizce buralarda?.. Herhangi bir emekçi mahallesinde, “Sosyalizm, siz bu sınıfın insanlarına bunları sağlayacak” muhtevasında bir çalışmaya rastlıyor musunuz? Pek rastlamak mümkün değil. Ne yapılıyor peki buralarda? Söyleyelim: “Eleştiri!” Bir ölüm, bir katliam, bir hak yeme eleştirisi!.. Ve sıklıkla bir anma. Takvim yaprakları açılsın(!) Siz bu insanlarda devrime dair fiziksel bir kopuş yaratamazsınız. Kendi sınıf sezgileri ve o anlık “güdülenmeleri” ile bu insanlar belki sizinle aynı noktada olabilirler. Ama bir tercih aşamasına gelen “konumlanma” sırasında, bu insanlar gidip CHP’ye (sadece bir örnektir) oy verdiklerinde şaşırmayacaksınız. Beceriksizlik sizdedir… Tercih bu insanların “az bilinci” ya da “cellatlarına aşık olmaları” ile açıklanamaz. On binler halinde boğaz köprüsüne yürüyen, barikatları güçlendiren de bu insanlardı. Fakat sosyalizm tek başına, bir yaşasın …. (!) sonrası demek değildir. Bir eşitlik, özgürlük vurgusu demek değildir. Mülkiyet ilişkilerinin köklü bir değişimi, başka bir ilişki ağıdır. Sosyalizmin için sosyalizmin “özü”nden ziyade, bir kapitalizm (hoş oda aktörlerini aşmaz) eleştirisini mutlak görenlerin vardıkları nokta aslında burjuva­ demokratizmden ötesi değildir. Yani sınıfların ortadan kaldırma ülküsü artık tarihi bir marşın dizelerini süsler(!) Yazıda belirtmek istediğimiz ana esas bu siyasal­politik devrimciliği bir gelişme ve devrimi örgütleme aracı haline getirme gerekliliğidir. Bireyin eylemsel vurgusu sadece biçimsel bir belkenti ve heyecan(!) arsuzu ise “asıl marksizm” bireyin yanına uğramamıştır henüz! Çünkü böylesi birey eksikliklerde devrimci niteliği değil, görüntüyü sorgular. Sınıfın, bir ayaklanmada katılım eksikliğini bilgiç edayla çığırır ama iki başkaldırı arasında sınıfa ayaklanmanın politik etkisi ile rücuh edemez. Akıl eder ama gözü yemez (!)

facebook/komünağı

Komün 23

"Yoldaş" olalım!.. Fabrikaları işgal eden, ateşe veren, yeraltında ve yerüstünde kapitalizm tarafından katledilen, sokaklarda kurşunlanan, sosyalizmi “saf” bir inanmışlıkla dövüşken kılan insanlarımız var. Üniversitelerin kapılarını zincirleyen, devletin çıplak “zor”una başkaldıran insanlarımız var. Bir mahalleyi “devrimin namusu” bellemiş, “soysuzlar takımı”na karşı koruyan insanlarımız var. Polislerin üzerine yürüyen, yüzlerine tüküren kadınlarımız var.

Tırsak kabadayılılıkları kendi balkonlarında(!) icra eden, halkın öfkesinden markete sığınarak kurtulan yönetenlerimiz(!) var. Lakin devrim öznemiz kambur, çok başlı… Sanırız güçsüz… Onu ayağa dikebilecek yörüngemiz var. Marksizm tüm otantik ve ortodoks (!) havası ile genç alınlarda parlamayı şart koyuyor. Devrimin kitlesi, zihinsel bir ele geçiriş ve fiziksel bir kopuşla ilerleyebilir. Ve Marksizm bunu yerine getirebilecekleri “yoldaş” olmaya çağırıyor!

facebook/komünağı

Komün 24

#ŞİİR EYLEMDE

Nikola Vaptsarov

Doğduğum toprakların üstünde bütün gün gülümsedi gökyüzü. Gece yandı yıldız avizeler tan atıp gün doğuncaya İşleri bitip akşamleyin dönerken eve yürüyerek düşmanımı gördüm gölgede uğrunuğrun elinde tüfek.

Sev demiştin, anneceğim, İnsanları beni sevdiğin kadar. Sevebilirdim, anne, ama ekmek ve özgürlük de var.

facebook/komünağı

Komün 25

SOSYAL MEDYA VE GÖZETİM TOPLUMU

AYVAZ LOLAN

Sosyal medya içeriğine giriş yapmadan önce gözetim toplumu nedir? Neden gözetleniyoruz sorusuna bir cevap aramamız gerekiyor. Sınıf savaşımında iktidarı elinde bulunduran erk siyasi iktidarını korumak için bir takim tedbirlere ihtiyaç duyar. Güvenliğini tehlikeye sokacak her şeyi denetlemek ve gözetim altına tutmak. Gözetim toplumu ile ilgili çalışmalarda karşımıza “panoptikon” kavramı çıkmakta. Panoptikon, İngiliz toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1975 yılında tasarlamış olduğu hapisane modeline verilen addır. Bütünü gözetlemek anlamına gelen bu tasarımda kulede bulunan nöbetçi hücre penceresinden mahkumu izleyebileyecektir. Herhangi bir yanlış davranışta ceza alacağını düşünen mahkum, izlenildiği kaygısıyla davranışlarını buna göre şekillendirecek ve böylelikle kendi rızasıyla uyumlu hale gelecektir. Bundan hareketle Foucault, “hapisanenin doğuşu” adlı kitabında Panoptikon kavramını iktidarla ilişkilendirmiştir. İktidar her yerdedir; okulda, hapishanede, hastanede, sokakta yani yaşamımızın her alanına yayılmıştır. Toplum egemen iktidar tarafından her yerde kuşatılmıştır.

