EKOLOJİK TASARIM: DUYARLILIKTAN ZORUNLULUĞA

EKOLOJİK TASARIM: DUYARLILIKTAN ZORUNLULUĞA kasım 2011 - XXI 34 EKOLOJİK TASARIM Yeşil binalar, çevreye daha az karbon salan araçlar, geri dönüştür...
2 downloads 0 Views 452KB Size
EKOLOJİK TASARIM: DUYARLILIKTAN ZORUNLULUĞA

kasım 2011 - XXI 34

EKOLOJİK TASARIM

Yeşil binalar, çevreye daha az karbon salan araçlar, geri dönüştürülmüş kağıtlar, doğada eriyebilen plastikler... Belli ki ekoloji ile ilgili davranışlarımızda bir paradigma kayması yaşıyoruz. Bu yeni durum içinde Türkiye'nin nasıl konumlanacağını tabi ki bu süreç içindeki aktörler belirleyecek. Yapılar, kirliliğin neredeyse yarısından sorumlu olduğuna göre mimarlar da topun ağzında. Bir yandan bu yeni dönemde nasıl konumlanacaklarını, yatırımcılarla nasıl ilişkileneceklerini araştırırken diğer yandan da ekolojik tasarım konusundaki bilgi birikimlerini artırmanın yollarını arıyorlar. Bu paradigma kaymasının, piyasa mekanizmalarıyla hareketlendiği bir gerçek, hal böyle olunca da insan bunun geçici bir heves olmasından şüphe duyuyor. Biz de mimar Gökhan Kodalak, İTÜ Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nden Hayriye Eşbah ve LEED AP mimar Mehmet Can Anbarlılar ile bir masa etrafında bir araya gelerek ekolojik tasarımın geleceğin kentlerini belirleyen bir parametre mi, yoksa geçici bir heves mi olduğunu konuştuk. Bu tartışmaya, Greenpeace'den Banu Dökmecibaşı'nın ve uzun yıllardır ekolojik yapılar tasarlayan mimar Selçuk Avcı'nın yazıları ile ekolojik tasarım üzerine yaptığımız anket de eşlik ediyor. Fikirlerini paylaşan uzmanlara ve anket katılımcılarına teşekkür ederiz. Hazırlayan: Hülya Ertaş

Fotoğraflar: Fatma Çilo

ediyor. Sevindirici tarafı şu ki uzun zamandır tasarımla bağlantılı bazı disiplinlerde, kuruluşundan itibaren mesleğin teorilerinde olan birtakım gerçekler, artık şimdi mimarlar ya da formasyonunda daha sonra bu tip konularla ilgilenmiş tasarımcılar arasında da geçerliliğini kanıtladı. Bu dil birliğimizin, fikir birliğimizin olması açısından sağlıklı bir gidiş. Ama tabi Türkiye’de yapılan projelerin çoğu görsele dayalı olduğu için ortaya çıkan kaygılara ben de katılıyorum. Bu, ekolojik tasarımın yaygınlaşmaması ya da dünyayla entegre olmasına rağmen aynı içtenlikle ve samimiyetle devam etmemesi önündeki engellerden biri. Oysa bir taraftan ekolojik estetik de var. Türkiye’deki halkın ya da tasarımcının bu zamana kadar almış olduğu eğitimle ya da görmüş olduğu örneklerle zihninde oluşmuş olan estetikle ekolojik estetik uyuşmayabiliyor. Bu noktada da kişi onu dışlayabiliyor ya da güzel bulmadığı için hiç yer vermemeye başlıyor. Yaşam tarzımızın ekolojikleşmesinden çokça bahsediliyor, o konuda belli bir noktaya gelindi ama diğer yandan algılarımızın, görgümüzün, zevklerimizin de ekolojikleşmesi gerekiyor ki ekolojik tasarım piyasa tarafından talep edilsin.

“Ekolojik sistemlerin büyük ölçekli faydasından ziyade, mimarlar daha çok bina ölçeğinde konuya yaklaşmaya alışmışlar.”

Hülya Ertaş: Daha radikal ya da sadece piyasa mekanizması içinden Peyzaj mimarlığı açısından, örneğin değil de başka perspektiflerden bakan Amerika’da her bir bölgede yetişen eleştirel önerilerin Türkiye'de henüz bitkilerin çok büyük kıymeti vardır. Kimse oluşmadığını hissediyorum. Oysa dışarıdan getirip oraya bir şey dikemez; böylesi radikal önerilerle, mevcudun oraya uygun olmayan, oranın ekolojisinde mehmet can anbarlılar karşıtlarıyla ekoloji meselesi daha olmayan çirkin bir şey olarak algılanır. dengeli bir şekilde tartışılabilir. Bu, çok önemlidir onlar için çünkü zevk Mehmet Can Anbarlılar: Bir bakıma ona göre gelişmiştir. Oysa Türkiye’de doğru. Verdiğim danışmanlık hizmetleri sırasında sıklıkla duyduğum söz, öyle bir değer yargımız yok. İstanbul’da hangi bitkinin olması gerektiği ya da yapılarını zaten yeşil yaptıkları. İnsanlar buna inanıyorlar, bir kısmı haklı da bunun Adana’dakinden farkının ne olması gerektiğini düşünemiyoruz. O olabilir. Ama ona inanınca başka ne yapmaları gerektiği konusunda hiçbir çaba yüzden standart bir şekilde her ilde aynısı yapılıyor. Bu durum pazarı da sarf etmiyorlar. Mimarlardan, bu piyasa içinde en aktivist olabilecek meslek şekillendirdiği için aslında tasarımcıya da çok fazla seçenek bırakmıyor. Yine de sahiplerinden bahsediyorum bu arada. Ekolojik sistemlerin büyük ölçekli en azından bunların gerekliliği konuşuluyor, bu konulara kafa yoruluyor olması faydasından ziyade, mimarlar daha çok bina ölçeğinde konuya yaklaşmaya açısından gidişatın iyi olduğu görüşündeyim. Ama hızımız yeterli mi, dünyanın alışmışlar. Yani bir binanın ne kadar enerji harcadığı akıllarından en son geçen gidişatına göre, küreselleşme küresel ısınma vs boyutlarının hızında ürün şey. Mimarların yapılarıyla ilişkisi iyi detay çözme düzeyinde kalmış. Yapılarda yetiştirebilecek miyiz? O açıdan çekincelerim var. insan hayatını ve yaşantısını sadece görsel anlamda iyileştirmek dert ediniliyor, konforun bile her zaman dikkate alındığını düşünmüyorum. Şu an Türkiye’deki Gökhan Kodalak: Küresel ve Türkiye arasındaki ilişkiye bakacak olursak her spekülatif yapılara bakacak olursanız ilk görünen ve pazarlanan görseller. ikisinde ortak bir şekilde nostaljik ekoloji olarak tanımlanan tehlikeli bir durum Ortada hiçbir şey yokken, siz o daireyi görseline bakarak satın alıyorsunuz. var. Daha çok 20. yüzyıl mimarlığından aşina olduğumuz ama kökleri Dolayısıyla Türkiye’de çok gelişmiş bir mimari görsel kültürü var bugün çünkü geleneksel evreden çıkan doğa ana kavramı evrenin bütünlüklü bir yapıda bütün ekonomi onun üzerinden dönüyor. Dolayısıyla insanlar ev alacakken olduğunu varsayar. Yeşile olan özlem sadece fizik üzerine değil, biraz da sadece o görselliği dikkate aldığı için ne kadar elektrik faturası ödeyeceğini metafizik üzerine. Şu anda banliyöde yaşayan insanları, şehir dışında uydu sorgulamıyor. kentlerde yaşayan burjuvaziyi, her şeyin yeşile dönmesini isteyenleri görüyoruz. Her tarafın yeşil olduğu, binaların üzerinin bile topoğrafik olarak yeşille Hayriye Eşbah: Ben ekolojik tasarımın bir heves olmadığını düşünüyorum. Bu kaplandığı, yeşil dışında bir şeyin olmadığı mimari görseller, büyük bir özlemin artık bir gereklilik, doğa bunu diretiyor ve ilgili her disiplin de bu gerçeği kabul temsili. Yeşile olan özlemin bu popüler yüzü piyasa tarafından da sömürülüyor.

