s.8

Aydınlık MITCH CULLIN’den İhtiyar Sherlock ‘Hafif Bir Akıl Tutulması’ 27 Şubat 2015 Cuma Yıl: 4 SUAT DUMAN / s.4 Sayı: 157 ALTAY ÖKTEM’den “O AD...
Author: Adem Koray
15 downloads 0 Views 12MB Size
Aydınlık

MITCH CULLIN’den

İhtiyar Sherlock ‘Hafif Bir Akıl Tutulması’ 27 Şubat 2015 Cuma

Yıl: 4

SUAT DUMAN / s.4

Sayı: 157

ALTAY ÖKTEM’den “O ADAM BABAMDI”

Katil bulmak

katil olmak kadar kolay mı? ELİF KORKUT / s.8

ÜLKÜ TAMER Sadece ders öğretmiyorlardı 3

ALP CAN KONUK Pavese, Pavese olmadan önce... 6

KAYA ÖZSEZGİN Eskimeyen bir kavram: ‘Mimesis’ 11

27 Şubat 2015 Cuma

Aydınlık ÜLKÜ TAMER

3

Sadece ders öğretmiyorlardı obert Kolej, Arnavutköy’e taşınmadan önce şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nin yerindeydi. İki yıl süren “Hazırlık” dönemini üç yıl orta, dört yıl da lise öğrenimi izlerdi. Anıl Meriçelli, Spiro Kostof, Günel Orgun, Genco Erkal, ben, sanatla ilgilenirdik. Hele Anıl’la benim gecemiz gündüzümüz edebiyattı. Arada bir okulun arkasındaki “keşhane”ye uzanır, ağaçların altında sigaralarımızı tüttürüp şiirler okurduk. Öğrenciliğim boyunca sekiz edebiyat öğretmenim oldu. İlki Mihri Pektaş’tı. Temel dilbilgisi kurallarını ondan öğrendik. Kâzım Zafir Yenerden ise aruzu öğretti. Neredeyse haftada bir “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak” dizesini hece hece, vezne uygun iniş-çıkışlarla okurduk. Bir keresinde, bütün sınıf bu dizeyi koro halinde bağıra bağıra söylerken Müdür Sakallı Allen, “Ne oluyor?” diye telâşla sınıfa dalmıştı. Kâzım Zafir’den bir tek bu dize kaldı bende. Edebiyat sevgimi pekiştiren, Turan Çağlarca oldu. Filinta gibi, uzun boylu, duglas bıyıklı, dünya yakışıklısı bir insandı. Çok da iyi bir öğretmendi. Öğretmenimiz değil de, bize incelikle yol gösteren bir ağabeyimizdi. Tacettin Ünlü de edebiyatı, sanatı gerçekten seven bir öğretmendi. Okulu bitirdikten sonra tiyatrolarda, oyun galalarında karşılaşırdık zaman zaman. Sanatla ilgimi kesmediğimi görünce gözlerinin içi gülerdi. Ekrem Yirmibeşin. İmzasını “25in” diye atardı. İki cümlesinin biri “Monşer” diye başlardı. Okuldaki Türkçe oyunları da o koyardı sahneye. Bende öğretmenliğinden çok yönetmenlik serüvenleri kalmış. Ahmet Aksoy. Dört yıl öğrencisi oldum. O dört yıl içinde hiçbirimizin edebiyatla ilgisine bir katkısı olduğunu söyleyemem. Zahir Güvemli. Resim yazılarından, tiyatro eleştirilerinden tanıyorduk onu. Böyle bir yazar-öğretmene kavuştuğumuz için bayağı sevinmiştik. Ama galiba umduğumuzu bulamadık. Renksiz, cansız geçen derslerden sıkılır olduk. Okulda en sevdiğimiz edebiyat öğretmenimiz Behçet Kemal Çağlar oldu. Doğrusu is-

R

tenirse, pek bir şey öğrenemedik ondan. Ama sınıfta hiç değilse, biraz edebiyat soluduk. Öğretmenliği tartışılırdı Behçet Kemal’in. Şairliği haydi haydi tartışılırdı. Ama insanın içini ısıtan içtenliği, yakınlığı, hepimizin dünyasına renkler katıyordu. HHH Kolej’deki öğretmenlerim içinde beni en çok etkileyenler, bende en çok iz bırakanlar MacNeal’ler oldu. Charles MacNeal ile karısı Sarah MacNeal. Orta 3’te İngilizce dersinde Edith Hamilton’un Mitologya’sı ile Homeros’un Odysseia’sını okuyorduk. Kısaltılmamış, tam metinlerden. Öğretmenimiz Sarah MacNeal’di. Böyle “ıvır-zıvır”la ilgisi olmayan en azılı sınıf arkadaşlarımız, bir başka İngilizce öğretmenine sustalı bıçak çeken Oral Zaloğlu bile, mitologyaya ilgi duydular, Homeros’u sevdiler. (Oral dedim... Sevgili Oral yıllar sonra çocuk felci geçirip iskemleye bağlanacak, ölünceye kadar da Cağaloğlu’nda kâğıtçılık yapacaktı.) Hepimizle tek tek ilgilenirdi Mrs. MacNeal. Dünyanın en yumuşak, en sevecen insanıydı. O sıralarda karikatür biriktiriyordum. Hoşuma giden karikatürleri dergilerden kesip koca bir deftere yapıştırıyor, arada sırada Mrs. MacNeal’e gösteriyordum. Okulu bitirdikten sonra hiç görmedim onu. Zaten ülkelerine dönmüşlerdi. Otuz beş yıl sonra Amerika’daki adresini buldum. Bir mektup yazdım ona. Bir zamanlar bize okuttuğu Mitologya’yı Türkçeye çevirdiğimi, kitaplarımın yayımlandığını söyledim. İnanılmaz güzel bir yanıt aldım. Hatırlıyordu beni! Mektubunun sonunda, “Hâlâ karikatür biriktiriyor musun?” diye soruyordu! Kocası Prof. MacNeal, lisede öğretmenim oldu. Dersimizin adı “Shakespeare”di. Bir yıl Shakespeare okuduk. Plâklardan Laurence

Aydınlık

Olivier, John Gielgud, Maurice Evans’ın Hamlet yorumları arasındaki farkları bulmaya çalıştık. Prof. MacNeal inanılmaz bir müzik bilgisine ve beğenisine sahipti. “Klâsik Türk Musikisi” alanında bile uzman sayılırdı. Sık sık evine çağırırdı bizi. Mrs. MacNeal’in yaptığı çayı yudumlayarak müzik dinlerdik. Bugün klâsik müzik seviyorsam, bunu müzik öğretmenlerime değil, Prof. MacNeal’e borçluyum. Çok duygulu bir insandı. Hüzünlü bir dize okuduğu zaman sesi titrer, gözlerinden yaşlar süzülürdü. Günün birinde kendini evinin penceresinden attı. Ölmedi. Bir bacağı kısa kaldı. Karı-koca, ülkelerinde öldüler. İkisinin de toprağı bol olsun. Türk öğretmenler arasında ise Baba Ziya’nın üstüne yoktu. Coğrafyacı Ziya Akant’ın. Dört yıl öğrencisi oldum. O dört yıl içinde bir tek kere bile ders kitabının kapağını açmadım. Arkadaşların çoğu gibi. Gerek duymazdık buna. Baba Ziya her şeyi pırıl pırıl öğretirdi. Öğrettiği de akıldan çıkmazdı. Görünüşte aksi mi aksiydi. Simsiyah kaşları her zaman çatıktı. Gürledi mi tam gürlerdi. “Eşekler!” diye bağırırdı en çok. Odası müze gibiydi. Yurdun çeşitli yerlerinden elişleri, taşlar, bitkiler... Bir keresinde sınıfa girdiğimizde barut fıçısı gibiydi. “Eşekler! Keçiboynuzlarımı çalmışlar!” diye bağırıyordu. Keyfi bir hafta yerine gelmedi. Her ders başında yoklama yapardı. Ön sırada oturan arkadaşlardan birinin önüne bir kâğıt fırlatır, gelmeyenin adını yazdırırdı. Günün birinde, yoklamada Gündüz’ün (Kösemen) olmadığını gördü. “Yaz!” dedi arkadaşa. “Hocam,” dedik, “şimdi gelecek.” “Peki,” dedi Baba Ziya. Ders anlatmaya ko-

yuldu. Gündüz’ü de unuttu. Ama dersin bitmesine beş dakika kala kapı açıldı, Gündüz girdi içeri. Baba Ziya, “Neredesin?” diye bağırdı. Ön sıradaki arkadaşa döndü: “Yaz!” “Hocam, önemli bir telefon görüşmem vardı, kusura bakmayın,” dedi Gündüz. Baba Ziya onu dinlemiyordu bile. Bağırıyordu: “Yaz!” “Hocam, adımı yazdırırsanız başım derde girecek...” “Yaz!” “Zaten ihtar aldım. Bir hafta okuldan uzaklaştıracaklar...” “Yaz!” “Kız Koleji’ne telefonu bir türlü bağlayamadılar, hocam...” “Yaz!” Gündüz dayanamadı: “Eee be! Yazdırırsan yazdır! Baba Ziya dedik, gelmedik işte!” Baba Ziya, bir an bile duraksamadan kükredi: “Sil!!!” Bir de Jacquinet’den söz etmeliyim. Fransızca öğretmenimden. Sınıfta üç öğrenciydik. Bazen üçümüz birden asardık dersi. Bir gün öğleden sonra yine astık. Okulun kapısına indik. Otobüs bekliyoruz. Taksim’e çıkacağız. Önümüzde bir araba durdu. Jacquinet’nin arabası! Hoca pencereden kafasını uzattı. “Hadi,” dedi, “atlayın. Saray’da bir film var. Fransızca. O da ders sayılır.” Aldı bizi arabasına, Şeytan Ruhlu İnsanlar’a götürdü. MacNeal’ler, Baba Ziya, Jacquinet, Boyd, Garwood, Ullyott, Seelye... Sadece ders öğreten insanlar değildi bunlar. Öğretmendiler.

TEBESSÜM MOLASI

CİNAYET Romancı Henry Fielding, yargıçtı. Bir gazeteye takma adla yazılar da yazıyordu. Bir yazısında döneminin ünlü şairi Colley Cibber’in “İngiliz dilini katlettiği için” cinayetten yargılanmasını istemişti.