Biri bizi gözetliyor yarışmasını andıran “MOBESE” sokakta geçirdiğimiz her anı kayıt altında tutuyor. Böylelikle sokaktaki insan izlendiğinin farkında olduğu bilinciyle hareket ederek davranışlarını denetliyor. İş merkezlerinin mimari yapısı da gözetlenebilmeye göre planlanmakta. İşyerinizde patronunuz ve ya sorumlunuz tarafından paravanlarla ayrılan bölmeniz rahatlıkla gözlenile bilmekte. Sadece patron değil iş arkadaşınız tarafından da takip edilebilirsiniz. Rekabetin kutsal sayıldığı günümüzde yanı başınızda sizinle aynı işi yapan bir iktidar daha doğmakta…

facebook/komünağı

Komün 26

Telgraf Tellerinden Sosyal Medyaya Uçan Kuş Telgrafın buluşuyla beraber iletişimde bir devrim yaşandı. Zaman mekan sınırlamasını ortadan kaldırdı. Bilgi bir noktadan başka bir noktaya her türlü coğrafi sınırlılıkları ve ulaşım engellerini ortadan kaldırarak hızlı bir şekilde iletilmesi sağlandı. Telgrafla birlikte ulusal çitler yıkıldı. Aynı mekanda bulunmasanız da uzakta ki bir pazarda üretilen malların piyasa fiyatından haberdar olabilirsiniz. Demiryolu, karayolu, denizyolu ve hava yoluna gerek kalmadan bu bilgiye rahatlıkla ve daha hızlı ulaşabilirsiniz. Günümüzde sosyal ağlarla bu daha mümkün hale geldi. Bilgisayarın hayatımıza girmesi, internet kullanımının yaygınlaşması bilgiye ulaşmamızı daha da kolaylaştırdı.

Bu gelişmeyle beraber iş dünyasında da yeni olanaklar sağlandı. Örneğin; Daha önce gitmediğiniz ve ya görmediğiniz Afrika ya da Uzak Doğu Asya da bir iş yeri açabilirsiniz. Orda bulunan bir firmayla ortaklaşa çalışabilirsiniz. Size ulaşan istatistiksel verilerle karalar alabilir ve denetim yapabilirsiniz. Çalışma koşulları ve bundan doğacak problemlerde sizi ilgilendirmez. Önemli olan markanızın üretimi ve karınız. Görünür olmaktan da kaçınırsınız üstelik. Üretici ve üretenler aynı mekanda olmasına gerek kalmadan, alıcı ve satıcı aynı pazarda bulunmadan bu iş gerçekleşir. İşte bu gizemin adı Marx’ın Kapital’de işlediği meta fetişizmi. Sermayeyi elinde bulunduran güç tıpkı panoptikon da olduğu gibi gizlenir ve denetler.

facebook/komünağı

Komün 27

Son zamanlarda reklamlar da dahi gözetimin ne aşamaya geldiğini görebiliriz. Coca cola reklamında halay çeken bir grup mobese kamarası görüntüleriyle verilmiş. Ne kadar da mutluyuz? Hep beraber omuz omuza… Dikkat edin yaşam çok hızlı bir saniye gözünüz başka yere kaydığında omuzdaşınız bir bakmışsınız ki patron olmuştur. Google, youtube gibi dijital alanlar, twitter, facebook gibi sosyal ağlarla beraber bilgi paylaşımı daha da evrensel hale geldi. İktidarlar için güvenlik sadece devlet yapılanmasına önem değil bireylerinde ne düşündüğü ve yönelimleri de önemlidir. Bu nedenle toplumun algısını da kitle iletişim araçlarıyla yönlendirmeye çalışır. Özellikle gençlerin sanal alanlarda yaratılan dünyaya hapsedilmek istenilir. Sosyal medyaya sermaye sahipleri ve devlette kar ve güvenlik gibi kavşak noktaları vardır. Her gün kullandığımız facebook gibi sosyal ağlar devasa rakamlarla açıklanan reklam karları demek. Arkadaş edinme sitelerinin arkasında yatan büyük bir ticaret ağı. Tıklanan her beğeni ve paylaşım aynı zamanda kullanıcıların kimliği, arzuları, zevkleri, gittikleri mekan, okunan kitaplara kadar bir çok veri barındırır. Kişisel zevklerinize göre facebook bunu sizin yerinize düşünür ve ilgi alanlarınızınla ilgili kişisel reklam seçeneklerini sunar. Facebook’un Whatsapp’ı alması da aslında sizin kişisel verilerinizi satın almasıdır. Sonun da meta olmaya hak kazandınız. Bilgileriniz alınıp satıldı ve siz buna gönüllü olarak katıldınız. Yoksa ben mal mıyım ki alınıp satılayım Kibar Feyzom? Ayaklanmayacaktın Yüzyıl Kapitalist sistem kendi mezar kazıcılarını bu kez gerçek dünya da yaratmakla kalmadı sanal alemde de üzerine mermer döşetip adını klavye tuşlarıyla estetik hale getirdi. Üstelik bunu kıbleyi şaşırıp hortumla nefesi Akciğerine solmaya çalıştığı organıyla denemeye çalıştı. Keşke her şey istediği gibi olsaydı. Gençlik apolitikti ya sanal oyunlara dalmıştı, peki bu Wall Street’i İşgal Et, Arap devrimleri, Gezi ayaklanması da nerden çıktı. Bu benim gençliğim değil üstelik dindar bir nesilde değil. Kalmış olduğu enkazdan üstün bir zeka örneği göstererek “yaratıcı yıkım”, bireysel çaba, rekabet, hız, esneklik, kriz yönetimi, her duruma göre plan yapabilme, krizi fırsata çevirmeyle çıkabilecek mi göreceğiz. Hal böyle olaydı sosyal medya da kullanıcı adımızı “sünger bob” yapardık.