35 XXI - kasım 2011

Hülya Ertaş: Bugünlerde çok konuşulan ekolojik mimarlık ve tasarımın geçici bir heves mi, yoksa şimdiden sonraki üretimleri belirleyen bir ana akım haline mi geleceğini konuşacağız. Bu aslında küresel bir soru. Dolayısıyla kendi bağlamımız olan Türkiye'nin o küresel çerçeve içindeki konumunu, benzerlik ve farklılıklarını konuşarak başlamak uygun olur diye düşündüm. Mehmet Can Anbarlılar: Bence Türkiye’deki durum dünyadaki durumdan pek farklı değil. Burada her konuda olduğu gibi bunda da geri kalmama çabası var. Türkiye dünyadan bu konuda ne çok geri ne de çok ileri. Bu konunun popülerleşmesiyle beraber eleştirel bir görüş gelişmeye başlıyor. Dolayısıyla biz kendi konumumuzu belirlerken üzerine düşünülecek sorunlar olduğunun farkındayız. Ekolojik mimarlığın popülerleşmesi, ticarileşmesi bir yandan da iyi; çünkü bu işe inanlar olarak bizler bu durumu kullanarak ekolojik mimarlığın yaygınlaşmasına katkıda bulunabiliriz. Heves olsa da olmasa da bu yararlı bir durum. Hevesse bu heyecanla mümkün olduğu kadar ilerlemeliyiz, heves değilse de zaten ne ala. Dolayısıyla her halükarda muhteşem bir durum.

EKOLOJİK TASARIM

mehmet can anbarlılar, mimar, leed ap

kasım 2011 - XXI 36

EKOLOJİK TASARIM

hayriye eşbah, itü peyzaj mimarlığı bölümü, doç. dr.

Türkiye’de buna çok da aşinayız aslında. İstanbul için de hep başvurulan söylemlerden biri “Buralar hep yeşildi, eskiden ne güzeldi.” söylemidir. Hemen nostaljiye kaçılır. Bunun çok tehlikeli bir damar olduğunu düşünüyorum. Bunun yeşili geri getirmenin yanında tinsel bir dışavurumu da var aslında. Doğaya dönüş, kuantum felsefesi, diğer taraftan Mevlana, öbür yandan Zen döngüleri, Feng Shui gibi yaklaşımlara olan ilgi son zamanlarda artıyor. Tinsel referanslarla konuya yaklaşmak kitleler için afyon olma potansiyeli taşıyor. Oysa şu anda dünya üzerindeki nüfusun %50'sinden fazlası kentlerde yaşıyor. Kentle birlikte yeşili bir araya getirmenin yollarını düşünmemiz lazım.

sunabilirsiniz. Oysa bunun pratik yönüyle ortaya koyulması daha faydalı olacaktır. Nasıl araba alırken ne kadar benzin tükettiğine bakıyorlarsa ev alırken de ne kadar doğalgaz faturası ödeyeceklerini sorgulamalılar.

Hülya Ertaş: Bu atılımı beklememiz gereken, bu konuda daha fazla duyarlı olması gereken mimar mı, yoksa yatırımcı mı? Bu sorumluluk sadece yatırımcıya yüklendiği zaman ekolojik mimarlık gerçekten ana akım bir yaklaşıma dönüşebilir mi? Mehmet Can Anbarlılar: Hem mimarın hem de yatırımcının bu konuda duyarlı olması lazım ki iyi bir proje ortaya çıksın. Mimarın görevi söyleneni yapmak, biz kiralanan profesyonelleriz. Ama siz ekolojik tasarım konusunda iyi olunca sizin müşterileriniz de bunu talep edecek kişiler oluyor. Düşük enerji harcayan, yapısal ve yapısal olmayan çevreye etkisi az olan binaların tasarımı yavaş yavaş hayriye eşbah konvansiyonel yasaların içine girmeye başlıyor. Bu konunun yavaş yavaş popülerleşmesinin en büyük avantajı bu. Bu konular yeşil mimarlığın alt parçası değil, normal mimarlığın bir parçası oluyor.

Hayriye Eşbah: Aslında bu dengede bütün ağırlığın mimarda olmasını da pek kabul edemiyorum. Çünkü ağırlık bir yere kaydığında daha büyük resmi pek algılayamıyoruz. Mimar kendine düşeni en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyor. Oysa binanın yer seçimi, zonlamalar,dolayısıyla şehir plancılarının yaptığı çalışmaların da etkisi var. Çok sayıdaki kararın sonunda o proje mimarın önüne geliyor. Son aktörün mimar olması da bütün yükü onun üzerine bindiriyor. Mimara gelmeden önce çevreyle ilgili diğer disiplinler de aynı hassasiyeti gösterse ekoloji konusu asıl o zaman yaygınlaşacak. Mesele sadece yatırımcı ya da mimarın yaklaşımıyla çözülemez, çok aktörlü olarak sürecin irdelenmesi lazım. Bu süreç içinde herkes konumunu bilip ilişkilerini sağlıklı kurarsa her aktör bundan olumlu yönde etkilenir. Pazarlama, yatırımcının yaklaşımı, müşteri profili, arsa planı, peyzaj planı vs çok etkili son ürünün niteliklerinin belirlenmesinde. Ayrıca planlama araçlarıyla yatırımcıyı dizginleyebiliyorsunuz da. Herkesin sorumluluk hissetmesi gereken bir süreç. Dolayısıyla bütün stresi tek disipline, mimarlığa yıkmak sağlıklı değil. Son ürün tabii ki mimarın elinden çıktığından ona da ayrıca bir hassasiyet düşüyor.

Hülya Ertaş: Evet, ama ekolojik bir bina pazarlanıyor olduğunda sadece çevreci olduğu söyleniyor, enerji tasarrufu gibi konuların sözü edilmiyor. Mehmet Can Anbarlılar: Bu ilginç aslında, belki pazarlamacıların eksiği. Çünkü insanları bu yolla çok daha rahat ikna edebilirler. Bu bilinçlenme meselesi.

“Kentler daha çok mekanik üretimlerin yapılması gereken yerler olarak algılanmıştı ama şimdi görülüyor ki doğanın tekrar kente entegre edilmesi insanın yaşam kalitesini artırıyor.”