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Celal Demirel Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmen Yrd. Deniz Yıldırım Yazıişleri Müdürü Ergün Gedek Sorumlu Müdür Murat Şimşek Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş

Reklam Servisi Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı [email protected]

Sayfa Sekreteri

Alev Özgenç

Katkı sunanlar:

İrem Halıç, Elif Korkut, Deniz Toprak

Görsel Tasarım:

Hakan Uğurluay, Şener Soysal

Reklam Grup Başkanı Saynur Okuroğlu [email protected] Reklam Müşteri Temsilcisi Emel Toraman [email protected]

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

[email protected] Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.Ş Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

4

27 Şubat 2015 Cuma

Aydınlık

SUAT DUMAN

Eteklerinde bir yığın yaprak Dedektifin gözlem gücü ve buna duyduğu müthiş güven “Hafif Bir Akıl Tutulması”nda manzaranın keyfini çıkarmaya dönüşmüş durumda. Holmes bu sefer maziyi anımsamak ya da gün batımının hazzı için bakıyor semaya. Genç Holmes gün batımına bakıp Samanyolu’nun gizemlerini nasıl çözebileceğini düşünürdü muhtemelen, ihtiyar Holmes gün batımında biraz keder biraz romantizm görüyor. Samanyolu’nu da başkası düşünsün!

Mitch Cullin aker Sokağı 22 numara, çoğu polisiye okurunun kendi adresinden önce ve gururla ezberlediği ilk adres olsa gerek. Elbette yalnızca bir mesken ya da işyeri olarak değil, akıl çağının çekirdeği şeklinde kurgulanmış bir mekân Baker Sokağı 22 numara, bir laboratuvar. Bilinemez olana karşı derin merakı ve yarışılamaz gözlem yeteneği sayesinde, yaşadığı çağın özetine dönüşüvermiştir Sherlock Holmes. Bu engel tanımaz dedektif bize şunu demektedir: aklın ve mantığın ezip geçemeyeceği soru, sorun, inanç yoktur. Holmes budur, yirminci yüzyılın başına yakışmaktadır. Bir süper kahraman değil. Hatta belki süper kahraman mevhumuna rakip olduğu bile öne sürülebilir. Yine de özellikle batı sanatında süper kahramanlar kadar yoğun ve yeniden üretildiğini görüyoruz. Çok önemli bir kültürel imge olduğuna şüphe yok. Çok sayıda kitap, film ve televizyon dizisiyle asrın tamamında gündemimizde ve yanı başımızda. Mitch Cullin’in yazdığı “Hafif Bir Akıl Tutulma-

B

Hafif Bir Akıl Tutulması Mitch Cullin Çev: Zeynep Ünal Labirent Yayınları 224 s.

sı”, en çok Holmes’e güncel bakışı sergilemesi nedeniyle ilgimi çekti. Kitapta Holmes yaşlı, yalnız, yorgun ve şehir hayatının uzağında resmediliyor. Alâmetifarikası olan analitik yeteneğinden eser yok. Büyük ölçüde yitirdiği yürüme yeteneği, beraberinde kibrini de alıp götürmüş. Yavaş, hareketten ziyade çakılı kalmaya meyilli. Şaşaalı çözümlemelerden ve gösterişli cümlelerden eser yok. Holmes devrini tamamlamış. Peki, öyle mi?

O halde gerçek hangisi? Bilmiyorum bilemiyorum… Hikaye Amerika’nın Hiroşima’da tüm insanlığın tepesine bıraktığı atom bombasından kısa bir süre sonra Holmes’ün Japonya’yı ziyaretiyle başlıyor. Dedektif yaşlanmıştır ama yaşattığı onca korku ve dehşete, zihinlerden silinmesi olanaksız kâbusa rağmen Hiroşima’da otlar yeniden yeşermekte, ağaçlar yeniden yapraklanmaktadır. Holmes iki elinde iki baston Japonya’da bal arılarının izini sürmektedir. Bir yandan da yeni ikametindeki genç yardımcısı ile Dr. Watson’ın yazmadığı hikâyelerini anımsamaya çalışmaktadır. Bir Sherlock hikâyesinde olmazsa olmaz paralel iki gizemli hikâye çok iyi bir kurguyla anlatılıyor. “Hafif Bir Akıl Tutulması”, karakterine ve onun temsil ettiği değerlere yaklaşımı tartışmalı olsa da çok iyi yazılmış bir roman. Edebi değeri ve Holmes hikâyelerine olan katkıları takdire şayan. Kitaptaki Holmes’ü tanıtmak içinse şu kısmı okumak yeterli olur sanıyorum: “Holmes defteri kapatırken kendisini çok bitkin hissediyordu. Dünyada yanlış bir şeyler oluyordu. Ondan habersiz, bir takım köklü değişimler…” Yine, hemen peşinden, “O halde gerçek hangisi? Bu sonuca nasıl varıyorsunuz?” sorusuna, ka-

fasını yastığına gömüp şöyle yanıt veriyor Holmes: “Bilmiyorum, bilemiyorum. En ufak bir fikrim bile yok…” Daha önce Holmes’ün ölüp dirildiği macerasına bile tanık olmuştuk. Akıl çağının Holmes’ü ölemiyor/öldürülemiyordu. Bugünün dedektifi bilmiyor/bilemiyor.

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak Dedektifin gözlem gücü ve buna duyduğu müthiş güven “Hafif Bir Akıl Tutulması”nda manzaranın keyfini çıkarmaya dönüşmüş durumda. Holmes bu sefer maziyi anımsamak ya da gün batımının hazzı için bakıyor semaya. Genç Holmes gün batımına bakıp Samanyolu’nun gizemlerini nasıl çözebileceğini düşünürdü muhtemelen, ihtiyar Holmes gün batımında biraz keder biraz romantizm görüyor. Samanyolu’nu da başkası düşünsün!

Holmes, en doğal yetenekleriyle insanın kahramanlaşmasıdır Eh, nihayet Holmes bir insan ve yaşlanması bizi şaşırtmamalı. Fakat şu da unutulmamalı, Holmes’ü bu kadar uzun bir süre gündemimizde tutan ve onu edebiyatın/tarihin zindanlarında yitip gitmekten alıkoyan şey, yüzyıl kavgasının bitmemiş olmasıdır. İnsanlık hurafelerle, kör inançla, bağnazlıkla mücadelesini mutlak bir galibiyetle sona erdirmiş değil. Bize, tüm karanlığa meydan okuyan, uçmayan, pelerinsiz bir kahraman gerek. Holmes, en doğal yetenekleriyle insanın kahramanlaşmasıdır. Bu nedenle Mitch Cullin’in denemesini bir fantezi olarak alıyorum. Holmes yaşlanabilir ama ağlayarak semaya bakamaz: daha gün o gün değil!

6

27 Şubat 2015 Cuma

ALP CAN KONUK

Aydınlık

[email protected]

Pavese, Pavese olmadan önce... “Geceleri, Sokaklarda” birkaçı tamamlanmamış olmak üzere on dört ayrı öyküden oluşuyor. Kitabı okurken, aklıma Edip Cansever’in ilk iki kitabını reddedişi geldi aklıma; kanımca Pavese, ölümünden sonra ortaya çıkan ve yayımlanan gençlik yapıtlarının hiç de ortaya çıkmasını istemezdi

avese edebiyatta, acı ve yalnızlık çekmenin azizidir. Acıyı ve yalnızlığı yaşamın içerisinde birer görüntü olarak değil, mevcut yaşamın özü olarak kavrar ve özlüce şöyle ifade eder: “Kaldı ki o dünya da insanların acı çektiği bir dünyaydı özünde.”* Pavese’de kişinin acısı ve yalnızlığı, o kişinin insan olduğu veya yabancılaştığı ortamdır. Ve Pavese’nin edebiyatı da esas olarak bu iki ucun arasındaki gerilimde doğar. Bu, henüz on yedi yaşında kaleme aldığı “Geceleri, Sokaklarda” adıyla toplanan öykülerinde de apaçıktır. “Geceleri, Sokaklarda” birkaçı tamamlanmamış olmak üzere on dört ayrı öyküden oluşuyor. Kitabı okurken, aklıma Edip Cansever’in ilk iki kitabını reddedişi geldi aklıma; kanımca Pavese, ölümünden sonra ortaya çıkan ve yayımlanan gençlik yapıtlarının hiç de ortaya çıkmasını istemezdi. Birkaçı zaten taslak halinde olan öykülerin birçoğunda hem teknik aksaklıklar mevcut hem de edebiyatının hammaddesi olan acı ve yalnızlık oldukça yüzeysel bir şekilde alınıyor. Karakterler, acı ve yalnızlık bünyelerinde henüz derinlikli bir şekilde işlenmeden intihar ediveriyorlar. Veyahut “düş” kelimesi -yalnızca “düş” olması itibariyle dahi ifade ettiği tüm karmakarışıklığa rağmen- sıcak bir havayı ya da tazeliği nitelemek üzere, üstelik aynı öykü içerisinde, eğreti bir şekilde kullanılıyor. (“...düşsel, sıcak bir hava...” ve “...düşsel tazelik...” şeklinde) Hatta “yatak”, üzerinde bir müzisyen ve sevgilisi seviştiği için palaspandıras “derin yatak” olabiliyor. Müzisyen ve sevgilisi “derin yatağımızda” geçen diyaloglardan birinde sanıyoruz ki, 1920’lerde İtalya’da bir yatak üzerinde bir çift sevgili değil de bir kafede karşılıklı oturan Goethe’nin Werther’iyle Lotte konuşuyor. Ortam ile dil birbirini karşılayamıyor. İlerledikçe sevgilinin müzisyene “Hüznü ben de anlıyor ve seviyorum ama sen çok fazla acı, çok acı çekiyor ve bir an bile soluk almıyorsun” şeklinde yakınırken, aslında acısı üzerinden ona övgüler düzdüğü oldukça arabesk sahnelerle karşılaşıyoruz. Özellikle betimlemelerde acemilik ayan beyan ortaya çıkıyor. “Perdeden sızan loş ışık” gibi yüklemsiz ve klişe cümlelerden oluşan paragraflarla öykünün hareketi, devinimi ortasından kesiliveriyor ve okuyucuda tam hızlanacakken her defasında stop eden bir otomobilde seyahat ediyormuş hissi uyandırıyor.