facebook/komünağı

Komün 28

Evet gözetleniyoruz doğrudur. Fabrikada, tarlada, okulda, sokakta bu da doğrudur. Ama kendini görünür olma sevdasına muhtaç bırakan iktidar ve onun temsilleri. Evet bizde gözetliyoruz. Bu ikili bir ilişki ve kendi rızalarıyla her gün televizyonlarda podyum mankenini aratmayan görüntüleriyle bunu yaptılar. Gazetelere manşet oldular. Balkonlarda konuşma sanatının inceliklerini gösterip Soma’da market aradılar. Twitterı yasaklanmasını onayıp kendileri bu yasağı deldiler. Gel de “Gül” me…

Gözetim toplumunda sosyal medya önemli bir işlev görüyor. Karşıtların savaşımı bu alanda da devam ediyor. Her alana akışkan bir şekilde yayılan iktidar karşısında her alanda cephe açarak ilerleyen bir toplum yaratıyor. İktidar kendini her yerde hissettiriyor ama kiminle uğraştığını da biliyor mu? Gençlik gelecek, geleceğin adını Afrikalı bir madenciye sormuşlar. Demiş ki güneşi her gün görebilmektir… Ve zaman kırıldı, mekanlar yer değiştirdi, ulusal çitler sadece ağlar üzerinden de yıkılmıyor Kübalı madenciler enternasyonalizmin örneği gösterip Soma’ya destek oldular ve sesleniyorlar Viva Sosyalizim…

facebook/komünağı

Komün 29

UKKTH' na YAKLAŞIM

H.DEDE

Son günlerde Ulusal Kurtuluş Hareketi üzerine çok yazılıp çiziliyor. Konunun muhatabı, devrimci hareketler dışında da, aydın­akademisyenler tarafından geniş ölçekte tartışılıyor. Bu tartışmada biz işçileri ilgilendiren kesim elbetteki bu konuda bedel ödeyen, kafa patlatan devrimci hareketlerdir. Devrim ve komünizm mücadelesi verenlerin, biz işçilere referans olarak verdikleri ölümsüz önderimiz Lenin'e başvuracağız. Ulusal Kurtuluş Hareketi üzerine bakış açımız nasıl olmalı? Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı'na ilişkin bir hatırlatma yapmakta yarar var. Lenin bir Ulusal Kurtuluş Hareketini destekleme sorunu ile UKKTH arasında, komünistlerin bir ayırım yapması gerektiğini belirtir. Lenin'in koşulsuz diye nitelendirdiği Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı'dır. Yani ilhakın hemen sona erdirilmesi ve ayrılıp başka bir devlet kurma hakkı için, komünistler, ezilen ulusun kendi kaderini tayin edebilmesi için en uygun koşulu yaratmalıdır. Burada ezen ulus proletaryası hiç bir ön koşul ileri sürmez. Sınıfsız ve sınırsız bir topluma gidebilmek için proletarya birleşik devletten yanadır. Bu tercih ise biz ezen ulus proletaryası tarafından değil, ezilen ulus proletaryası tarafından dile getirilir. Ezen ulusun proletaryasının bu tercihi dile getirmesi doğru değildir. Birleşik örgütlülük tamda böylesi bir politika için ön koşuldur. Ezen ulus proletaryası ayrılma özgürlüğüne vurgu yapar, ezilen ulus proletaryası ise ayrılmanın değil birleşmenin vurgusunu yapar. En gerçek demokrasi bunu gerektirir. Lenin "sosyalizme siyasal demokrasi dışında başka yollardan varmak isteyenler ahmaktır" der, bir sözünde. Var olan ulusal kurtuluş hareketini destekleme sorunu ise, bu tamamen Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı'ndan ayrı bir sorundur. Burada hareketin niteliği önem kazanır. Yani, "koşulsuz destek" yoktur. Komünistler, Ulusal Kurtuluş Hareketi'ne koşulsuz destek vermezler. UKH, emperyalizmle ilişkilenmediği, mücadelesinin devrimin genel çıkarları ile kesiştiği noktada desteklenir.