Parayı veren yatırımcı, bir mimar yapmasa başka birini bulacaktır. Mimar olarak “karşı çıkalım, dünyayı değiştirelim” demek iyi niyetlilik olur. Bunu isteyen yatırımcıların da bu kapasitede mimarlar bulması gerekiyor. Yatırımcılar yeşil binaları talep etmeli, mimarlar da bu servisi sağlayabilecek kalitede olmalı. Dolayısıyla sorumluluk herkesin. Sonuçta tüm yapılı çevre faaliyeti iki şekilde ilerliyor: devlet ve özel sektör. Devlet, özel sektöre göre uzun vadede ülkenin menfaatini korumak zorunda olan bir kurum olduğu için daha ikna edilebilir ve görevi itibariyle uzlaşılabilir bir işveren. Tabii ki devlet yavaş yavaş yönetmelikleri değiştirerek bunu yapmalı. Bence Türkiye’deki en büyük şansımız enerji fakiri bir ülke olmamıza rağmen çok yüksek enerji masraflarımız olması. Bu aslında bir dezavantajken bu konuda ilerlemek için onu bir avantaja dönüştürebiliriz. Bu muhteşem bir fırsat çünkü özel sektöre bu konuyla ilgili motivasyon veriyorsunuz: İnsanlar daha az enerji harcayan yerlerde yaşamalı çünkü daha ucuz. Dolayısıyla yeşil binanın ne olup olmadığı da konuşulmalı çünkü bu farklı algılanabilir bir şey. Sokaktaki insana üzeri yeşil kaplı binayı da ekolojik olarak

Mehmet Can Anbarlılar: Entegre tasarım gittikçe daha çok yaygınlaşıyor. Bu süreç mal sahibi ve bütün tasarımcıların daha bina yapılmadan önce yapılıp yapılmaması konusunda karar vermeleriyle başlıyor. Bu yapıya ihtiyaç olup olmadığını, onun için en iyi yerin neresi olacağını konuşuyorsunuz. Bu, konvansiyonel inşaat sektöründe olmayan bir yöntem. Ondan sonra mimar daha çizik atmadan, binanın nasıl çözümlenebileceğine dair kriterler belirleniyor. Bu mimarın egosunu dizginlemesi gereken bir süreç çünkü makine mühendisi, peyzaj mimarı gibi farklı disiplinlerden uzmanlar da bu sürece dahil. Usta mimar değil, takım içinde tasarım yapan mimar görevini diğer disiplinlerle birlikte dostane bir şekilde yaptığında birçok iş daha pratik çözülüyor.

EKOLOJİK TASARIM ANKETİ

ekolojik bir yapı/ürün tasarlamak ilginizi çekiyor mu?

Sonuçta görünen o ki, mimarlar ve tasarımcılar ekolojik tasarım konusunda meraklı, ekolojik tasarımı kendi mesleki pratiklerinin içine dahil etme konusunda da heyecanlı. Bu durumun kısa ve uzun vadede Türkiye'deki yapı üreticilerini ve yatırımcıları nasıl harekete geçireceğiniyse bekleyip göreceğiz.

ekolojik olarak sunulan yapıların/ürünlerin gerçekten çevreci olduğuna inanıyor musunuz?

%18 Evet

%1 Hayır

%9 Hayır

%9 Bir fikrim yok

%73 Bazıları için evet

işvereninizi ekolojik bir yapı/ürün yapma konusunda ikna etmenin mesleki sorumluluğunuz dahilinde olduğunu düşünüyor musunuz?

ekoloji konusunun mimarlık ve tasarım alanlarındaki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

%2 Kriz dönemine özel bir durum olduğunu ve geçici olduğunu düşünüyorum. %27 Toplam üretim içinde düşük oranlarla ekolojik projelerin üretilmeye devam edeceğini düşünüyorum. .

%83 Evet %2 Hayır

%68 Geleceğin mimarisinin ve tasarımının ekoloji çerçevesinde şekilleneceğini düşünüyorum.

%15 Belki %3 Bir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

ekolojik bir yapı/ürün tasarlamakla ilgileniyorum, çünkü (birden fazla yanıt verilebilir)

357 Yaşam kalitesini artırdığını düşünüyorum. Bunu bir görev ve sorumluluk olarak görüyorum. Piyasada rekabet edebilmek istiyorum. İlgimi çekmiyor.

62 39 0

37 XXI - KASIM 2011

%90 Evet

EKOLOJİK TASARIM

Toplamda 450 kişinin yanıtladığı ankete katılanların çoğunluğunu mimarlar (%59) oluşturuyor. Diğer disiplinlerden şehir plancılarının oranı %6, peyzaj mimarlarının %5, iç mimarların %7 ve ürün tasarımcılarınınsa %6. %60'ının kadın olduğu katılımcıların üçte biri bir ofiste çalışmakta, yaklaşık üçte biri ofis sahibi ya da yönetici, geri kalansa öğrenci. 254 kişinin İstanbul'dan, 59 kişinin Ankara'dan, 38 kişininse İzmir'den ankete katıldığını biliyoruz. Katılımcıların büyük bir çoğunluğu ekolojik yapı/ürün tasarlanmakla ilgileniyor ve bunu mesleki sorumluluklarının bir parçası olarak görüyor. Bu yöndeki yanıtlarda katılımcının ofis sahibi, çalışan ya da öğrenci olması verilen yanıtların oranında bir değişikliğe yol açmıyor, bu da demek oluyor ki bu konudaki genel eğilim mesleğin farklı kademelerinde görev yapanlar tarafından paylaşılıyor. Ortaya çıkan dramatik sonuçlardan biriyse ekolojik olarak

sunulan yapı ya da ürünlere güvenin tam olmayışı: Katılımcıların %73'ü bu şekilde takdim edilen ürünlerin sadece bazılarının gerçekten çevreci olduğunu düşünüyor. Çalışma kapsamında ekolojik tasarımın geleceğin mimarlığını belirleyeceğini düşünenler çoğunluktayken (%68), önemli bir kesim de (%27) bunun toplam üretim içinde azınlık olarak süreceğini düşünüyor. Ekolojik tasarımla ilgisinin nedeni olarak daha iyi yaşam kalitesini (357) ve mesleki sorumluluğu (357) imleyen katılımcılar çoğunlukta; çoklu yanıt verilebilen bu soruda 62 kişi bu konuya ilgisinin ana motivasyonu olarak piyasada rekabet edebilmeyi belirtti.

gökhan kodalak, mimar

KASIM 2011 - XXI 38

EKOLOJİK TASARIM

Gökhan Kodalak: Ben bu olaya iki açıdan bakıyorum; ilki piyasanın ekoloji meselesini nasıl sömürdüğüyle ilgili, ikincisiyse işin analitik olarak enerji tasarrufu ve ekolojik duyarlılıkla nasıl ele alındığı. Bu ikisi tabi hemen birbirinin içine giren, kolaylıkla ayrılamayacak yaklaşımlar. Yine de piyasa ekolojisini biraz eleştirmek, üzerine gitmek, ürünleri meşru kılmak adına yeşili pazarlamanın neden tehlikeli olduğunu açmak lazım. Bazı büyük şirketler, kendilerini ekolojik meselelere duyarlı, enerji tasarrufuna odaklı etik kapitalistler olarak sunuyorlar. Tabi ki enerji tasarrufuna ve ekolojiye katkı sağlayabilirler; sorun bunu kullanmaları değil, işin içinde bir ikiyüzlülük olması. Mesela bu şirketlerin bir kısmı Dubai’deki inşaatın büyük bir yüzdesine sahip. Bir yandan sürdürülebilirlikten bahsediyorlar ama Dubai’de bu işin devam etmesinin sürdürülebilir olmayacağı daha baştan belli. Sosyal sorumluluğu bir meta haline getirmiş oluyorlar. “Şu an oturduğum ev %30 enerji tasarrufu sağlıyor.” deyip bunun üzerine düşünmüyorsanız o da tehlikeli. Çevre sorunlarının yalnızca sizin enerji tasarruflu bir evde oturmanızla çözülemeyeceği belli ama siz bunu yaparak içinizi rahatlatıyor ve bu konuyu bir daha düşünmüyorsunuz. Tıpkı cep telefonundan kısa mesajla Afrika'daki insanlara para yardımı yapmak gibi, önceliğiniz kendi vicdanınızı rahatlatmak, sorunu çözmek değil.