P

Gerçeklik ekseni nerede? Burada bir de “Düşsel Karanlık Ürpertiler” ile “Kötü Tamirci” öykülerinden birini başarılı diğerini başarısız kılan tek eksenden bahsetmek gerekiyor. Bu öykülerin birinde başkarakter bir müzisyen, diğerinde

Geceleri, Sokaklarda Cesare Pavese Çev: Şemsa Gezgin Can Yayınları 176 s.

yeni üretilen arabaları test eden bir sürücü. Her iki öykü de karakterlerin duygu dünyalarının maddi dünyaya yansımalarını içeriyor, anlatıyor değil, içeriyor. Ancak sanat ile onun icracısı arasındaki ilişki ve ikisinin birbiri üzerindeki etkileri -genel olarak sanatın bir boş vakit uğraşı olması ve nitelikli bir sanat eserinin ancak belirli bir birikim sonucu ortaya çıkabilecek olması sebebiyle- daha dolaylıdır. Kısaca öfkeli bir şair, öfkeli olduğu için en iyi öfke şiirini yazacak/yazabilecek değildir. Oysa öfkeli bir araba sürücünün gazı körüklemesi (çünkü bunu yapabilir ve yapar da), çok daha doğrudan bir ilişkidir. Bu yüzden “Düşsel Karanlık Ürpertiler” isimli öyküdeki en mutsuz besteleri yapan müzisyenin, sırf mutsuz olduğu için o besteleri yapıyor olması gibi bir olay, öykünün kendi dünyasının gerçekliğine hasar veriyor. Ancak “Kötü Tamirci” bölümündeki karakterin duygularındaki dalgalanmalarını yansıttığı maddi dünyayla ilişkisi yaptığı iş üzerinden kurulduğu için bu, genç Pavese’ye kolaylık ve daha başarılı, kendi gerçekliğine sahip bir öykü yaratma imkanı sağlıyor/sağlamış. Sonuç olarak “Şair ile Kara Kedi”‘yle birlikte bu öykü, kitabın en iyi iki öyküsünü oluşturuyor.

Arabeske teşne edebiyatçılarla karıştırılmasın Pavese’de -edebiyatının merkezine hüznü (acıya ve yalnızlığa kısaca hüzün diyelim) almasının kaçınılmaz bir sonucu olarak- tüm karakterlerin devamlı hüzne boğulması, tam hüzünden kurtulacakken daha da yoğun bir hüzne boğulması; Pavese’yi, hüznü vıcık vıcık bir şekilde kullanan ve onu

kutsayan arabeske teşne edebiyatçılarla karıştırmamıza sebep olmasın. Çünkü Pavese hüznü, yaşamak üzere talep eder ve sanata, insanın emeğine yabancılaşmasına karşı çıkar. “Şairlerin esrar içip kendilerinden geçtikleri, Doğu’dan gelen ıvır zıvır eşyalar arasında, gizemli gölgelerin ve dumanların şehvetli sarmallarının yol açtığı garip yansılarla dolu tuhaf mekanlarda can sıkıntısıyla yaşadıkları yozlaşma zamanlarıydı” ya da “İnsanlık dışı emeklerin harcandığı o semtlerin sağlıklı hali onu huzursuz ediyordu” der. Mesela tesadüf müdür “Başarısız Serüvenci” öyküsündeki ve son kitabı olan “Ay ve Şenlik Ateşleri”ndeki başkarakterlerin, bireycileşmenin ve yalnızlaşmanın memleketi olan Amerika’ya gidip aradığını bulamayınca geri dönmesi? Hiçbir edebiyatçının ilk eseri ile son eseri bir değildir. Gelişim ve dönüşüm her şeyin olduğu gibi herhangi bir yazarın edebiyat serüveninin de yasasıdır. Kitabımızda ilk öyküden son öyküye uzanırken Pavese’nin yazınındaki kalite sıçrayışları rahatlıkla seçilebiliyor. En sonda Tezer Özlü’nün üç ustasından biri olan ve kendi intiharının izini sürdüren Pavese’yle karşılaşamasak da ona yaklaşan bir Pavese’yle merhabalaşıyoruz. Hatta “Şair ile Kara Kedi” adlı öyküde onunla tokalaşıp öpüşecek oluyoruz. Ancak ben gene de Paveseseverlerin, kitapta umduğunu, başka kitaplarında tattığını bulabileceğini düşünmüyorum.

* Öyküdeki bütünü içerisinde kastedilen sinema dünyası -hatta özelde Hollywood- olsa da Amerika’nın tüm dünyanın “acı ve yalnızlık” ihracatçısı olması nedeniyle dünya olarak da ele alınabilir.

8

27 Şubat 2015 Cuma

ELİF KORKUT

9

Aydınlık

[email protected]

ALTAY ÖKTEM’LE, YENİ KİTABI “O ADAM BABAMDI” ÜZERİNE...

Katil bulmak, katil olmak kadar kolay anzin yazıları, şiirleri, romanları ile tanıdığımız Altay Öktem, 6 yıl aradan sonra Esen Kitap'tan çıkan “O Adam Babamdı” romanıyla karşımızda. Öktem, kitabında başkarakter Haydar Bey'in peşine düşürüyor okuru. Bu süreçte katil psikolojisi, baba oğul çatışması, kişilik arayışı gibi pek çok konuyu da önümüze sererken; Kasap Ayaklanması gibi, tarihin derinliklerine de çekiyor bizi. Yazarla keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. n Sizi Penguen’deki yazılarınızdan hatırlıyoruz. Oradaki yazılarınız sert bir dille yazılıyordu diyebiliriz, bir mizah dergisinde neden bu tarzda yazmayı tercih ettiniz? Kullandığınız resimler de oldukça farklıydı. Mizah dergilerinde bunu yapan, Leman’da başlayıp Penguen’de devam eden bir gelenek var; aslında mizahi olmayan, biraz daha politik belki sert, mizahi dilin dışında yazılar. Mesela Vedat Özdemiroğlu ya da Met-Üst’ün yazıları da benzer ama sonuçta mizah yazılarıdır. Ben orada mizah yapmıyordum ama kara mizaha yakın, hayatın absürt taraflarına temas eden daha gergin daha sert. Mizahın verdiği hayatın gerçeğini bir de daha tokat şeklinde, gülümseyerek değil de bu sefer tuhaflaşarak, suratı asılarak da değil, bir darbeye uğrayarak, şaşkınlaşarak okuma şekli. Fotoğraflarda da aynı mantıkla hareket ettim. Alakasız gibi gelen, ama sonradan bakınca bir yanıyla aslında o yazıyı yakalayan bir şeyler de bulunabiliyordu. Yazıyı okuduğunda senin kafanda oluşan şeye tekabül eden, yazının tamamına değil de senin kafanda soyutladığın şeye denk gelen fotoğraflardı. n Sizi sadece çıkardığınız fanzinlerle ya da fanzin tarzı dergilerdeki yazılarınızla tanıyan da ciddi bir kesim var. Şimdilerde fanzinlerle aranız nasıl? Fanzinlerle 2000’lerde uğraştım. İlk kitabım fanzin üzerine incelemeydi. O yıllarda sonra yine fanzin serisi, fanzin şiir antolojisi gibi çok fazla fanzin

F

O Adam Babamdı Altay Öktem Esen Kitap 196 s.

işi yapınca o da benim üzerime yapıştı kaldı. Kopamıyorsun da bir yerde, hala takip ederim alırım ama şu anda fanzinlerle ilgili bir projem yok, yapacağımı yaptım. n Fanzin biraz cesaret ve özgürlük işi gibi... Gerçek fanzin bu işte. Kafana estiği gibi yaptığın, yaratıcılık gerektiren bir iş. Dergi gibi fanzin yapmak olmaz aslında, yazıları şiirleri birleştirip matbaada ya da fotokopiyle bastırıp yapmak değil, fanzin ruhu denen şey başka bir şey. İçeriği çok kötü de olabilir o önemli değil, fanzini güzel yapan şey de biraz bu aslında.

Yerüstünde yeraltı n Özgürlük alanı dediğimiz şey belki de yeraltı edebiyatına yakın bir noktada. Siz kendinizi yeraltı edebiyatının neresinde görüyorsunuz? Aslında yeraltı edebiyatı, edebiyatta bir olanaktır. Aslında o ayrı bir edebiyat dalı olmayabilir de. Yani her tarzdaki kitap bir yanıyla yeraltına yaklaşabilir, teğet geçebilir. Ya da hiç yeraltı edebiyatı içinde adlandıramayacağımız şeylerde yeraltı edebiyatına özgü bir takım veriler bulunabilir ama yeraltı aslında Türkiye’de hiç gelişemeyen bir edebiyat türü. Başlangıcı olan 90’lı yıllar önemliydi. Hayata aynı mentalite ve bakış açısıyla bakıyorlar ama o bakış açısı kapitalizmin gelişmesi ve sertleşmesiyle birlikte aslında yeraltını ciddi bir şekilde yerüstüne çektiler. 90’lı yıllarda fanzinler elden ele dağıtılabiliyordu, birtakım demolar yapılıyordu. Şimdi demo kavramı bile değişti. Bir albümün ön çalışmasına demo deniyor şimdi. Evinde, home stüdyolarda demo yapıp da piyasaya veren tek tük gruplar kaldı. Ama onların yayılma alanı da kalmadı. İnternetin gelişmesiyle birlikte artık orada paylaşılmaya başladı. Yeraltının ulaşım alanı kalmadı, yapsanız bile kime nasıl ulaştırabileceksiniz? O dönemde internet yoktu farklı kanallar yoktu. Aynı mentaliteyi taşıyan insanların buluştuğu mekanlar vardı. Oralardan elde edebiliyordunuz bu ürünleri. Mekan sahipleri fanzin ve demo satarak bir işletmeyi de geçindiremediler ve başka şeylere dönüştü bu tarz mekanlar. Kanallar ve alanlar elinden alınmış oluyor o yüzden kendi içine kapanıyor. Farklı dergiler çıkartarak, bloglar, birtakım siteler kurarak yapabiliyorsan, olay yer altından bağımsız bir hale geliyor. Yerin daha da üstüne çıkmış oluyorsun, ister istemez seni de dönüştürüyor. Yeraltı edebiyatı şimdiye kadar neyse ne ama bundan sonra Türkiye’de gelişemez gibi geliyor bana. Şiddet dozu, farklı bakış açıları şu anda yerin çok daha üstünde yaşayan kesimde yaşam tarzına dönüştü. Kurgusal olarak yeraltı edebiyatında senin vereceğin şiddetin çok daha fazlasını şimdi iktidar uyguluyor ve geçersizleşti, işlevsiz hale gelmeye başladı. n Mesleğiniz (doktorluk) yazılarınızda, kitaplarınızda insana daha biyolojik yaklaşmanıza