facebook/komünağı

Komün 30

Bununla birlikte bir ulusal kurtuluş hareketi, komünist hareket tarafından, bir "marksist hareket"miş gibi eleştirilmez ve değerlendirilmez. Eleştirisi, siyasal, politik stratejik ve taktiksel adımlarının içeriğine yöneliktir. Yakıştırmacı ve damgalayıcı olmamalıdır. Barış isteminin haklılığı ile "barış"ın çözümünün burjuva sınırlar içerisinde aranmasının eleştirisini doğru bir şekilde ele almak komünist hareketin işidir. Ulusal Kurtuluş hareketine koşulsuz destek komünist düşünce değildir. Lenin, Ulusların Kendi Kaderinin Tayin Hakkı'nın koşulsuz tanınmasının gerektiğini savunur. UKKTH'nı tanımanın devrimi emperyalizme kaptırmak olacağını düşünenerek karşı çıkanlar, peki karşısına ne koyuyor? İlhaklara devam politikasını mı? Devrimi emperyalizme terk etmemek adına Kürdistan'ı zorla ilhaka devam mı edeceğiz? Yoksa ulusal sorunun çözümüne yönelik devrimci politikaları ezen­ezilen ulusun proeleterlerine mi taşıyacağız? Lenin'in dediğinden biz işçiler, ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını koşulsuz kabulü öğreniyoruz. Sadece Ulusal Kurtuluş Hareketine koşulsuz destek verilmez.

facebook/komünağı

Komün 31

ŞİDDET YA DA ÖZSAVUNMA

EDİZ YILMAZ

Şiddet daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi ‘otorite’ sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda sindirmek için karşı tarafa uygulanan zarar vermeye yönelik psikolojik bir davranış türüdür. Günümüzde ve önceki çağlarda bazen krallar bazen devletler bazen de derebeyleri otoritelerine zarar verebileceklerini düşündükleri unsurlara karşı bu şiddet geleneğine başvurmuşlardır. 19. yy’da Paris Komünü’ne karşı Prusya ve Fransız askerleri,Bolşeviklere karşı Çarlık Rusya,günümüzde Kürt mücadelesine ve sol yapılanmalara karşı olan şiddette bu geleneğin hala sürdürüldüğünü göstermektedir.

Devrimci Şiddet Şiddetli denir asi ırmağa ama kimse şiddetli demez Onu sıkıştıran yatağına. Şiddetli denir huş ağacını büken fırtınaya. Ya yol işçilerinin belini büken fırtınaya? ­Bertolt Brecht Devrimci şiddet zorunluluktan doğmuş ve yaşamı savunma amaçlı şiddettir. Devrim olgusu kendine manevi olarak değil fiili olarak karşı çıkanları bu yolla saf dışı bırakmaktadır ve bırakacaktır. Engels’in de dediği gibi ‘Devrim olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim nüfusun bir bölümünün tüfek,süngü,top gibi söz uygun düşerse otoriter araçlar kullanarak kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne kabul ettirdiği bir eylemdir.’. Bu nedenle her şiddet eş kabul edilemez. Devletin uyguladığı her şiddet somut değilidir.

facebook/komünağı

Komün 32

Devrimcilerin yaptığı özsavunma meşrudur. Normal bir zamanda elinde tabancasıyla zorbaca gezip eylem yapmak bir özsavunma değil şiddettir. Ama demokratik haklarını kullanarak yaptığı eylemin kolluk kuvvetler tarafından engellenmesi ve devrimcilerin üzerine ateş açılmasına karşılık verilmesi bir özsavunmadır ve meşrudur. Bu yapılan eylemde uygulanan şiddetle bir insanın normal bir zamanda elinde silahıyla uyguladığı şiddet farklıdır. Bundan dolayı her şiddet eş kabul edilmez.

facebook/komünağı

Komün 33

ÖRGÜTLENME SORUNU ÜZERİNE

MUCUR

Dünün, bugünün ve yarının gündemi; örgütlenme.

“Örgütlü bir halk” özellikle böylesi hareketli dönemlerde ön plana çıkan bu söylemin altını doldurmak gerekir. Bahsi geçen “örgütlü halk” söylemi neyi ifade ediyor? Halk nasıl örgütlenir? Milyonları örgütlemek mümkün müdür? Bu soruların cevaplarına tarihin sayfalarına baktığımızda ulaşabiliriz. Paris Komünü’ne, Sovyetler’in inşasına göz attığımızda “örgütlenme” kavramının hayattaki karşılığına rastlamak mümkündür. Ancak biz kendi somutumuzdan bu kavramı ele almaya çalışalım ve 1 yıl önce bu günlere dönelim. Sizlere kendiliğindenliğin önüne geçememiş, sağlam temeller üzerine kurulu olmayan bir “örgütcüklenmeyi” hatırlatacağım. Adı; Taksim Dayanışması. Hatırlayalım, geçen sene bu günlerde İstanbul Gezi Parkı’nda başlayan olayların bütün ülkeyi sarıp ayaklanmaya, isyana dönüştüğü günlere dönelim. Ülkenin her bir yanında yüzbinler sokaklarda, dillerinde “hükümet istifa” sloganı; alanlar, meydanlar zapt edilmiş durumda. İstanbul’da kısık seslerle öne çıkan bir Taksim Dayanışması… İnsanlar bu dayanışmanın çağrılarına kulak veriyor. İlerisi gerisi tartışılır bir irade ortaya çıkıyor. Bu irade kendince bir program da ortaya koyuyor. İnsanlar bu iradenin isminin yazılı olduğu yelekleri giyiyor, bayrakları tutuyor, bildirilerini dağıtıyor, bildirilerini alıyor. Bu “örgütcüklenme”nin yüzbinlerce üyesi mi var? Hayır. Bu “örgütçük” siyasi bir misyona veya bir sınıfa mı dayanıyor? Hayır. Daha önce bu “örgütçük”ün adını yüzbinlerce insan bilir miydi? Hayır. O zaman kitlelerin gözünü, kulağını Taksim Dayanışmasına çeviren şey neydi?