dolaşması o sistemi ayakta tutar. Vücudumuzdaki bir damar tıkansa, tüm sistem etkilenir, kentte de öyle. Sistemi canlı tutmak için üretimin orada olması önemli. Eskiden kentler kendi gıdasını, her şeyini üreten bir sistemken endüstri devrimiyle beraber tarımsal üretim kentin dışında yapılmaya başlandı. Kentler daha çok mekanik üretimlerin yapılması gereken yerler olarak algılanmıştı ama şimdi görülüyor ki doğanın tekrar kente entegre edilmesi insanın yaşam kalitesini artırıyor. Dolayısıyla doğadaki işlerin kent içinde sürekliliğinin sağlanması, gerek tarımsal üretimin, ormanların, yeşil alanların oluşturulması, gerekse dere yataklarının yapılaşmaya açılmaması gibi ana kararların alınması gerekiyor. Hülya Ertaş: Küreselleşmekten geriye dönmek gibi. Hayriye Eşbah: Öyle değil, aslında insanların ihtiyaçlarını ve önceliklerini yeniden ele almalarından söz ediyorum. Sizin önceliğiniz fabrikalarsa ve istedikleri gibi üretim yapmalarına karşı çıkmayacaksanız böyle devam edebilirsiniz. Ya da yaşadığımız yerlerin beton yığını olması, hiç arada yeşil olmaması, ekolojik sürecin devam etmediği mahallelerin oluşması sorun değilse de devam edebilirsiniz. Ama bunun insanlara bir faydası olmadığı açık artık. Bugün geldiğimiz nokta doğal sürecin önünü kesmemizle bağlantılı bir sonuç. Ve biz o sonuca katlandığımız için artık diyoruz ki “Ben böyle yaşamaya devam edemem, şimdi böyleyse kim bilir ileride ne olacak.” Artık insanlar gökhan kodalak hayatlarında bunun etkilerini görerek bu durumu anladıkları için bir geri dönüş değil, uyanma olarak düşünüyorum bu dönemi.

“Neoliberal kapitalizm diyor ki: “Ekoloji gelecekse onu da biz getiririz.”

1944 yılında Ankara valisi Nevzat Tandoğan'ın kült bir lafı vardı “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” diye. Bana öyle geliyor ki neoliberal kapitalizm de bize aynı şeyi söylüyor: “Ekoloji gelecekse onu da biz getiririz. Kimse bunu düşünmesin, bu demokratik olarak tartışılmasın, tartışılacaksa onu da biz yaparız. Biz ekoloji konusunu satıp üzerinden para kazanacağız, siz de alıp kendinizi mutlu hissedeceksiniz.” Örneğin Brad Pitt, Foster gibi yıldız mimarların yanında eğitim alarak amatör mimarlık yapmaya başladı. Televizyondaki sürdürülebilir tasarım programını o sunuyor, 2009'da Amerika'daki yeşil ev projeleri hakkında sunum yapmak üzere mimarları temsile Beyaz Saray'a çıkıyor. Bir yandan da Dubai'de ekolojik bir kule tasarlıyor ve onu hem eğlence sektöründeki rolünün hem de sosyal sorumluluk hassasiyetinin ifadesi olarak sunuyor. Sevgilisi Angelina Jolie'nin Afrika'daki çocukları evlat edinmesi, onlara yardım etmesi gibi faaliyetleri de düşündüğümüzde ortaya çevresel duyarlılık ve sosyal sorumluluk bilinci yüksek bir çift tablosu çıkıyor. Ancak bu çiftin aynı zamanda Dubai'deki Dünya Adaları'ndan birinde oturduğunu düşünürseniz işin içinde bir maske olduğunu fark edersiniz. Hülya Ertaş: Son yıllarda kentleşmenin ekolojik çözümler için daha elverişli olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Mevcut kent için nasıl bir ekolojik sistem düşünmek gerek? Yemyeşil bir kent mi, makine gibi iyi işleyen bir kent mi ya da gittikçe yoğunlaşan bir kent mi? Hayriye Eşbah: Ekolojik süreçlerin, işlevlerin sürekliliği aslında bir kenti yaşanabilir yapar. Enerjilerin, malzemelerin, insanların bir sistem içerisinde

Zamanında yapılan ve sürdürülebilir olmayan bazı işlerin etkilerinin çok net hissedildiği bir dönemdeyiz. Bunun çözümü Orta Çağ'a dönmek değil, kentsel alanda olması gereken işlevleri kente geri kazandırmak. Dikey çiftlikler, çatı bahçeleri gibi bazı çözümlerin modern çağdaki insanın yaşam tarzına nasıl entegre edilebileceği araştırılabilir. Kentsel tarımın şehri besleyip besleyemeyeceği bir yana, kent genelinde dışa bağımlılığı azaltacağı kesin. Kentsel tarıma sadece estetik ya da ekolojik boyutla bakmamak gerek, bunun bir de sosyal boyutu var. Bugün tarım birçok kişinin kent şartlarında ayakta durabilmesine fayda sağlayabilir. Bu ihtiyaçları günümüz yaşantısına en çağdaş yaklaşımlarla, en son tasarım ve teknolojilerle uyarlamalıyız. Teknolojinin çok hızlı ilerliyor olması sayesinde bu uyarlama işi tasarımcıya düşüyor. İnsan eskiden doğaya karşı çok güçsüzdü, doğa neyi diretiyorsa onu yapabiliyordunuz. Şimdiyse yapılabilecekler tasarımcıya da bağlı. Mehmet Can Anbarlılar: Elbetteki kentin yoğunluğunun ekoloji açısından muhteşem bir avantajı var, onu kullanmak önemli. Kentsel tarımla ilgili ben geçenlerde Defne Koryürek'in ilginç bir konuşmasında bulundum. Dört kişilik bir aile için yaklaşık iki dönüm arazi gerektiğini söyledi. Kentte yapacağınız tarım sizi

Sürdürülebİlİrlİk: Nasıl mümkün? Selçuk Avcı, Mimar

Bir meslek olarak, yaratma sürecimizde sürdürülebilirliği uygularken 3E olarak adlandırdığımız ve sürdürülebilir sonuçlara varmamızı sağlayan üç temel olgu üzerinden gideriz: etik, ekolojik ve ekonomik. Etik değerler topluma, diğer insanlara, kültürlere, etik tüketim ve farklı yaşam şekillerine karşı ilişkimizi belirler. Bu, "Genius Loci" ya da bir "yer"in karakteristiklerine olan tepkimizdir. Bu tanıma göre tüm hareketlerimiz etik ya da diğer bir deyişle bulunduğumuz topluma, kültüre ve yere duyarlı olmalı. Ekoloji, üzerinde bulunduğumuz dünya, bizi destekleyen organizma ve bu organizmanın bizi desteklemeye devam etmesi için yaptığımız eylemlerle ilgilidir. Dünyayla kurduğumuz simbiyotik ilişki, yaptığımız her hareketle desteklenmeli ve ileriye götürülmeli. Dolayısıyla dünyanın kaynakları, doğaya yaptıklarımızdan önemli bir şekilde etkilenir. Bu nedenle de tasarım yaparken temel amacımız olumsuz etkimizi azaltmak olmalı. Ekonomi, eşitlik, yatırımlarımız ve çevrede oluşturduğumuz yapıların geçerliliğiyle ilgilidir. “Kazan-kazan” yaklaşımıyla hareket etmez, birinin kazanması için bir başkasının kaybetmesi gerektiğine inanırsak her zaman zarar meydana gelir. Bu, kendi doğası itibariyle, hepimiz aynı kapalı sistemde yaşadığımızdan ötürü, en nihayetinde hepimizin zararına olur. Kararlarımız uzun vadede geçerli olmalı ve sonraki nesilleri destekleyecek kadar uzun ömürlü yatırımlar yapmalıyız. Hepimiz, birer birey olarak özgünüz. Aynı şekilde her bina da yeri, bulunduğu coğrafya ya da iklim itibariyle farklıdır ve bu özelliklere uyumlu olmalıdır. 3E prensiplerinin uygulanması bu faklılıklara uzun vadede saygı duyulmasını sağlar. Bina tasarımındaki temel eko-sürdürülebilirlik konuları her projede ilk olarak şu şekilde ifade edilebilir: • Düşük CO2 emisyon hedefleri • Düşük karbon enerji kaynaklarının uygulanması • Alan içerisinde enerjinin toplanması ve üretilmesi • Minimum enerji tüketimi için tasarlamak • Klima kullanımının minimumda olmasını hedeflemek • Minimum elektrik tüketimi için tasarlamak