FOTOĞRAF: YILMAZ BAŞAR BABÜR

“Çok yakından bakmadığımızda; sanki karıncaya bile zarar veremeyecek naif, kibar bir adam görüyoruz. Musiki düşkünü, biraz içe kapanık, çekingen biri. Yaklaştığımızda daha net olarak tanıyoruz bu naif adamın içindeki vahşi tarafı.”

sebep oldu mu? Eğer öyleyse, başka bir iş yapsaydınız yine içinde öldürme, kan, seks gibi unsurlar bu şekilde işlenebilir miydi? Herhalde olmazdı. İnsan bedenini çok iyi tanımanın getirdiği bir takım avantajlar var. O yüzden doktorluğun da benim yazarlığıma çok büyük katkısı oldu ama tabii bunu hiç kullanmayabilirdim de. Çok fazla örneği de yoktur bunun, en fazla psikolojik çıkarımlar yapılıyor doktor yazarlar tarafından. Ama psikolojiyle fizyolojiyi birleştiren çok fazla yazar örneği yok dünyada da. Ben insan bedenini organlarını bu kadar iyi tanıyorsam, yakından görme ve dokunma şansını elde etmişsem, farklı bir bakış açısı ve duygu da getiriyor bu insana. Hayatı daha farklı algılıyorsun. Bunu edebiyatta niye kullanmayayım diye düşündüm. Orada yakaladığım duyguyu ya da orada hissettiğim şeyi edebiyata da doğrudan yansıtabilirim diye baştan isteyerek yaptığım bir şey. n “O Adam Babamdı” kitabınızın fragmanı yayınlandı. Bu sizin yaklaşımınıza, tavrı-

nıza ters gelebilecek bir şey değil mi? Reklam gibi düşünürsek... Fragman kötü bir şey değil ki, bir kitap çıkıyorsa o kitabı okuyacaklara bunu duyurabilemek, onların ilgisini çekebilmek önemli bir şey bence. Zaten bu yapılması gereken bir şey, kitap için ilan da yapılabiliyor, söyleşi yapılabiliyor, o kitabı merak eden kitle ilgileniyor. Fragman da aslında böyle bir şey. Fragman çok iyi yapılırsa kitabın değerini yükseltebilir. İyi bir fragman aslında çok iyi bir tür kısa filmin konsept haline getirilmiş çok daha vurucu halidir. İlla ki kitabı almak için değil, keyif için de izlenebilir. n Neden yeni bir kitap yazmak için bu kadar uzun süre beklediniz? Aslında çok fazla yazan biriyken 5-6 yıl ara verdim. Genel anlamda Türkiye’deki edebiyatla ilgili birtakım sıkıntılarım vardı, kendimi tam bir yere oturtamıyordum. Bu

süreyi kendimle ve romanın kahramanı Haydar Bey’le geçirdim diyebilirim. Yetişmeye çalışmadan onla yaşadım, son noktayı koyduğumda yayınlayabilirim dedim. Zaten hiçbir yere de yetişilmiyor.

Baba oğul sorunsalı n Haydar’ı oluşturmak için psikoloji alanını ya da hastaları incelediniz mi? Bizim toplumumuzda psikolojisi bozuk insan bulmak çok kolay. Haydar Bey aslında bir uç karakter gibi görünüyor, birçok kişi belki öyle algılıyor. Halbuki kendi ailemizde, çevremizde birçok Haydar Bey var. Bu insanlar belki birebir aynı değildir ama onun özelliklerinden bir kısmını biri, bir kısmını diğeri taşıyordur; sonuçta bu tür insanlar toplumda çok fazla. Özellikle baba figürü çok önemlidir mesela erkek çocuklarda. Babayla ilgili bir

yara alarak yetişen birinde, hayatı boyunca o lihsiz bir olaya bağlı bir anlamda, olay da Hayara kapanmaz ve her karşılaştığı travmada tay’daki kasap ayaklanmasıyla ilişkili. Kaldıyara açılarak ilerler çünkü ummadığı yerle- ğı Islahevinin kurucusu olan Esat Adil’den bir re doğru gidebilir. Bu tür tacizcilere sapıkla- şekilde haberdar oluyor ama onu daha yara bakın hep bir baba tramvası vardır ve ba- kından tanıma, anlama fırsatı olsaydı cinayet bayla ilgili hep bitmemiş bir hesaplaşma ya işleyemezdi Haydar Bey. Belki bambaşka bir da bir kaçış. Ama sonunda hep, psikolojik an- kişi olurdu. Romanda arka fon gibi görünen lamda baba oğul ilişkisi içinde yaşayan, gerçekler, hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmaama arızalı bir türde olan tür ilişki. Kitaptaki dığını gösteren ipuçlarıyla dolu aslında. psikolojik tarafta da Haydar Bey’in babasıyn Haydar Bey’in başından geçenleri akla da ilişkilendirilebilir gibi geliyor bana. tardığı ilk bölümde Osmanlıca Türkçesinin n Bunların hiçbirimizden uzak olmadıyoğun kullanıldığını görüyoruz, ama bu dil ğını vurguladığınız noktada kitap yeraltıyla tercihi okurun Haydar Bey’in yaşama biçibuluşuyor belki de. mini ve karakterini daha iyi kavramasını Edebiyatta türler arasında da çok fazla ge- sağlıyor. Bunu neden tercih ettiniz? Ve dilin çişler vardır. Nasıl insanlar arasında birçok özel- edebiyatta bile kısırlaştığı bir dönemde, bu lik, ya da toplumsal yapıda birçok karmaşıktercihi okuru zorlayacak bir risk olarak görlık varsa edebiyatta da öyle. Mesela bu kitap da bir yanıyla edebiyat öğeleri de taşıyor. Psi- mediniz mi? Sadece okuru değil, yazarken beni de zorkolojik gerilim de sayılabilir, polisiye de sayılabilir layan bir tercihti bu. Ama Haydar Bey’in öyle aslında bunlar birbiriyle iç içe olan şeyler. konuşması gerekiyordu. Yaşadığı dönemi ve kin Haydar Bey ilginç bir karakter, aslında şilik yapısını düşününce, o karakter ancak bu bir seri katil ancak naif, hassas ve romantik şekilde konuşurdu. Ben eski Türkçeyi hiç biltarafları da var. Nasıl bir karakter yarattınız, mediğim halde karakterimin hatasız biçimde kısaca anlatabilir misiniz? bu dili kullanması için epey çaba harcadım. AsHaydar Bey’in en önemli özelliği, babasıy- lında genç okuru düşünürsek, böyle bir dil risk la hesaplaşmasını henüz tamamlayamamış ol- oluşturabilir tabii. O riski göze aldım. Çünkü arması. Başkalarına zarar veren, ama kendi ya- tık edebiyat yapıtları bile dili öncelik olarak görralarını sağaltamamış biri. Zaten seri katil ol- müyor. Çok az bir sözcük sayısıyla kalın bir romasına neden olan da bu aslında. Çok yakın- man yazılabiliyor artık. Dağarcık iyice azaldı. Bu, dan bakmadığımızda; sanki karıncaya bile za- yazarın yetersizliği anlamına da gelmiyor sarar veremeyecek naif, kibar bir adam görüyo- dece. Daha kötüsü; sanırım yazarlar, kolay okunruz. Musiki düşkünü, biraz içe kapanık, çekin- ması için ve okurun genel anlamdaki kültürel gen biri. Yaklaştığımızda daha net olarak tadüzeyinin düşüklüğünü göz önüne alıp, özelnıyoruz bu naif adamın içindeki vahşi likle bunu yapıyorlar. Çaba harcatarafı ve belki de o yönünün çekimadan okunan kitabın satış mine kapılıyoruz. Girdap gibi bizi şansı daha yüksek oluyor Bizim içine çekmeye başlıyor. Asıl çünkü. Bu tuzağa düşmetehlike de bu bence. toplumumuzda mek gerektiğine inanıyon Kitapta Haydar rum. Yazar satmak için psikolojisi bozuk insan dili köreltirse, Nasreddin Bey’in hayatını okurken bulmak çok kolay. Hoca gibi kendi bindiği aslında arka planda dalı kesmez mi? Haydar Bey aslında bir Türkiye’nin yakın tarihi n Kitapta Haydar ile ilgili az bilinen meuç karakter gibi görünüyor, Bey, çok sevdiği eşini seleleri de yakalayabibirçok kişi belki öyle algılıyor. de cani bir biçimde ölliyoruz. Hatay Kasap Halbuki kendi ailemizde, dürüyor. Bildiğiniz gibi Ayaklanması ya da Islaülkemizde son haftahevlerinin kurulmasını çevremizde birçok larda kadına şiddet kosağlayan sosyalist Esat Haydar Bey var nusu gündemde. Bu Adil figürü gibi... Esat Adil’in konuda tepki çekebileceğini cezaevinde olduğu sırada eşinin düşünüyor musunuz romanın? yaşadıkları... Bu olay ya da kişileri Kadına şiddet son dönemlerde arttı; hikayeye yedirmeyi, arka planda tutmayı neden tercih ettiniz ve araştırmalarınızı nasıl daha doğrusu genel anlamda şiddet arttı. Çünkü sadece fiziksel şiddeti değil, her türlü şidyürüttünüz? Kitapta arka fon gibi görünen olaylar ve ki- deti kullanmak bir iktidar seçeneği olarak göşiler, sizin de belirttiğiniz gibi kurgunun bir par- rülüyor. Şiddet cezasız kalıyor genelde çünçası değil, hepsi gerçek. Romanı yazarken ol- kü şiddet uygulayanlar birbirleriyle empati kudukça geniş bir dönem araştırması yaptım ve ruyor. Hep empati eksikliğinden söz edildi buözellikle de Esat Adil hakkında oldukça yo- güne kadar ama negatif bir empati gelişti son ğun araştırmalar yaptım. Çok ilginç bir kişi as- dönemlerde; şiddet uygulayanlar kendi aralında. Türkiye sosyalist tarihindeki önemli fi- larında, yolsuzluk yapanlar kendi aralarında gürlerden biri. Ama nedense, sosyalist kültürün empati kuruyor. Böyle olunca da, neredeyse içinde bile adı pek anılmayan, neredeyse unut- temiz insan kalmıyor geriye. Çaresizce köşeye turulmaya çalışılan biri… Bu değerleri yerli ye- sıkışıyoruz. Romanın bu anlamda tepki çerine oturtmak, bilmediğimiz bazı tarihsel keceğini sanmıyorum, şiddeti olumlayan bir olayları da tekrar gündemimize almamız yönü yok çünkü. Aksine, şiddeti görünür kılgerekiyor. Bir ülkenin tarihinde hangi olayla- dığı, bir de şiddet kullanan insanların içimizrın neleri etkilediği, bu etkilerin nasıl dönüş- den biri olabileceğini, sıradan kişiler olduğutüğünü ya da nelere neden olduğu çok açık nu vurgulayıp daha çok tetikte olmamızı biçimde görülmeyebilir. Mesela Haydar Bey’in sağlayabileceği için olumlu tarafı da olabilebir katil olması, babası yüzünden yaşadığı ta- ceğini sanıyorum.