facebook/komünağı

Komün 34

Taksim Dayanışması Taksim üzerinden kendini var etmiş bir yapı. Az ya da çok, ileri ya da geri, mimarıyla, çevrecisiyle, aydınıyla, avukatıyla, solcusuyla bir bütün, bir somut olarak ortada duruyor. Milyonları örgütleyemezsiniz. Ama o milyonları örgütlü, canlı bir bütün etrafında toplayabilirsiniz. Milyonların iradesi haline gelebilirsiniz. Böyle bir durum ancak hareketli dönemlerde ortaya çıkabilir. Evrimci bir dönemde milyonlar irade arayışından kendilerini sıçramalara taşıyacak olan araçların arayışından uzakta durabilirler. Ancak son bir yılda tamamıyla gözler önüne serilen devrimci dönemlerde milyonlar canlı örgütlülüklerin etrafında toplanabilirler. Tartışmamız eksisiyle, artısıyla geliyor ve devrimci araç, devrimci örgüt sorunsalına dayanıyor. Canlı, devrimci bir örgütlenme nasıl oluşur? Bu sorunun işaret ettiği bir şey var ise o da işçi sınıfıdır. Bugün kendinize örgüt deyin. Bugün on binlerce bildiri, gazete, broşür dağıtın. Bugün binlerce insan bayraklarınızı tutsun. Şehirlerin duvarlarını afişleriniz süslesin. Eğer biricik devrimci sınıf olan işçi sınıfı içerisinde örgütlü değilseniz devrimci bir araçtan, örgütlenmeden bahsedemezsiniz. Sorunun cevabı ortada duruyor. İşçi sınıfı örgütlenecek, işçi sınıfı kendi müttefiklerini örgütleyecek. Bugün her fırsatta sokaklara çıkan binlerin örgütlü işçi sınıfı etrafında toplandığını düşünün. Toplumun bütün ezilen kesimlerinin işçi sınıfı örgütlülüğü etrafında kümelendiğini düşünün. Bu düş bizlere yolu gösteriyor. Ne yapılması gerektiği gözler önüne serilmiş durumda. Toplumun bütün ezilen kesimlerinin kaderini belirleyecek olan işçi sınıfının örgütlülük ve önderlik sorununa bağlıdır. İsyanı büyütmenin, hedefe ulaşmanın tek çıkar yolu işçi sınıfını devrimci­ komünist bir program etrafında örgütlemekten geçiyor.

facebook/komünağı

Komün 35

SOSYALİZM VE SAVAŞ

CAN ALTUĞ

Değerli dostlar, yazıya başlamadan önce tesadüf bir şekilde, bu dergide emeği geçen ve bu yazıyı yazmama imkan sağlayan değerli yoldaşları canı gönülden kutlar, Türkiye solunun gereksiz ve acımasız olan kaprisinden biraz olsun nasibini almamış bir şekilde yollarına devam etmelerini dileyerek yazıma başlamak istiyorum. Sosyalistlerin savaş konusuna bakış açılarına dair bir kaç şey söylemek istiyorum; olası bir iç savaşta ya da ulusların arasında geçecek bir savaşta tavrımızın nereden taraf olması gerektiğini, azgın kapitalizmin '' milliyetçi'' yalanları ile mi yoksa ''sınıflar mücadesinin dengelerine'' göre mi yapmamız gerektiğini tarihe marksist açıdan ele alan bir anlayış ile izah etmeye çalışacağım. Toplumun bir çok kesiminde ne yazık ki durum böyle. Lenin " Biz Marksistler, her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dahil değiliz" der. Her toplumsal olaya olduğu gibi, savaşlara da sınıf penceresinden bakmak gerekmektedir. Savaşları değerlendirmek için, öncelikle savaşların doğuş koşullarına, savaşın hangi sınıfa hizmet ettiğine ve savaşı hangi sınıfın yönettiğine bakmalıyız. Marksist açıdan bakıldığında iki tür savaş vardır. İlerici ve gerici savaşlar. Savaşı yöneten sınıf ilerici devrimci sınıf ise, sürdürdüğü savaş ilerici savaştır. Lenin, bu tür savaşlara burjuvazinin devrimci olduğu dönemde feodalizme karşı yürüttüğü savaşı örnek verir. Fakat günümüzde ise Burjuvazi Osmanlı teokrasisini yendikten sonra Kemalizm ile birleşerek ilerici niteliklere sahip olmuş, egemenliğini kurduktan sonra gericileşmiş; devrimci, ileri olma özelliği işçi sınıfına geçmiştir. Bu rol değişimi 1848 devrimleri ve 1871 Paris komünleri olarak belirtmiştir Lenin. Türkiye'de bu değişim ise Cumhuriyeti kurduktan sonraki aşamaları kapsamaktadır. 1919­1923 olayları, İşçi sınıfını isyanının kanla bastırılması, susturulması burjuvazinin ilerici vasfını yitirmiş gerici bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Kapitalizm bu ülkede emperyalist aşamaya geçtiğinde burjuvazi işçi sınıfına karışı daha önce savaştığı gerici kurumlarla işbirliği yapmaktan çekinmemiştir.