Sürdürülebilir bir bina tasarımına ulaşabilmek için, çok disiplinli, entegre ve işbirliği temelinde kurulan bir modele ihtiyaç var; zira tek bir kişi bütün bilgileri tek başına yönetemez. Bu model, proje sürecinde farklı denemelere dönüşerek yalnız mühendislik ekibini değil, aynı zamanda üreticileri, satıcıları, müteahhitleri ve işvereni de dahil eder. Dahası, tasarım ekibinin birbiriyle temas halinde olması, dolaysıyla inovasyonu ve sınırları zorlamasına teşvik etmesi için tasarım sürecine yeterince zaman verilmeli. Tasarım ve inşaat süreci Türkiye’de maalesef buna izin vermiyor. Dahası çoğu Türk işverenin yaklaşımı, genelde yeni bir fikri uygulamadan önce başka yerde uygulanmış halini görmesini istemek oluyor. Başka bir deyişle, Türkiye’de risk almak pek mümkün olmuyor. Türk inşaat sektörünü Avrupa ya da Anglo-Amerikan sektöründen ayırt eden şey, inovatif keşifler bulma becerisidir. Risk almadan ve inovasyonlara imza atmadan, yeni teknoloji ve yöntemler oluşamaz. Bu inovasyon da yalnızca işveren buna izin verirse gerçekleşebilir. Bilinen bir sözdür: "İyi müşteriler, iyi binalar yaratır." Kararlardaki riski azaltmak için özellikle mesleğin normlarının dışına çıkan, sınırlarımızı zorlayan fikirlerimizi simüle edebilen teknoloji ve bilgisayar programları kullanmalıyız. Bilgisayar analizleri çoğu zaman risksiz bir şekilde yeni bir fikrin uygulanabilir olduğunu kanıtlar. Böylece, müşteri kararlar almakta zorlanmadan ileriye doğru adımlar atma kararı alabilir. “Yalnız fazla ileriye gitmeyi göze alanlar ne kadar ileriye gidebileceklerini öğrenebilirler.” T. S. Eliot

39 XXI - KASIM 2011

Sürdürülebilirlik konusundaki en resmi açıklama, Birleşmiş Milletlerin Brundtland Komisyonu tarafından, 20 Mart 1987 tarihinde şu şekilde açıklanmıştır: “Sürdürülebilir yapılaşma, günümüzün ihtiyaçlarını karşılarken, sonraki nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılamanın önüne geçmeyeceğini sağlayan yapılaşmadır.”

Buna daha hızlı ulaşmak İçİn Türkiye’de neyin değişmesi gerekiyor? Sürdürülebilir binaların yaratılması için, sürdürülebilirliği çevreleyen konular karışık olduğundan, entegre ve çok disiplinli bir tasarım süreci her projenin başından itibaren uygulanmalıdır. Mühendislik takımının seçilmesi bunun başarısında önemli bir noktadır. Bu süreci genelde mimarlar yönettiğinden, mimarları bir açıdan birer orkestra şefi olarak da görebiliriz: Birçok farklı enstrümanı yöneterek ahenkli bir bütün oluşturan birey gibidir.

EKOLOJİK TASARIM

Son onyıldır dünya, ekolojiye karşı çok farklı bakış açılarının gelip geçtiğini gördü. Karbon odaklı üretim süreçlerinin yok edilmesi ve enerji tüketiminin azaltılmasıyla ilgili büyük adımlar atıldı. “Sürdürülebilirlik” kavramının anlaşılmasının ve kabul edilmesinin çapı genişledi. Bu değişim, tasarımcılar, yatırımcılar ve işverenlerin binalarla ilgili düşüncelerine yeni bir yön ve dürtü oluşturmuş durumda. Bu düşünce şekli Türkiye’de de daha çok ilgi görmeye başladı. Giderek artan bir şekilde sürdürülebilirliğin -inşaat sektörü dışındaki sektörlerde detüm fikirlerimizin temelini oluşturması gerektiğini anlamaya başladık. Ancak, inşaat sürecinde mimar ve mühendislerin kararlarının dünyanın CO2 emisyonunun %50'sine sebep olduğunu düşünürsek, genel mesleki anlamda bu konuda bir harekete geçmemiz şart. Sürdürülebilirlik kavramı, dün “hayatta kalmak” fikrini yansıtırken günümüzde bambaşka bir ifade olarak şekillenmiş durumda.

• Doğal ışığı bina içerisinde maksimize etmek • Bina içinde yaratılan sıcaklığın geri dönüşümünü sağlamak • Geri dönüşümlü olmayan malzemelerin kullanılmaması • Malzemelerin sürdürülebilir kaynaklardan alınması • Sentetik malzemeler karşısında doğal malzemeler kullanmak • İnşaat sürecinde atıklarının minimuma indirilmesi • CFC, HCFC ve ozon aşınımına sebep olan malzemelerin kullanılmaması • Solvent bazlı uygulama sistemleri kullanmamak • Yapı malzemelerinin üretimi ya da atığı sonucunda meydana gelen çevresel zarara karşı duyarlı olmak Yukarıdaki prensipler, her proje farklı olduğundan tüm projelerde tümden uygulanamayabilir ancak eko-duyarlı tasarımın temelini oluşturur.

Amerika'da Yeşil Binaların Gelişimi • 20. yüzyıl öncesi - Tasarımdan inşaata ve yaşam döngüsü işlevlerine dek binalar konusunda bütüncül bilgi birikimine sahip yapı ustaları - mimarlar vardı. Enerji yapaylaşmamış olduğundan mevcut koşullardan mümkün olduğunca yararlanmak adına onlar ısıtma, soğutma ve aydınlatma için pasif tasarım ve basit mekanik sistemlere başvuruyorlardı. • 1930'lar - Yeni inşa teknolojileri kentsel peyzajı dönüştürmeye başladı. Klimaların, düşük Watt'lı florasan aydınlatmaların, yapısal çeliğin ve yansıtıcı camın gelişimiyle ve ucuz fosil yakıtlar sayesinde ancak devasa ısıtma-soğutma sistemleriyle iklimlendirilebilen çelik-cam yapılar üretilmeye başlandı.

beslemeyecek ama sizin farkındalığınızı artıracaktır. Siz gıda nasıl üretiliyor bilen biriyseniz, alacağınız ürünlerin, yapacağınız harcamaların da kıymetini bilirsiniz, almanız gerekenden fazla sebze, meyve alıp evinizde çürütmezsiniz artık. Şu anki anlayışımıza göre yemek marketten alınır, topraktan çıkan değil, para karşılığı alınan bir şeydir. Dolayısıyla çok benzer bir şekilde yeşil binaların şu an tuhaf bir şekilde sembolü olmuş rüzgar güllerinin, güneş enerjisi panellerinin enerji miktarları pek iyi yerlerde olmasa da bu, böylesi sistemlerin terk edilmesi gerektiğini göstermez. Olası her teknolojiye başvurmalıyız ki gelecekte olabilecek çözümlere yaklaşabilelim.