10

27 Şubat 2015 Cuma

İREM ORAL

Aydınlık

[email protected]

Modern hapishanenin mükemmelliği ictor Serge, elli yedi yıllık yaşantısının yaklaşık on yılını çeşitli şekillerde esaret altında geçirmiş politik bir yazar. Fransa’da anarşist politik bir mahkûm olarak geçirdiği beş yılını, Bolşevik Devrimi’nin bir parçası olabilmek için Rusya’ya geçmeye çalışırken atıldığı toplama kampındaki esareti izleyecek ve Rusya’ya varıp Bolşeviklere katıldıktan birkaç yıl sonra da çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle önce partiden ihraç edilecek, ardından bir kez daha hapse atılacak ve en sonunda da sınır dışı edilecekti. Siyasi mücadelelerle dolu bir hayat geçiren Serge için edebiyat, devrime en iyi şekilde hizmet etme yollarından biriydi. Edebiyat vasıtasıyla, gelecek kuşaklar için hakikati koruduğuna inanıyordu. Elimizdeki kitap, “İçerdekiler” ise, onun Fransa La Santé Hapishanesi’nde geçirdiği ve kısaca tecrit, kronik beslenme bozukluğu ve çeşitli bedensel-ruhsal hastalıklar olarak özetlediği beş yıllık hapishane hayatını anlatıyor. “Daha hala hapisteyken, verem, delilik, depresyon, insanların manevi sefaletiyle mücadele ederken, bu cehennemi yolculuğun gerekçesinin daha sonra anlatılabilme ihtimalinde olduğunu görüyordum. Hapiste acı çeken ve ezilen binlerce inkü kitap, ithaf kısmında yasan içinde –ne kadar az insan zarın da belirttiği gibi, kibilir o hapishaneyi- bütün bunşisel bir tecrübenin inları bir gün anlatabilecek olan tek sanca içeriğinin ve genel kişi belki de bendim. Benim için anlamının edebiyat yoluybu romanın varoluş nedeni budur.” la açığa çıkarılma denemeSerge “Bir Devrimcinin Anıları”nda sidir. Bu kitapta her şey hayal “İçerdekiler”den böyle söz eder. ürünü ve her şey gerçektir. Ve Onun için bu roman hem bir amaç kitap ne yazar ne de bir kişi hakVictor Serge hem de hapishaneye, ya da kitapta adkındadır, o duvarların arkasındaki herlandırdığı gibi, kendisini öğütmeyi hedeflekesi anlatır: Katilleri, hırsızları, dolandırıyen değirmene karşı giriştiği amansız mücadelecıları, asileri, çıkmasına 18 ay kalanı, daha önünde sine yardım eden bir araçtır. Edebiyatçıların, Dosyılları olanı, asla çıkamayacak müebbetleri, idamtoveyski’nin “Ölüler Evinden Hatıralar”, Koestler’in lıkları ve gardiyanları bile… Bütün bunların dışında, “Ölüm Hücresi”, Genet’in “Gülün Mucizesi” ve kitap, hapishaneyi anlatır, Serge’nin deyişiyle müSolzhenitsyn’in “İvan Denisoviç’in Bir Günü” kitapkemmel modern hapishaneyi. Öyle ki okuyucu, kilarıyla karşılaştırdığı roman 1930’larda yazılmış oltabın başlangıcında kendisini bir romandan ziyade masına rağmen yazıldığı döneme göre çok modern hapishaneyle ilgili bir tanıtım makalesini okuyormuş bir dile sahip, öyle ki kitabı postmodern olarak nigibi hissedebilir ve bu his, roman boyunca okuyutelememiz bile abartı kaçmayacaktır. cuyu yalnız bırakmaz. Kitabın kahramanını aramaya çalışmamanızı öneririm; çünkü kitabın belirgin bir Bu kitap benim hakkımda değil kahramanı yoktur ya da en azından, eğer okuyucu insanlar hakkında bir kahraman konusunda çok ısrarlıysa onu belirKitap her ne kadar Serge’nin kendi kişisel de- lemek okuyucuya kalmıştır. Yazarı kitabın kahramanı neyimlerinden yola çıkarak yazdığı bir roman olsa olarak görebilirsiniz; ama Serge şiddetle okuyucuda ona bir hatırat gibi yaklaşmak yanlış olur. Çün- nun kendisini böyle tanımlamasına karşı çıkar. Öte yandan, hapishaneyi kahraman olarak görebilirsiniz, ne de olsa romanın en bariz şekilde anlattığı ve en çok bahsettiği şey odur. Daha doğrusu, roman bir hapishane romanıdır, hapishaneyi anlatır ve bu mantıkla, okuyucunun hapishaneyi kahraman olarak görmesi doğaldır. Bir üçüncü olasılık, kitabın adından esinlenerek hapishane duvarlarının içindekileri kitabın kahramanı ilan edebilirsiniz ve belki de en doğru kahraman seçimi bu olacaktır. Ama hapishane ya da içindekiler, hangisini Victor Serge kitabın kahramanı olarak görürseniz görün bu klasik kahraman anlayışından farklı bir bakış açısı olaÇev: Gülen Aktaş caktır; çünkü her iki durumda da bir ya da iki kahAyrıntı Yayınları ramandan bahsedemeyiz: söz konusu kahramanlar yüzlercedir, binlercedir, dünyanın her yerinde ve 272 s. her ülkesindedir. Bütün hapishaneler ve bu hapis-

“İçerdekiler”, ne yazar ne de bir kişi hakkındadır, o duvarların arkasındaki herkesi anlatır: Katilleri, hırsızları, dolandırıcıları, asileri, çıkmasına 18 ay kalanı, daha önünde yılları olanı, asla çıkamayacak müebbetleri, idamlıkları ve gardiyanları bile… Bütün bunların dışında, kitap, hapishaneyi anlatır, Serge’nin deyişiyle mükemmel modern hapishaneyi

V

İçerdekiler

hanelerin içindeki bütün mahkûmlardır, bütün tutuklular ve bütün gardiyanlardır “İçerdekiler”in kahramanı. Roman hiçbir fark gözetmeksizin hepsini anlatmayı amaçlar. Bu konuda belki de en doğru yaklaşımı Serge anılarında ifade eder: “…Ben anılarımı yazmak istemiyorum. Bu kitap benim hakkımda değil, insanlar hakkında… Bu romanda yazarın bir kahramanı yok, tabii o korkunç hikayeizma, hapishane, bir kahraman olarak görülmezse. Bu kitap ‘ben’im hakkımda değil, bu kitap birkaç adam, adamlar, toplumun karanlık bir köşesinde ezilmiş bütün insanlar hakkında.”

Bir karakterin değil kameranın gözünden Aslında Serge her ne kadar romanda anlatıcı olarak birinci tekil şahsı seçmiş olsa da kullandığı teknik, kitabı kahraman bakış açısından görmemizin keskin bir şekilde önüne geçiyor. Serge ‘ben’ ağzından yazdığı ve öyküleme, betimlemelerde bulunduğu pasajlar kadar genellemelerin ağır bastığı pasajlara da yer veriyor. Genellikle hapishaneyi ve hapishane düzenini anlatmak için kullanılan bu genellemeler (“…Sabah yedide bir zil çalar ve kalkma vaktinin geldiğini bildirir. On beş dakika sonra hücrenin kapısı gardiyan tarafından açılır.” vb) kitabın akıcılığını ciddi biçimde zedelerken okuyucunun da kendisini bir karakterle özdeşleştirmesine engel oluyor. Böylece okuyucu bütün romanı bir karakterin ya da yazarın değil, bir güvenlik kamerasının yorumsuz gözünden izlemiş oluyor. Her ne kadar bu postmodern anlatım kitabı okumayı zorlaştırsa da yazarın bu sayede amacına ulaştığını söyleyebiliriz: Serge kullandığı bu çetrefilli teknikle ‘ben’ini yok etmiş oluyor. Artık okuyucunun romana bir anı gözüyle bakması mümkün değil. Ayrıca bu sayede okuyucu hapishanenin bireye ne yaptığını, onu nasıl ezip öğüttüğünü ve nasıl geride bir ‘ben’ bırakmadığını bütün çıplaklığı ve rahatsız ediciliği ile kavramış oluyor. Hapishane için insan, artık sadece bir numaradan ibaret.