facebook/komünağı

Komün 36

Bu yüzden sosyalistlerin emperyalist savaşlara pazar paylaşımı mücadelesi veren burjuva sınıfların hakların kanını dökmesine karışı çıkmasını gerektiğini söyler Lenin. Her türden savaşa karşı çıkmak gericiliktir. Sosyalistler haklı savaşları destekler, haksız savaşlara karşı dururlar. Bunun en büyük örneği, birinci emperyalist paylaşım savaşında "anayurdun savunulması" sloganı ile kendi burjuvazisi ile birlikte olup, savaşı destekleyen İkinci enternasyonel partilerin "sosyal sovenist" olmasıdır. Eğer işçi hareketin öncülüğünde burjuva sınıfına yapılan bir savaş söz konusu ise haklı, meşru ve ilerici bir tutum söz konusudur. Günümüzde bu savaşın olduğu yadsınamaz. Ezilenler Mısır'da Tunus'da Cezayir'de ­arap baharı­ denilen o dönemde bunun örneklerini verdi geçtiğimiz yıllarda. Şimdi ise hem dış müdahele hem de içten karıştırma operasyonları karşısında bulunan Suriye ve Ukrayna halkları bu yakıcı gündemlerle karşı karşıya. Irak bir buçuk milyon sivilin ölümü ile bu bedeli ağır bir şekilde ödedi... Lenin'in Sosyalizm ve Savaş adlı eserinden gerek tarihi iyi irdelemek adına gerekse güncel dersler çıkarmamız adına öğreneceğimiz çok şey var arkadaşlar !!!

facebook/komünağı

Komün 37

SANAT İÇİNDE GELECEĞİ BARINDIRAN BİR SİLAHTIR!

SZPİLMAN

Antik Yunanda bir ‘’ibriği ‘’tuvalete koyarsanız, o sadece ihtiyaçlar için kullanılan bir testidir. Aynı türden başka bir ibriği, müzeye koyarsanız o artık parlatılmış bir sanat eseridir. İnsanlığında içinde bulunduğu durum böyledir.Bizi biz yaptığına inandığımız şeylerin özümüze katkısı aslında çok gereksizdir. Bizi değersizleştiren ve asalağa çeviren bu kaygan zeminli dünyada, sadece ‘’kendimiz’’için ürettiğimiz her şey bir saçmalıktır ve bence sanat ateşinin içinde yanarak yok olmalıdır. Sanata dair beklenti ve umut ,toplumun bu süreçte eğitilerek iyi bir örgütlülük ve siyasi refleksin yaratılmasını yardım etmelidir. Bu noktaya gelebilmek için de damarlarımızdaki pası savurup, içinden tekrar kanın geçmesini sağlamamız gerekiyor. Toplumun sınıflardan oluştuğunu ve algılama farklılıklarına inanmak gerekir. Gerçek sanat algısının konformist bir algıyla içinin boşaltılıp sığılaştırılması ya da ‘’alt’’ kültürün bu konuda arabesk yaklaşımları bizi hiçbir yere götürmeyecektir. Sınıfların kavramlara bakarken oluşturdukları önyargı ve duvarları çelik yumruk ve balyozlarla birlikte yıkacağız. Yaratıcı gücümüzle, yeni akımlar geliştirip, toplumu dönüştürmek isteyen kişiler olarak bu anlamda uzanılan her noktada bu renkleri geliştirmeliyiz. Sanatın sadece sanat için yapıldığı bir dünyada toplumun her kesimi tarafından desteklenmesini beklemek büyük bir ahmaklıktır. Toplumun dönüşüm sürecinde, gökten bir vahiyle bu süreci beklemek yerine herkesin içindeki ‘’sanat‘’kavramının doldurulmasının yollarını bulmalıyız. Peki, bu aşama bizi nereye götürecek? Bir komünist, sözünü etmekte olduğumuz bu toplumsal süreci basitçe görmezden gelme ve ona yüz çevirme lüksüne sahip değildir.