Bunun sonucu olarak mimarlar iklimsel meseleleri ve onların yapılar ve kullanıcılar üzerindeki etkilerini yok sayan bir tavır geliştirdiler. Diğer yandan da sektörün gittikçe karmaşıklaşan yapısı nedeniyle meslek içinde uzmanlaşmalar baş göstermeye ve yapı ustası-mimar kavramı kaybedilmeye başladı. Bu uzmanlaşmalar nedeniyle meslek insanları arasındaki iletişimde kopukluklar yaşandı ve binanın parçaları tasarlanırken sistemin bütünü göz ardı edildi. • 1970'ler - Küçük bir grup mimar, çevreci ve ekolojist; Victor Olgyay, Ralph Knowles ve Rachel Carson'ın çalışmalarından etkilenerek onların önerdiği gibi yapı inşa edilip edilemeyeceğini araştırmaya başladı. • 1973 - Enerji Krizi'ne çözüm olarak Amerika Mimarlar Odası (AIA) bir enerji görev grubu oluşturdu, bu grup sonrasında AIA Enerji Komitesi'ne dönüştü. • 1977 - Enerji kullanımını ve tasarrufunu sağlamak için Enerji Daire Başkanlığı kuruldu • 1977 - Güneş Enerjisi Araştırma Enstitüsü (Golden, Kolorado) kuruldu, sonrasında bu enstitü Ulusal Yenilenebilir Enerji Laboratuarı adını aldı. • 1980 - İnşaat sektöründeki büyük ticari kurumlar tarafından Sürdürülebilir Binalar Endüstri Konseyi (SBIC) kuruldu. • 1987 - Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişim Dünya Komisyonu “sürdürülebilir gelişim” teriminin ilk tanımını yaptı: “bugünün ihtiyaçlarını karşılarken gelecek nesillerin de ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini göz önünde bulunduran gelişim” • 1989 - AIA Enerji Komitesi, AIA Çevre Komitesi'ne (COTE) dönüştürüldü. • 1990 - Austin Yeşil Bina Programı başladı. • 1992 - AIA Çevresel Kaynak Rehberi -yaşam döngüsü analizi tabanlı ilk yapı ürünleri kataloğuyayınlandı. Bu rehber çok sayıda yapı malzemesi üreticisini ürünlerini daha çevreci üretme konusunda teşvik etti. • 1992 - Rio de Janerio'daki Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişim Konferansı ya da diğer adıyla Dünya Zirvesi düzenlendi. Zirvede en innovatif hükümet çevre programlarına verilen on ödülden biri Austin

EKOLOJİK TASARIM

Yeşil Bina Programı'na verildi. • 1993 - AIA'nın önerisiyle Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Dünya Mimarlar Kongresi'nin teması

“Zamanında yapılan ve sürdürülebilir olmayan bazı işlerin etkilerinin çok net hissedildiği bir dönemdeyiz. Bunun çözümü Orta Çağ'a dönmek değil, kentsel alanda olması gereken işlevleri kente geri kazandırmak.” hayriye eşbah

sürdürülebilirlik olarak seçildi. • 1993 - Başkan Clinton Beyaz Saray'ın enerji verimliliği ve atık azaltımı konularında model oluşturması adına çevreci bir şekilde yenileneceğini ilan etti. Bunun ardından Pentagon, Amerika Enerji Daire Başkanlığı Merkezi, gibi kurumlar da yapılarını yeniledi. • 1993 - Amerika Yeşil Bina Konseyi kuruldu. • 1994 - Kolorado'daki Boulder kenti Yeşil Noktalar Programı'nı başlattı.

Aslında çok heyecan verici, tasarım camiası için heyecan verici bir hareketlenmenin olduğu, yaratıcılığı tetikleyen, aynı zamanda da sorumluluk gerektiren bir dönemdeyiz. Olumsuz düşünüp hiçbir şey yapmamak yerine tasarımcı olarak bunu pozitife nasıl çevirebileceğimize inovatif şekilde yaklaşmak gerek.

• 1995 - Yapılı Yeşil Kolorado Programı, Denver'da başlatıldı. • 1997 - Donanma, çevrimiçi bir kaynak olan Bütüncül Yapı Tasarımı Rehberi'nin geliştirilmesi için

KASIM 2011 - XXI 40

Hayriye Eşbah: Kentsel tarım sadece bir örnek; onun dışında mesela suyu yönetmeyle ilgili yapılacak şeyler de var. Türkiye'de yağmur suları kanalizasyonlara gidiyor. Oysa yağmur suyunu binalara entegre sistemlerle sarnıç gibi yerlerde depolayıp bahçe sulamasında ya da binanın başka ihtiyaçlarında kullanmak olabilecek en çevreci yöntemlerden. Bunlar hiç düşünülmüyor, halbuki bütün kentin suyunu topladığınızda gerçekten fazla bir miktar elde edersiniz. Doğada belirli yerlerde sulak alanlar oluşuyor, orada su deşarj ediliyor, bir şekilde arınıyor, oradan minik bir dereyle başka bir yere gidiyor, yani su dolanıyor. Ama kentlerimizde biz suyu dolandıramıyoruz, buna yönelik tasarımlar geliştirilmeli. Mimari ve planlamayla doğanın yükünü hafifleterek kentlerimizi daha yaşanılabilir hale getirmeliyiz. Bunların konuşulması ve politikalarının geliştirilmesi lazım. Türkiye'nin ne yağmur yönetimi ne kentsel tarım ne de ormanların yok edilmemesi üzerine hiçbir politikası yok.

çalışmalara başladı. • 1998 - Yeşil Bina Hedefi toplantısında, 14 ulustan katılan temsilciler bölgesel ve ulusal çevresel, ekonomik ve sosyal eşitlik koşullarına göre uluslararası bir değerlendirme sistemi oluşturmayı hedeflediler. • 1998 - Arizona'daki Scottsdale Belediyesi, A'dan Z'ye Sürdürülebilir Yapı Programı'nı devreye soktu. • 1998 - AIA Çevre Komitesi, en yeşil 10 binayı seçerek sürdürülebilir yapılara dikkat çekti. • 1998 - Başkan Clinton toplamda üç tane yayınlanacak olan “yapıların yeşil üretilmesi” hakkındaki idari emirlerden ilkini yayınladı. • 1999 - 12852 Sayısı İdari Emir'le Sürdürülebilir Gelişim Başkanlık Konseyi'nin 140 maddelik eylem planı yayınlandı. • 2000 - Mart'ta LEED sertifikasyon sistemi işlemeye başladı. • 2000 - ... - Gittikçe artan sayıda belediye ve şirket, yeşil binalar için standartların belirlenmesini talep etmeye başladı.

Gökhan Kodalak: Açıkçası burada mimarların rolünü bazen çok küçümsüyoruz, bazen de naif bir şekilde bütün dünyayı kurtaracaklarını düşünüyoruz. Rem Koolhaas’ın araştırma ofisi AMO’nun yayınladığı Avrupa Birliği 2050 Yol Haritası adlı kitapçıkta Avrupa Birliği’ndeki binalar üzerine bir araştırma var. O araştırmaya göre binalar genel enerji tüketiminin %40’ından ve karbon emiliminin %36’sından sorumlu. Bu da demek ki, binalar, yani aslında mimarlığın fiziksel anlamda ürettiği şeyler, kirliliğin üçte birinden fazlasının kaynağı. Bu konuya analitik olarak yaklaşan küresel ölçekte Kyoto Protokolü, Kopenhag Kriterleri gibi anlaşmalar, Greenpeace gibi örgütlenmeler; kıtasal ölçekte enerji gridleri denemeleri ve mesleki ölçekte LEED gibi sertifikasyon çalışmaları var. İşin analitik altlığını kurmaya, kurallarını belirlemeye çalışan gruplar var. Ama işin kuramsal olarak radikal tarafını düşünen, bunun üzerine spekülasyon yapan, ekolojiyi başka türlü düşünenlerin çok sayıda olduğunu düşünmüyorum ve bu çok büyük bir eksiklik. Benim bu anlamda ortaya atabileceğim naif bir fikrim var.