Aydınlık

27 Şubat 2015 Cuma

KAYA ÖZSEZGİN

11

Eskimeyen bir kavram: ‘Mimesis’ A ntik düşüncenin sanat bağlamında ürettiği kavramların başında geliyor “mimesis”. Ancak bu kavram, onun yan bağlamları içinde başka kavramlarla (imitatio, aemulato, mimikri..) olduğu kadar, Platon’dan modern zamanlara uzanan farklı düşünürlerin gözünde kazandığı yan anlamlarla birlikte ve süreçsel bir bakış açısı içinde ele alındığında, yaygın karşılığı olan “taklit”in ötesinde kapsamlı bir incelemeye konu olduğu kuşku götürmez. Bu noktadan hareketle, karşılaştırmalı edebiyat alanında retorik ve belâgat üzerine doktora tezi hazırlamakta olan M. Akif Duman, konuyu kapsamlı biçimde ele aldığı kitabında söz konusu kavramı, İlkçağ’dan Ortaçağ’a ve modern zamanlara uzanan oluşumu içinde ve temel başlıklar altında inceliyor. Böyle bakınca mimesisi, Koller’in yorumuyla “temsil-tasavvur” ve “ifade” gibi geniş bir açı içinde ve günümüzdeki kullanım şeklini Platon’a bağlayarak, Ortaçağ’ın sonuna doğru yükseliş gösterdiği gelişmeleri merkeze alarak sanat ağırlıklı anlamına vurgu yapmak gerekiyor. Her ne kadar böyle bir yöntem izlemiyor olsa da yazarın, yeri geldikçe sanata gönderme yaptığı görülebiliyor.

Mimesis’in tarihi

na ulaştırmış olacaktır. 16. yüzyılda sanatçının yaratım gücünün 18. yüzyılda sanatta bu kavram, tanrısal tatanrısal kaynaklarına atıfta bulunan Giordano savvurun sınırsız taklididir artık. D’Alambert’in Bruno’dan yola çıktığımızda, yazarın da haklı ola- yorumuyla, hiçbir şeyi “tasvir” etmeyen müzik, rak değindiği gibi, bizim dilimizde “sarih bir pen- nasıl bir “gürültü” olarak kalırsa, insan belleğicere” açılmamış olan mimesis için, kaynin mimetik süreçlerini devreye soknakların çoğu Almanca olduğundan, mayan mimesis de işlevini yerine gekitapta bu ülkedeki serüven, ektirmemiş olacaktır. Evrenselci ak18. yüzyılda sen olarak alınmıştır. “Nitelikli lın “deha çağı”na (“Fırtına ve sanatta mimesis, taklit” olarak bölüm başlığı atıCoşku”) özgü gereğidir bu lan mimesis, Aristoteles’in aynı zamanda. Mimesis aşatanrısal tasavvurun sınırsız poetika’sındaki mantık çerğılanırken, gerçeğin yorumtaklididir. D’Alambert’in çevesinde, sanatta yer bullanması, romantik çağın yorumuyla, hiçbir şeyi “tasvir” duğu görünümüyle deparolası olarak yeni bir göğerlendiriliyor kitapta. Ne etmeyen müzik, nasıl bir rüş paralelinde öne sürüvar ki yazar, sözünü ettiği lecektir, 1935’te İstanbul “gürültü” olarak kalırsa, oluşumun aşamaları üzeÜniversitesi’nin konuğu olainsan belleğinin mimetik rinde dururken, Ortarak Türkiye’ye gelen ve ünlü süreçlerini devreye sokmayan çağ’dan modern zamanlaeseri “Mimesis”i kaleme alan ra geçiş yapıyor, arada kalan mimesis de işlevini yerine Auerbach’ın ifadesiyle “muhRönesans döneminin mimeteşem mimesis” adı altında getirmemiş sis açısından ve özellikle de yeni bir kavram üretilecektir. olacaktır resim sanatındaki gelişmeler yöBöylece mimetik olanla dünya ve nünden nasıl bir ifade biçimini karşıhakikat arasında yeni bağlantıların ladığı üzerinde durmuyor. kurulduğu bir noktaya gelinmiştir. Bilindiği gibi kavramın isim babası Platon, doğadaki görüntüleri ideaların bir yansıması ola- Çağdaş felfese ve mimesis rak görmüş, sanatı ise üçüncü elden bir yansıDerrida, Girard gibi düşünürlerle kavrama, ma olarak nitelerken, hocasının aksine Aristoçağdaş felsefe açısından (yapı-sökümcülük ) teles, mimesise “her açıdan daha olumlu” anlamlar yüklemişti. Düşünen insan doğayı bi- yeni bir anlam yüklenmiştir. İmitasyoncu tavır çimlendirirken, “idea” üzerinde çalışır, çünkü “ruh” giderek eleştiriye uğrar. Kavram, psikolojik ve devreye girmiştir. Örneğin Ortaçağ’da Lothar sosyolojik alanda kapsamlı biçimde kullanılır. MiHaçı, bu konudaki tarihsel değişiklikleri simge- metik formların bitki ve hayvanlarda da “belirleyici bir özelliğe sahiptir. Başka bir simgeleyi- leyici” süreçler yaratması bağlamında “sosyal ci anlamı, Erken Ortaçağ’da, din eğitimi merkezi mimesis” kavramı, kitapta ana başlık olarak yeolan Chartres Katedrali çevresinde buluyoruz. rini almaktadır. Büyü ve şiddet, sosyal ve estetik mimesis Sanat, bu çerçevede doğa varlıklarının taklidi aracılığıyla doğada görülenin ötesinde olanı açığa uyuşumu, gerçeklik ve kurgu arasındaki farkın çıkarmakla, mimesisin işlevini gerçek boyutu- silinmesi, şeyleşme ve direnç, bu bölümün ara

başlıklarıdır. Kitabın son bölümü ise, görselleştirme ve simülasyon kavramlarını gündeme getiriyor. Görüntülerin karışık olduğu, değişime uğradıkları, başkalarıyla taklit ilişkisi içinde bulundukları, böylece “fraktal” (karmaşık geometrik biçimler) görüntülerin ortaya çıktığı ve her seferinde yeni bir bütün oluşturdukları aşamadır bu. Post-modernist bir kavram olan “simülakrum”un oluşumunda bu gelişmelerin katkısı kuşkusuz olacaktır. Öte yandan mimetik süreçte ve bütün yaşam dallarında “estetikleştirme” çabası ağır basmakta ve bunları “pictorialization” çerçevesinde yansımalar dünyasına eklemektedir. Artık gerçeklik ve “simulacra” arasına bir sınır çekmek mümkün olmayacaktır. Başka bir deyişle “dönüşlü mimesis” söz konusudur. Yazarın önsözde belirttiği gibi, konuya genel bir bakış imkânının kaybedilme tehlikesi karşısında, bir anlamda bu tehlikeyi önleme amacına yöneliktir bu kitap. Dolayısıyla özellikle estetik derslerinde öğrenciler için bir el altı kitabı ve yararlı bir kaynak olduğu söylenebilir.

Kavramın isim babası Platon, doğadaki görüntüleri ideaların bir yansıması olarak görmüş, sanatı ise üçüncü elden bir yansıma olarak nitelerken, hocasının aksine Aristoteles, mimesise “her açıdan daha olumlu” anlamlar yüklemişti. Düşünen insan doğayı biçimlendirirken, “idea” üzerinde çalışır, çünkü “ruh” devreye girmiştir

Mimesis M. Akif Duman Litera Yayıcılık 160 s.

12

27 Şubat 2015 Cuma

Aydınlık

ADİL ERSOY

a d n ı’ r la a m ş lu u B z ü ‘G kanayan yaralı bilinçler

Yazar, “Otel Atlantik” ile “Uçurtmalar” kitaplarında oluşturduğu toplumsalcı bakış açısını “Güz Buluşmaları”nda da sürdürür. Öteki olmanın acısını bir biçimde tatmış ve dar kapılardan geçmeye zorlanmış iç dünyaların kırılganlıkları ekseninde çatar bu kitapta yer alan öykülerin çatısını

edirgin yaşamların öykücüsüdür Nazmi Bayrı. Sınırları başkaları tarafından çizilmiş dehlizlerde el yordamıyla çıkış yolu arayan uyumsuzları, kurmaca evrenini merkezine oturtur. O insanların ket vurulmuş öfkelerinde kanayan yaralı hüzünlerle yüz yüze getirir okurunu. Çoğu kez, şiirsel bir biçemle desteklenen zamansal sıçramalar aracılığıyla yapar bunu. Yazar, “Otel Atlantik” ile “Uçurtmalar” kitaplarında oluşturduğu toplumsalcı bakış açısını “Güz Buluşmaları”nda da sürdürür. Öteki olmanın acısını bir biçimde tatmış ve dar kapılardan geçmeye zorlanmış iç dünyaların kırılganlıkları ekseninde çatar bu kitapta yer alan öykülerin çatısını. Aydın ve sanatçı niteliğine sahip olan kahramanlar bile bu dramı, bir kambur gibi sırtlarında taşımaktan kurtulamazlar. Neon ışıkların dışındaki cangılda sessizce cereyan eden savaşın umutsuz figüranlarıdır onlar. Toplumsal ve ekonomik koşulların ağır baskısı altında “iki arada, bir derede” yaşamak zorunda kalırlar her şeyi. İkiyüzlü toplumsal ahlakın kıskacında çoğunlukla bir örnek geçer onların günleri. Kendilerini hiçbir yere ait hissedemezler. Bulundukları çevrenin ötekisidir onlar. Kenttekiler de

T

Güz Buluşmaları Nazmi Bayrı Broy Yayınevi 128 s.

kurtulamaz varlıklarını iğretileştiren bu duygudan, köydekiler de. Yine de tenden taşan çağrının ayartısıyla çıkmaz sokak içre yolculuklara kalkışırlar kimi zaman. Boş durur mu bu durumda, ortak toplumsal bilinçte içselleştirilmiş feodal zihniyet? Evrensel dirimin nabızlardaki çağıltısını boğmak üzere tüm kokuşmuşluğuyla hemen harekete geçer. Büyük ölçüde başarılı da olur. Bu açmazlarda, parçalanmış yaşamlardan sızan kahredici bir çaresizlik sarmalı, arka plan fonu olarak okurun zihninde asılı kalırken, artık aydınlıktan karanlığa doğru evrilecektir tensel yolculukların yönü, kurguya da sirayet eden bitimsiz bir yarım kalmışlık duygusu eşliğinde. Sert savruluşlar sırasında, döngüsel zaman aralıklarındaki boşluklarda varlığını sezdiren bu duygu, okura, her öyküyü zihninde yeni baştan inşa etme olanağı verir.