facebook/komünağı

Komün 38

"Kültür Devrimi",kendisi için incelenmesi gereken bir tarihsel gerçektir. Süreç, içinde bulunulan konjonktürün bir koşuluna ya da diğerine pragmatikçe indirgenmeksizin(şahsına münhasır),bağımsızlığı ve derinliği ekseninde irdelenmelidir. Çünkü yaptığımız her şeyin temelinde bir yaratım süreci olduğunu düşünüyorum. Uyanış için toplumdaki yıkıma karşı üç(3) maymunu oynayanlar kendi donmuş algılarını dağıtmak için tanrısal bir dokunuş beklerler. Bu dokunuş muhakkak ki ‘’tanrısal’’ güçte olmalıdır. Kültür Devrimi’nin zeminini hazırlayan temel ve kritik sorunları anlayabilmek için sorunun baş gösterdiği yere çevirmeliyiz yüzlerimizi. Konjonktürü yanlış yorumlamamalıyız. ÇKP, bu kitlesel ideolojik devrimi “Proleter Kültür Devrimi” şeklinde adlandırıyor.(biz gerçekleştirdiğimizde ismi güncelleriz) İdeolojik olan, toplumda farklılaştıran, tanımlayan ve pekiştirendir, ister teknik alanda olsun isterse sınıfsal farklılıklar alanında. Durum ne olursa olsun, ideolojik bir devrim sadece ideolojiyi ya da ideolojileri değil, günlük davranış biçimlerini, âdetleri ve normları da devrimci bir dönüşüme uğratmalıdır. Devrim için iz bırakacak adımlar atmaya ve oradan hayatın diğer alanlarına yayılmak zorundayız. Kültür Devrimi ile kitleler oldukça açık bir soru yöneltiyorlar: “Hangi yoldan yanasınız, bizi hangi yola çekmeyi amaçlıyorsunuz? Kapitalist yola mı, yoksa devrimci yola mı?”Tabi bu noktadan çıkışla, Kültür Devrimi’nin farklı hedefleri de olduğu anlaşılıyor. Nasıl ki ideoloji yaşamın her alanında mevcutsa, Kültür Devrimi de iktisadî, siyasî, toplumsal, sanatsal, pedagojik vs. tüm ilişkilere sirayet etmiş olan gerici ve asimile ideolojiye karşı mücadele ediyor. Toplumsal örgütlülük aşamasında yolumuzu aydınlatan her şey bizce mübahtır. Sanat bütün inceliğine rağmen, yaratıcılığı ile sınıfsal tahakkümünü; yanını ve tavrını egemenlere karşı kullanmalıdır. Ve unutulmamalıdır ki bu uğurda bizi birbirimize yakınlaştıran her şeyi üretmek bir görevdir. En özgür süreçlere nasıl ulaşılır bu gerçekten içinde derin bir gizem taşır. Kesinlikle deneyimlenmelidir. Birbirimize hümanistçe yaklaşıp umut denilen kıkırdak hissi daima diri tutarak birbirimize güçlendireceğimize inanmak ahmaklıktır. Marks, Engels ve Lenin, siyasî bir devrimi takiben inşa edilen sosyalist altyapıya uygun bir sosyalist üstyapının inşa edilmesinin zorunluluğundan her daim söz etmişlerdir. Bunun gerçekleşmesi için ideolojik bir devrim, yani kitlelerin ideolojik konumlanışını kökten dönüşüme uğratacak bir süreç gereklidir. Burada umut faktörü 1.olarak devreye giriyor. Toplumu yeşertecek onlarca cemre çoktan toprağa düştü. Şüphesiz ki insanlık adaletten yana olsa da eşit bir dünyada yaşamak fikrine sıcak bakmaz. İnsanlık antik yunandan bu yana devlet kavramının saçmalığı altında ezilmiş ve bayrak, ulus kavramları altında manasız yıkımlar yaşamıştır. Bizi biz yapan değerlere kavuşmamız için gücümüzü hissetmek ve adım atmak elzemdir.

facebook/komünağı

Komün 39

Üzerimizdeki ölü toprağını yırtıp, gökyüzüne fidan vermek için kendimizi gözyaşlarıyla sulamayı bırakma vakti gelmiştir. Emperyalizmin varlığı, elindeki olanaklar (ekonomik, politik, ideolojik ve askerî) ülkenin sınırları dâhilinde kendisine yakınlık besleyen unsurları kullanarak ülkedeki kimi boş alanlara (örneğin ideoloji) sirayet edebilme olanağı, bu unsurlar aracılığıyla ülkeyi nötralize etme ve siyasî açıdan kendi yanına çekip edip üzerinde ekonomik tahakkümünü kurma ihtimali bu dönüşüm sürecini yavaşlatma tehlikesini daha da gerçek kılmıyor mu? Sosyalizminsağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için ve devrimin geleceğinin güvenceye alınması için, siyasî ve iktisadî devrime üçüncü bir devrim eklenmelidir: Kitlesel bir ideolojik devrim.Mesele, salt üç beş aydının ya da lider kadronun düşünüş biçimlerini dönüştürmek kadar basit değildir. Hatta ideolojinin dönüşüme uğratılması da değildir. Bu süreci böylesine önemli ve benzersiz kılan, amacının ülkedeki işçi, köylü, aydın, kadın, erkek, yaşlı genç, yüz milyonlarca insanın yıllardan bu yana yerleşmiş âdetlerini, düşünce ve davranış şekillerini alt üst edip yeniden inşa etmek olmasıdır. Kültür Devrimi muhteşem bir icat ile öne çıkarak üçüncü bir örgütlenme modelini kazandırıyor dünya devrimler tarihinin mirasına, üstelik bu, kitlesel ideolojik mücadeleye uygun bir örgüt modeli. Elbette ki bu sürecin şahsına münhasırlığı ve belirsiz seyri(hayalî görünmesi –zorluğu vb)herkesi şaşırtıyor ve biraz da tedirgin ediyor. Bu gücü ülkenin içsel dinamiklerinde aramalıyız. Kitlelerin fikirlerini rahatça ifade edebilecekleri ortamların oluşturulması ve kitlelere kesin ve mutlak bir güven beslemek, her devrimci süreç açısından elzemdir. Dost ile düşman arasındaki ayrım belirgin hâle getirilmelidir. Düşmanları da ayrı ayrı ele almak, sahiden gerici ve saldırgan unsurları teşhis edip onlara karşı bu gerçeğe uygun bir tarzda mücadele etmek zaruridir. Kafası karışan, mütereddit ya da omurgasız olan önderler eleştiriden asla muaf olmamalıdır. Ama burjuva sınıf düşmanlarına karşı bile şiddete başvurulmamalı, mümkün olduğunca ikna ve tartışma ön plana çıkarılmalıdır. Köklü bir dönüşüm ancak böylelikle mümkün olacaktır.