Kaynak: Sarah Reinhart, Green Building...A Walk Through Timeline http://activerain.com/blogsview/341806/green-building-a-walk-through-timeline)

Sanki bir tarafta insan üretimi, bir tarafta da doğanın üretimi varmış ve bunlar birbirlerinin karşısındalarmış gibi düşünüyoruz; farkında olarak ya da olmayarak bir ikilik üretiyoruz aslında. Bir tarafta fabrikalar ve beton, diğer tarafta yeşil ve su var ve bunlar birbirine o kadar ters ki. Deleuze üzerinden buna yaklaşacak olursak, onun “üreten ürün” kavramına başvuracak olursak, diyor ki: Doğanın

üretimi, insanın üretimi ve endüstriyel üretim, hepsi aslında aynı şeydir, sonuçta hepsi üretimdir. Bu fikirden yola çıkarak kentsel mekan için sayısız fikir üretilebilir. Mekansal anlamda insani ve endüstriyel üretimin yeşille nasıl üst üste getirilebileceğine dair verilebilecek örneklerden biri New York’taki High Line. Eskiden kalmış endüstriyel bir artifaktın, şehrin ortasında uçarak giden tren raylarının yeşil alanlarla, peyzajla kente geri kazandırıldığı bu projede ekoloji ile endüstri üst üste biniyor ve kamusal bir alan yaratılıyor. Dolayısıyla piyasanın tuzağına da tam anlamıyla düşmüyor. Piyasadan firmalar tabi ki yer alıyor ama bu projenin ekoloji meselesini sadece sömürmek üzere yapılmadığı, kamu yararını göz ettiği aşikar.

Hayriye Eşbah: Çok doğru, son zamanlarda sıkça sözü edilen peyzaj şehirciliğinin (landscape urbanism) söylemleri de buna dayanıyor. Olay burada fırsatları değerlendirmek, endüstriyel mirassa onu değerlendirelim, balkonsa onu. Kente o gözle bakarsanız o kadar çok fırsat var ki ve bunlar hepimizin tipik uygulama alanlarımızın çok dışında olan yerler. Bu fırsatları değerlendirirken insanların sosyal birlikteliklerini sağlamak da çok önemli. Ekoloji canlının ve cansızların birbirleriyle etkileşimi olduğuna göre insanın insanla, insanın hayvanla, hayvanın bitkiyle vs etkileşimleri bozulmayacak şekilde çözümler üretmeli ve kenti de bunun için bir fırsatlar denizi olarak düşünmeliyiz. Hülya Ertaş: Kent içindeki yapı stoğuna neredeyse hiçbir şey yapmıyoruz ama yeni yapılan yapılar çevreci inşa ediliyor. Neden mevcut yapı stoğu ekolojik olarak iyileştirilmiyor? Mehmet Can Anbarlılar: LEED’de iki ana standart var; biri yeni yapılar, diğeriyse ana tadilatlar üzerine. Ana tadilatlar standardına göre çatınızı, doğramalarınızı ve su harcayan vitrifiyelerinizi yenilerseniz, onları çöpe atsanız dahi, iyi bir puan alırsınız. Bir diğer önemli kalem, sizin enerji harcayan sistemlerinizi yeniden ele almanız. Eğer bunları yapıyorsanız ana tadilat kapsamına giriyor. Bunlar pratik olarak neden yapılmıyor diye sorarsanız, bunun nedeni bence insanların yeni fetişi. Diğer yandan da pratik açıdan bir binayı yıkıp yeniden yapmak çok daha ucuz. Bilhassa Türkiye’de işgücü çok ucuz. Ben de bir mimar olarak biliyorum ki siz

Ben bu tartışmaya sanırım eski bir endüstri ürünleri tasarımcısı -ya da mimar olmadığım için o gözle değil- ve çevre mücadelesi içinden gelen biri olarak katıldığımdan, belirlenen altbaşlıklara birebir uymadan cevaplar verebileceğim. Ekolojik mimarlık meselesinden önce aslında insanlığın genel anlamda ekoloji kavramına ne kadar samimi yaklaştığına bakmak gerektiğini düşünüyorum. Ekolojik bakış ve son yüzyılda buna dayalı yaklaşımlar, insanoğlunun doğal dengeye verdiği tahribatın bedelini ödemek için mi, yoksa gerçekten dünya üzerindeki her tür yaşam formuna bir saygı mı yoksa kendi türünün devamlılığını garantilemek için kaçınılmaz olarak kendi yarattığı yaşam biçimini değiştirme yolunda girişimler mi? Bu gözle bakıldığında tartışmanın tüm alt başlıklarında farklı cevaplar bulunabilir. Bu nedenle de ben “ekolojik mimarlık ya da tasarım”ı, insanın 20. ve 21. yüzyılda çizdiği yaşam formatının gidişatındaki sakatlıkları görmeye başlayan ve bunu kendi varlığına “en az tehdit” oluşturacak biçime sokmaya çalışan bir akım olarak görüyorum. Bu anlamda aslında konuyu gerçekten “ekoloji” açısından ele alarak mimarlık ve tasarım alanlarında da doğru yaklaşımlar geliştirilmesine yardımcı olanlar olduğu gibi, konuyu popülerlik ya da geçici heves olarak görenler de mevcut. Bu nedenle ekolojik mimarlığın da gidişatı hakkında genelleme yapmak doğru olmayabilir. Ancak gerçek olan şu, ne yazık ki pek çok alanda olduğu gibi tasarım ve mimarlık alanlarında da konunun özü ve ana çıkış noktası bir yerden sonra unutulmaya başlanıyor ve detayların, mesleki gösterişin ve tabi ki ekonominin elinde kaybolup gidiyor. Yani aslında sürdürülebilir yaşam kavramının insan varlığının yaşamı içinde her alana yerleştirmek ve yine her alanda (özelilkle de yatırımlar anlamında) bu özden yola çıkmak gerekirken adeta sondan başa gidiliyor ve yatırımın “ne kadar çevreci, ne kadar eko” olduğu düşünülüyor. Oysa “her yatırım” yaratılan yeni bir form ise, bu formun “sürdürülebilir yaşam”ın özünden yola çıkması gerekir. Konuya bu gözle bakınca da, bugünün küresel sorunları içinde kaybolmadan, yaşamın varlığını devam ettirmeye dayalı “tasarım” sürecine girilmesi zorunlu hale geliyor. Yatırımcı, daha “farklı” daha “özgün” ya da daha “lüks” yapılar için ekolojiyi kullandığında ve mimar ile tasarımcıyı da buna alet ettiğinde (ya da onlar kendilerini alet ettiklerinde) zaten kaçınılmaz olarak konunun özünden sapıldığı için ortaya çıkan yapı ekolojik olmayacak; ekolojik bazı özelliklere sahip ama amaca hizmet etmeyen yatırımlar olacak ve olmaya da devam edecek. Bu yaklaşım ancak mevcut yapılarda ya da yerleşkelerde amaca yönelik düzenlemeler yapıldığında anlamlı olabilir, çünkü bu, varolanın geleceğe dönük sürdürülebilir hale gelmesini sağlar. Ekolojik mimarlık ve tasarım, geleceğin tasarım parametlerinden biri olmak zorunda. Türkiye'de bu durum, henüz sadece yeni bir akımı öğrenme ya da uygulama hevesi düzeyinde olabilir. Hatta kişisel görüşüm henüz tasarım alanında heves bile olabilecek düzeyde değil. Bunun başlıca nedenlerinden biri ekoloji konusunda ilgili eğitim birimlerinde bile son derece yüzeysel bir yaklaşım sergilenmekteyken mimarlık gibi bunun yansılamalarının olması gereken alanlarda kökten bir yaklaşım izlenmesi mümkün değil. O nedenle ekoloji gittikçe bir üst sınıf hevesi haline gelmeye, daha da kötüsü bu şekilde algılanmaya başlandı. Bu da her alanda kendini göstererek tamamen özünden ve hedefinden sapmasına neden oluyor. Mimarlık alanındaki gelişmeler konusunda bilgi sahibi olmamakla birlikte endüstriyel taasarım anlamında dünyada bu kavramın bir trend olarak ilerlemesi ve Türkiye'nin bu konuda çok geride kalmasını da, bu anlayışa bağlıyorum. Aslında belirttiğim gibi ekolojik yaklaşım bir trend ya da yakalanması gereken bir gelişme olarak değil, yaşamın devamlılılığı için özünün kavranması ve aynen takip edilmesi gereken bir kavram olarak görülmeli.