İnsanoğlunun en aşağılık icadı Bunun yanı sıra, farklı anlatılar arasında geçişkenliğe fırsat tanıyarak okuyucuyu aktif duruma getirmeyi hedefleyen metinlerarasılık yöntemi, “Heinrich Böll Artı Beş Lira” adlı öyküde, para odaklı samimiyetsiz insan ilişkilerine yönelik örtük bir alayın taşıyıcısı olarak ön plana çıkar. İnsanoğlunun en aşağılık icadı bu temel değişim nesnesinin elinde oyuncak olan kişiliklerin zavallılığı, mizahi bir dille gözler önüne serilir. Öykünün kahramanı, içine düştüğü maddi sıkıntıyı aşmak için Heinrich Böll’ün öyküsüne çaresizce göndermelerde bulunur. Böylelikle iki öykü iç içe geçer ve biri öbürünün oluşumuna kaynaklık eder. Öte yandan, sanata sağır erklerin gölgesinde birbirlerini tüketerek var olmaya çalışan sanatçı kahramanlar söz konusu olduğunda sevecen bir ironiye yaslanan dil, bazı öykülerde yer yer simgesel bir niteliğe bürünür. Metinlere çağrışım zenginliği katan ve onların anlamsal katmanlarını genişle-

ten bu öğelerin çarpıcı bir örneğini kitaba da adını veren “Güz Buluşmaları”nda buluruz. Kentin tarihi dokusunda “gelişigüzel” dolaşmaya çıkan kahramanımızı, dünle bugün arasında belirsiz bir noktaya sıkışmış hanlar karşılar. O, adım attığı mekânların içinde Kafkaesk bir kasvetle burun buruna gelir. Zamanı donduran bir şeyler vardır atmosferde. Ölümü yahut ondan bir adım öncesini çağrıştıran bir boşlukta çakılı kalmıştır yaşam. Adeta ölü aşklar mezarlığına dönüşmüştür, dış dünyanın fırtınalı gerçekliğinden kaçıp kurtulmak isteyenler için, bu hanlar. Heder olup gitmiş görkemli tutkuların bakiyesi değersiz yontularsa, kendi mağarasını inşa konusunda olağanüstü mahir insanoğlunun hazin sonunu imler gibi sağda solda atılı durmaktadır. Yaşam ve ölüm karşıtlığı bağlamında kurgulanmış öyküde bu motifler, çelişkileri çoğaltıcı bir işlev görür. Kurmacanın diyalektik mantığı içinde yok oluşu temsil eden “ölgün yüzlü yontucu”, serüven arayışındaki bir özgür ruhu dingin kalıplar içinde tutsak etmek ister. Onu bu çukurda bir parçacık gökyüzüne razı kılarak coşkulu arayışlarından alıkoymaya çalışır. Israrcıdır da bu hususta. Yeryüzünde yaşama sevinci adına ne varsa hepsinin düşmanıdır sanki. En çok da ölümün diliyle konuşmayı sever. Muhatabının kişiliğinde tüm insanlığadır onun seslenişi: “Aslında, bu dünyada herkes kendini güvenli bir hana kapatır. Kalın duvarlarla kuşatır çevresini. Bir döngü içerisinde yaşar hep. Evinde, işinde, bulunduğu ortamlarda, düşüncelerinde dış dünyaya karşı duvarlar örer... Bak, gökyüzü buradan da görülüyor. Herkes gökyüzünü baktığı kadar görür; ama gökyüzü sonsuzdur... Burada rüzgârlar da sert esmiyor; dışarıda rüzgârlar çok sert esiyor. Savrulmadan sen de bir hana sığın. Evler de, dünya da, gömüt de birer handır...”

27 Şubat 2015 Cuma

Aydınlık ŞENOL ÇARIK

13

GÖKÇE ŞENOĞLU

[email protected]

Neşe Doster’in kaleminden Celile’nin aşkı ğitimci-yazar Neşe Doster, se- falar çevrildikçe yatağını bulan bir su gibi kizinci kitabıyla okurlarının kar- akıyor.  Az gelişmiş toplumlarda kadışısına çıktı. Doster, kısa bir süre na reva görülen ve dünden bugüne çok önce yayınlanan “Celile” isimli da değişmeyen yargıların gölgesinde çalışmasında İstanbul’da doğan, Halep’te yaşananları özetliyor.  büyüyen ve Beyrut’ta okuyan bir genç kadının, Celile’nin, iş, aşk, ayrılık ve ge- Kadın olmanın, anne olmanın leneksel baskılarla örülü yaşam öykü- ve aşık olmanın bedelleri sünü anlatıyor. “Celile Hanım’ı dinlerken kadın olCelile Hanım’ı uzunca bir süre dinlemiş Neşe Doster. Anılarını bir süz- manın, anne olmanın, geleneksel basgeçten geçirip kaleme almış; ince ince kılara direnmenin, aşık olmanın, çoörmüş. En başta hatırlatalım bu arada, cuklarından zorunlu nedenlerle ayrı bu biyografi romanın kahramanı Celi- kalmanın neler mal olduğunu öğrendim. Aşk için, sevda uğruna atılan le Hanım, Nazım Hikmet’in annesi, bazı adımların ne bedeller Oktay Rifat’ın teyzesi, ilk Türk ödettiğini gördüm” diyor kadın ressamlardan Celile “Celile Hanım’ı yazar. Hanım değil. Celile SelaKitabı yazmaya hiye Ekdal’ın öyküsü dinlerken karar verdiği andan anlatılan. Bir süre önce kadın olmanın, itibaren sık sık Sukaybettiğimiz, Kadıanne olmanın, riye ve Lübnan’a köylülerin doktoru geleneksel baskılara gitmiş Neşe DosMüfid Ekdal’ın 55 yılter. Hem Celile lık eşi, büyük aşkı ve direnmenin, aşık olmanın, Hanım’ın yaşadığı sonsuz sevdası... çocuklarından yerleri görmek 20 yıldan beri Cezorunlu nedenlerle ayrı hem de kızı Muna lile Ekdal’ın yanında kalmanın neler ve oğlu Hamid’in olduğunu belirtiyor gözünden-dilinden, Doster. Onun anılarını, mal olduğunu öğrendim” annelerini dinlemek serüvenini dökmüş sadiyor Neşe Doster için…  tırlara. Çocukluğu ve gençBu biyografik romanı, liği Halep’te, öğrencilik yıllabelki nehir söyleşisi de diyerı Beyrut’ta geçmiş Celile Habiliriz, özgün bir anlatıma kavuşnım’ın. Bir ömrün, bir devrin, bir kadının anlatıldığı yolculuk İstanbul’da turma çabasını gütmüş yazar. başlıyor. Sonra sırasıyla Suriye ve BeyKitabın sonunda fotoğraflar yer alırut’ta dolaşıyoruz. Yakın coğrafyamız- yor. Geçmiş yılları ve yaşanmışlıkları daki bu yerlerin özellikleri evimize ve eli- ölümsüzleştiren kareler kitaba renk mize taşınıyor. Ve Halep, eskiyen ve yi- katıyor. tip giden yüzüne rağmen eskimeyen Celile; Halep’ten İstanbul’a bir ömür, hasreti Celile Hanım’ın. Bir hayat hika- bir devir, bir kadın... Anısı, acısı, aşkı halâ yesini okurken bir devri de tanımış yüreğinde… oluyoruz. Bence artık sözü burada noktalayaYaşam öyküsünü duru ve akıcı bir lım ve Celile Hanım’ın serüveniyle birtonda anlatıyor kahramanımız. 12 yıl- likte zaman tüneline girelim. Ne dersilık bir hasretin dile geldiği satırlar, say- niz?

E

Celile Neşe Doster Destek Yayınları 192 s.

Camino’nun Mucizesi Rıza Keskin Kaynak Yayınları 246 s.

Zamana değer katmak Biliyorum seni saran o çemberi, biliyorum özgürlük emek ister.” Bu güzel sözler Bulutsuzluk Özlemi’nin bir şarkısından: “Özgürlük Emek İster”. “Camino’nun Mucizesi”, mucizelere inanan ama özgürlüğün emekle kazanıldığını bilen bir yazarın elinden çıkmış bir roman. Camino de Santiago, Fransa Pireneleri’nden başlayıp, İspanya’nın özerk bölgelerinden Galiçya’nın başkenti Santiago de Compostela’da sona eren kutsal bir hac yolu. İsa’nın havarilerinden Aziz James’in özel bir görevle bu yolu yürüdüğü rivayet edilir ve tüm dünyadan insanlar bin yıldan fazladır bu yolu yürürler. Yazar Rıza Keskin bu yürüyüşü yapmış ve “hacı pasaportuna” sahip olmuş. Yani “Camino’nun Mucizesi” otobiyografik bir romandır da denebilir. Romanın başkahramanı Tigin, her 23 Nisan’da Aya Yorgi Kilisesi’ne tırmanıp, mum dikip, kendisine âşık olacağı bir kadın vermesi için Tanrı’ya yalvaran, hayatta kendini tam da gerçekleştirememiş olduğuna inanan bir insandır. Kardeşi Banu’yla birlikte Camino yürüyüşüne başladığında hayatının geri kalanının artık eskisine oranla çok farklı olacağını fark etmesi fazla vakit almaz. Kitapta güzergâh boyunca enfes güzellikler sunan tarihi yerleşim yerlerinin ve yapıların canlı bir tasvirini buluyoruz. Yer yer tarih bilgisiyle de beslenen bu betimlemeler okuyucuda “oraları” görmek isteği uyandırıyor. Tigin ve kardeşi yol boyunca farklı milletlerden insanlarla tanışırlar ve dostluk kurarlar. Camino yürüyüşünün kendine özgü bir dayanışma ruhu vardır. Öyle ki yürümekte zorlanan bir “pilgrim” gördüğünde diğer pilgrimler, onu sırtında taşımayı dahi teklif ederler. “Yürüyüşçülerin milliyeti, sınırları yoktu. Onların kanunları sadece birbirlerine yardım etmekti.” Camino yürüyüşünün bir kated-