Sosyalist bir ilçede doğmuş ve büyüklerinin hikâyeleri ile büyümüş olan gençleri “hazırdan devrimci” olarak görmek yanlıştır. Şayet gençlik kendisini siyasî hayal kırıklıkları, ideolojik kafa karışıklığı ya da bir tür “boşluk” ile karşı karşıya bulursa, bu boşluğu kolayca burjuva ve küçük burjuva ideolojileri ile dolduracaktır. Ama şayet bir ülkede gençliğe böylesi yüce bir devrimci görevi bahşedecek güven mevcutsa, gençliğin Kültür Devrimi sürecine, yani mevcut ideolojinin dönüşüm sürecine katkısı muazzam olacaktır; gençlik, kendisini geliştirecek ve kendi ideolojisini de yeniden yaratacaktır Mesele, sosyalist bir ülkenin gençliğinin kuşanacağı ideolojinin hangisi olduğudur.

facebook/komünağı

Komün 40

Kültür Devrimi bu meselenin çözümüdür. Kültür Devrimi’nin gençlik örgütleri geleceğin yaratıcılarıdırlar. Kültür Devrimi, kitlelerin kör ve doğrultusuz bir “kendiliğindencilik” silsilesi olmadığı gibi siyasî bir macera da değildir. Kitleleri sürece katma uğraşı, kitlelere duyulan güven ve kurulan kitle örgütleri, kitlelerin ihtiyaçlarını gidermeye ve potansiyellerini açığa çıkarmaya yöneliktir.Kültür Devrimi pratiği ve sürecin gebe olduğu teorik çıkarımlar bizlere Marksizm’in tarihe dinî bir yaklaşım, yavan bir evrimcilik ya da ekonomik indirgemecilik olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. İdeolojik düzlemin, sınıflar mücadelesinin cephelerinden biri olduğunu ve kimi durumlarda, sınıf savaşımının nihaî sonucunun bu alanda belirleneceğini gösteriyor. Akıl yolundan sapmadan, sosyalist bir maskenin arkasına sığınmadan devrim için omuz omuza mücadeleye!

facebook/komünağı

Komün 41

#DİRENLİCE

KOMÜN AĞI

Ulusalcı­hümanizmin, insanlık algısını da, bu algının sınırlarını belirleyen şeyde yine kendi postu üzerinden hareket etmesidir. Bu post ona göre çok değerlidir. Bu post emek kanı, yoksul halkların kanı ve yalanlar üzerine dikilmiştir. Bunlar "beyaz Türkler"dir. Ulusalcılığın, egemen siyasetin başka bir yanı, şovenizmin en zehirli tarafı olduğu görünüyor. En ufak bir şey de "memleket elden gidiyor" edebiyatına sarılanlar bunlardır. Şizofrenik ulusalcılığın, "laiklik(!)" kıskacındaki söylemlerinin bir çapsızlık ve papağanlık örneği olduğunu gördük. Halkın yoksul kesimleri arasında bu şizofreninin bir karşılığı olmadığını da görüyoruz. Onun için bunlar memleketin kıyı bölgelerine çekilmiş ve buradan sürekli "militarizme" methiyeler düzen çağrılarla yetinir duruma gelmişlerdi. "Ordu göreve!" günlerini hatırlayın. Garibim(!) orduyu da Silivri'ye postalayan bunlar oldu. İşte bunlar kızıl­elma, bayrak mitinglerinde bulamadıkları siyasal ortamı Gezi'de bulduklarını düşündüler. Ve postlarının hükümete oturabilmesi için buradan, Geziden yüklendiler. Gezi harici her toplumsal olaya işaret ettiler. Hedef gösterdiler. Uğur Dündar, Müjdat Gezen gibi tipleri bir akşamda radikal aydın tipine dönüştüren işte Gezi'nin bu toplumsal gücü ve rant sağlanabilecek siyasal ortamıydı. Yılmaz Özdillerin Soma karşısında ki kibirli ve insanlıktan uzak açıklamaları işte ulusalcılığın nasıl da bir burjuva statükoculuğu olduğunu açıklar. Lice'yi hedef gösterdiler. Yarın ne yazarlar tahmin edebiliriz(!) Riyakarlık bunların kimliğine işlenir. Biz Lice'ye ne kadar yakın olmaya çalışsak ta uzağız bugün. Orada bir direniş ve ağıt, isyana maya çalıyor. Fakat bu ulusalcı takımının sesini kısmaya başarabildiğimiz gün, o gün insanlık için çok büyük bir iş yapmış olacağız. ve Liceler için!..

facebook/komünağı

Komün 42

"GALAMET"in YAŞAMI

"...korktum. tıbbın kanlı, hijyenik, ameliyatçı ellerinden seni alışa kurtarışa gelemedim" Ethem'in ardından, bir babanın öfkesini sisteme yöneltmesinin kudretli bir anlatımını sundu bize. Muhteva tüm bilindik yakarışlarında ötesinde aynıydı belki. Fakat 'biçim' farklıydı! "Maddi tıp şeytandır" sözünü zaman öncesinin aklı­ selim filozoflarına nazar yaparcasına sadece bir tabelanın altına değil, beynimize kazıdı. Tanrım, bu nasıl bir etkiydi! Kimdi akıllı(!) Bu hırkası 'megapollere' ağır gelecek dervişin, Galamet"in, 'küçük beyinlerin' dünyasına bir meydan okuması olabilirdi. Bir sözün etkisi, bir tıppın itibarı, bir devletin aklını yitirmesi... Gazali'nin fıkıhını, felsefenin karşısına diken bir ilmin artıklarına Baba Sarısülük'ün eylemi bir kopuşun başlı başına bir örneğidir. 'Galamet'in yaşamı bir kopuş değil midir zaten? Tekil bir örnek barındırsa da, çoğul bir kopuşa teşvik edebileceği için "bastırılasıdır." Mazallah ne tımarhaneleri yeter kapitalizmin, ne de aklı!