ralde sonlanması ve yürüyüşü tamamlayanlara “hacı” unvanı verilmesi olaya mistik bir hava katıyor hiç kuşkusuz. Öyle ki Tigin’in karşılaştığı bir pilgrim ona ne amaçla yürüdüğünü sorup da “kültürel, hem de spor yapmak” cevabını aldığında yüzünü buruşturur ve şöyle seslenir: “Camino’da herkes için bir mucize vardır. Camino öylesine yürünecek bir yol değil.” “Sizin yürüme amacınız nedir” diye sorulduğundaysa şu karşılığı verir aynı pilgrim: “Bir arkadaşım ölmek üzere. Camino’yu yürümenin ona şifa vereceğini düşünüyor. Fakat çok hasta olduğu için bu yolculuğa çıkamadı. Yürümem için bana vekâlet verdi; onun adına yürüyorum.” Benzer bir hikâye, yönetmenliğini Emilio Estevez’in yaptığı ve başrolünü Oscar’lı aktör Martin Sheen’in üstlendiği 2010 yapımı “The Way” filminde de var. Oğlu Camino yürüyüşü sırasında fırtınaya yakalanarak hayatını kaybeden bir babanın naaşı almak için Fransa’ya gelişini ve burada oğluyla, o hayattayken kuramadığı diyalogu kurmasını ve onun için, onunla birlikte Camino yürüyüşünü tamamlamaya karar vermesini konu ediniyor film. “Camino’nun Mucizesi”nden keyif alanlar bu filmden de hoşlanacaktır. Peki, Tigin için “Camino’nun Mucizesi” ne? Bu sorunun cevabını bulmak için kitabı okumak gerekecek elbette, ancak Tigin’in hacı pasaportunu almak için Santiago de Compostela Katedrali’ne girmeden hemen önce kendi kendine mırıldandığı, Şems-i Tebrizi’nin şu sözleri küçük bir ipucu olabilir: “Kimse aşkın sırrına ulaşamadı, ulaşanınsa başı döndü.” Son bir not: Kitabın yazarından bir haber var. Rıza Keskin, ikinci kez Camino yolunu yürümeye hazırlanıyor. Üstelik bu sefer pilgrim pasaportu niyetine kitabı, “Camino’nun Mucizesi”‘ni damgalatarak hacı olacak. O, zamana değer katmasını bilen biri.

14

27 Şubat 2015 Cuma

Aydınlık

Yeni çıkanlar

Körler Ülkesi

Orkestra Şefi

Viking Dünyası

İşgal ve İsyan

Alman Sonbaharı

Kral Kaybederse

H.G. Wells, Çev: Evrim Öncül, Kolektif Kitap, 68 s.

Sarah Quigley Çev: İlknur Özdemir Kırmızı Kedi Yayınevi, 344 s.

Kolektif, Çev: Ebru Kılıç Alfa Yayıncılık, 850 s.

Halit Payza, İlkim Ozan Yayınları, 464 s.

Stig Dagerman, Çev: Ali Arda, Everest Yayınları, 135 s.

Gülseren Budayıcıoğlu Remzi Kitabevi, 384 s.

8 Eylül 1941’de Nazi birlikleri Leningrad’ı kuşatırlar. Ünlü besteci Dimitri Şostakoviç Leningrad’dan ayrılmaz, Leningradlılara moral verecek yeni bir senfoni üzerinde çalışır. Yöneticiler seçkin müzisyenleri şehirden gönderince senfoniyi hazırlama görevi, ikinci sınıf bir radyo orkestrasının şefi olan çekingen, sorunlu ve pek sevilmeyen Elias’a verilir. Müziğin ve umudun hayatları nasıl kurtardığının öyküsüdür “Orkestra Şefi”.

Bu kapsamlı kitap, Vikinglerin sosyal kurumlarından Viking çağının ekonomisine, İzlanda sagaları ve şiirlerinden Vikinglerin savaşları, inançları, yolculukları, Ortaçağ ve Hıristiyan Avrupa’yla olan ilişkilerine kadar geniş bir yelpazeye yayılan pek çok ilginç konuyu işliyor ve Viking araştırmaları alanında önemli bir boşluğu dolduruyor. Çok sayıda resim ve haritayla desteklenen bu kitap Viking dönemi ve İskandinav tarihiyle bir başvuru kitabıdır.

Ege’de ilk kurşun Hasan Tahsin’in revolverinden çıktı. İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti üyeleri Anadolu’da ilk isyan kıvılcımını çaktılar, Maşatlık Mitingi ilk işaret fişeği kabul edilebilir. Ama asıl örgütlü mücadele bugün İlk Kurşun Anıtı’nın bulunduğu Ödemiş’te, Hacı İlyas Tepesi’nde yaşandı. Bu roman İzmir’in işgali sırasında yaşanan acıları ve Ödemiş’te Kuva-yı Milliye’nin kuruluşunu anlatıyor.

46 yılının sonbaharında İsveç gazetesi Expressen, Nazilerin yenilgisinin ardından Almanya’daki hayatı gözlemlemek üzere ünlü yazar Stig Dagerman’ı görevlendirir. Savaş sonrası gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu yazılar daha sonra “Alman Sonbaharı” adlı kitapta toplanıp çok geçmeden türünde bir klasik haline gelir. Dagerman kitapta ısrarla savaşın harap ettiği kadınların, erkeklerin ve çocukların insanlığına vurgu yapar.

“Kendini hep dorukta görüyor ve asla aşağı düşmeyeceğini sanıyordu. Ama bir gün hayat elindeki keskiyi ona da savuruverdi ve onun da koptu yüreği…” Psikiyatrist Dr. Gülseren Budayıcıoğlu “Kral Kaybederse” romanında, doruklardan aşağı inmeyeceğini sanan bir avcının avına av olup yuvarlanışını, kendini sevilmeyeceğine inandırmış mutsuz bir kadının da trajik hayatı içinde avken nasıl avcı olduğunu anlatıyor.

Kasımpaşalı Oedipus

Biri, Hiçbiri, Binlercesi

Saygın Kel Adamın Ölümü

Yeni Başlayanlar İçin Beckett

Hadula - Bir Ada Öyküsü

Cem Kalender Alakarga Yayınları, 170 s.

Luigi Pirandello, Çev: Birgül Göker, Nazlı Birgen Aylak Adam Yayınları, 232 s.

A. Mümtaz İdil Ka Kitap, 240 s.

Laura Cerrato, Çev: Saliha Nilüfer, Habitus Kitap, 176 s.

Aleksandros Papadiamantis Çev: Yasemin Aydın Jaguar Kitap, 168 s.

Papirüs’ten Başyazılar Bütün Yapıtları

-Felsefenin yeniden canlanmasına Higgs Parçacığı mı neden oldu? -Gustave Flaubert’in ünlü romanı “Madame Bovary”, ahlaksızlığa teşvikten yargılanırken, Dostoyevski’nin kızı Sonya’nın soğuk algınlığından ölmesi midir “Karamazov Kardeşler”i yaratan? -Descartes’ın bir bale müziği, Rousseau’nun bir senfoni bestelemesi matematik konusundaki dehalarından mı kaynaklanır?

“Yeni Başlayanlar” dizisinin yeni kitabı, edebiyatın en önemli isimlerinden birini karşılıyor: Samuel Beckett. Kitap, Beckett’in doğumundan hayatının sonuna doğru yürüdüğü yeşil yola kadar ailesi, eserleri ve ilişkileri hakkında bütünlüklü bir anlatı sunuyor; keyifli çizimleri buhranlı bir hayatı gözümüzde canlandırırken felsefesi hiçlik ve gerçeklik üzerine derin tartışmalara girişiyor.

And Dağları’nın vahşi çorak topraklarındaki Körler Ülkesi’nde on yedi gün boyunca karanlığa gömecek bir yanardağ patlamasının ardından, İspanyol zulmünden kaçarak vadiye sığınmış ve körlük belasıyla cebelleşen insanların dünyayla bağlantısı kopmuştur. Körlüğe derman bulmak için köyden ayrılmış bir adamın anlattıklarıyla bir efsane olarak varlığını sürdürür Körler Ülkesi. Ta ki Nunez adında genç bir dağcı vadide hapsoluncaya kadar...

Görkemli Parvasya ülkesinin kralı Galius, ölüp bitmiş, toprağın altına girmiş halkını diriltir, onları Akhaların saldırıları karşısında birleştirir ve büyük bir zafer kazanır. Ama verdiği savaş orada bitmez. Tarımı güçlendirir, ülkesinin sanayisini ayağa kaldırır, eğitim kurumları açar ve gördüğü saygı ile “yeryüzü kralı” unvanını kazanır. Ama gördüğü saygıyı ve elde ettiği gücü hiçbir zaman yeterli bulmaz.

Tüm eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de Pirandello, insanın varoluşu ve kimliği üzerine eğiliyor. Vitangelo Moscarda’nın tüm hayatı, karısının bir gün kendisine sorduğu ve burnun eğriliğinden dem vurduğu o basit soruyla altüst olur. Kendisinden başlayarak tüm yaşamını acımasızca sorgular ve kendini yeniden bulmak için kendini parçalara bölmeyi öğrenir.

Hadula, yaşadığı adadaki dertlilerin kapısını çaldıkları yoksul bir kadındır. Şifalı bitkilerden hazırladığı ilaçlarla şifa dağıtır hastalara. Ve yaşlı Hadula, sonunda her şeyin kökeni olan bir soruna da çözüm bulur: Yaşamak sorununa. Papadiamantis, suçun cezaya, iyiliğin kötülüğe karıştığı o gizemli bölgeye insan ruhunun adım adım nasıl çekildiğini de ustalıkla resmediyor.

Cemal Süreya, Yapı Kredi Yayınları, 140 s.

Bu kitap Cemal Süreya’nın Papirüs’teki başyazılarını bir araya getiriyor. “Türk edebiyatını, özellikle de şiirimizi çok iyi biliyordu Cemal Süreya. Papirüs’ün başyazıları buna tanıktır. Bu yazılarda şair Cemal Süreya’yı düşünce adamı kimliğiyle görürüz. Araştıran, soran, değerlendiren, hesaplaşan bir Cemal Süreya’dır bu. Ve hiçbir zaman yetinmeyen.” -Atilla Özkırımlı-