41 XXI - kasım 2011

Farklı nitelikteki mekanların melezlenerek nasıl bir araya getirilebileceğini ve herkesin çarpıştığı kentsel bir mekana nasıl dönüştürülebileceğini araştırmak önemli, yoksa ekoloji meselesini kentin kendi içine kapanması için bir araç olarak görmek değil. Yedinci katta balkonunuzda tarım ürünü yetiştirdiğiniz için tarımsal ürünlerin dünya içindeki ağıyla olan ilişkinizi keserek süpermarkete gitmediğiniz bir senaryoda siz aslında insanlarla karşılaştığınız sistemden de ayrılmış oluyorsunuz. Gidilecek yön pek orası değil, küreselleşme sürecini daha da harlamak, bunu yaparken de ekolojiyi melezleyerek kentsel ölçekte çok değerli yerlerin olduğunu bilmek.

Banu Dökmecibaşı, Greenpeace

EKOLOJİK TASARIM

Türkiye’de bunun gibi, en azından İstanbul’dan bizim bildiğimiz örnekler neler olabilir diye düşünürsek mesela Hasanpaşa Gazhanesi çok elverişli bir mekan böylesi bir kurgu için. İnanılmaz bir mekan, havada asılı kalmış gibi görünen endüstriyel mekanların içine doğru giren yeşilleri görüyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, yeşil ve endüstriyi zıt taraflar gibi ele almaktansa bu ikisinin birlikteliğiyle kentin atıl mekanlarını değerlendirmek, yapay bir ekoloji üretmek olası. Tam da doğanın tersinden söz ediyorum aslında, insan üretimi bir şeyden ama onun aynı zamanda doğayla iç içe girmesinden bahsediyorum. Bunun bir başka örneği doğru düzgün kullanılmayan Haliç Tersaneleri olabilir. Bu mekanların oradaki vinçlerle, antrepolarla, kendine has estetiğe sahip endüstriyel artifaktlarla, kendi ekolojisiyle yeniden ele alınması, ve asıl önemlisi bu alanların kamusal kullanımlara açılması önemli. Kentlerin ekolojisi üzerine konuşuyorsak gecekondular önemli öğeler. Sizin sulak alanlar diye bahsettiğiniz alanlar bu gecekondular olabilir. Gecekonduları yeniden düşünmek lazım ama bunu sterilleştirmek, bu alanları yok etmek ya da soylulaştırmak gibi yöntemlere başvurmadan yapmak lazım. Gecekondularla nasıl ilişki kurulabileceğini, bu ekolojinin nasıl değerlendirilebileceğini araştırırsanız onların kendilerine özgü niteliklerini de keşfedebilirsiniz. Gecekonduların da endemik bitkiler, yaşayan değerler olarak ele almak lazım.

ÖZÜ KAVRAMAK

sadece bu verilerle zaten Türkiye’deki birçok projeyi belirli bir ortalamanın üzerine çıkarmış oluyorsunuz.

yeni bir proje yapmak istiyorsanız yıkıp yeniden yapmak en temizi. Bunu tavsiye ettiğim için söylemiyorum ama böyle bir gerçek var. Eski binayı önce yapısal olarak güçlendirmeniz gerekiyor, bu sefer çok daha geniş bir strüktür alanı ortaya çıkıyor, metrekareniz düşüyor. Bütün tesisatları değiştirmeniz gerekiyor, şaftlar yeterince büyük olmayabiliyor. Bunlar gibi birçok pratik nedenden ötürü zorluk çıkıyor. Elbette kentler de yaşayan organizmalar ve ben mimarlığa tarihe olan ilgimden ötürü girmiş biri olarak kontrollü bir çözümün geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sırf eski olduğu için her yapıyı korumamızın bir anlamı yok ama değeri olan eski bir yapının tadil edilmesi daha pahalı olacağı için yıkılması da doğru değil. Dolayısıyla bu konuda denge en doğru yol.

Hayriye Eşbah: Özellikle İstanbul hiç durmadan yağ lekesi gibi büyüyor, kent çeperlerinde uydu kentler ortaya çıkmaya başlıyor. Bu tip gelişimler tabi ki doğayla temasımızın azalmasına neden oluyor. Özellikle Portland’ı çok seviyorum, kentsel gelişme sınırları gibi eşikler belirlenerek o eşiğin dışına çıkılmasına izin verilmiyor çünkü oradaki fiziksel alanın o kadarını kaldırdığı iddia ediliyor. Türkiye’de böyle bir durum yok, sürekli büyük kentlere göç var ve gelenler kentin dış alanlarına yerleşiyor. Kentsel gelişme sınırı gibi eşiklerden burada hiç söz edilmiyor. Bunlar, üst ölçeklerde düşünülmesi gereken meseleler. Nüfustaki eşik ve sınırlar nedir? İstanbul’un kuzey ormanlarının etrafındaki yapılaşmaya baktığınızda oradaki ormanla gittikçe zıtlaşan bir yapılaşmaya dönüştüğünü görüyorsunuz. Ormanın kendisinin bir strüktürü vardır, bunun yanına biraz daha düşük yoğunluklu bir konut projesi koyduğunuzda eğer bu noktada peyzaj mimarı çok hassassa ve o alanda ormandaki türlerden projesinde kullanabiliyorsa ya da tasarımında geçirimsiz yüzeylere daha az yer verebiliyorsa, proje çok daha uyumlu olur. Ama bu ormanın dibine çok yüksek yapılar koyduğunuz zaman ormandaki strüktürü sürdürmemiş olursunuz. Ormanlar mutlak koruma alanları, ne kadar korunduğunu bir kenara bırakırsak, onun dışında kentle bağlandığı noktalarda tampon bölge kurmak gibi bir anlayış yok, kent gelip ormanın sınırına bütün yoğunluğuyla dayanabiliyor. Kentsel açıdan bu tampon bölgelerin geliştirilmesi, sınırlayıcı bir çözüm üretilmesi, yeşil bantlar ya da ekolojik ağlar gibi anlayışların burada planlama pratiğine girmesi ve sınırlamayı yönlendirici araçlar olarak dahil olması gerekiyor.

KASIM 2011 - XXI 42

EKOLOJİK TASARIM

“Kentin yoğunluğunun ekoloji açısından muhteşem bir avantajı var, onu kullanmak önemli.” mehmet can anbarlılar

Hülya Ertaş: Peki, çevreye etkisi açısından yıkıp yeniden yapmak nasıl bir çözüm? Mehmet Can Anbarlılar: Bu, çok tartışılan bir konu açıkçası. Buna spesifik bina ölçeğinde çok daha rahatlıkla yanıt verilebilir. Bir haftada bir binayı yıkabiliyorsunuz, binanın artıklarıyla ne yapılacağı önemli. Türkiye’deki hurdacılık sektörü muhteşem. Siz bir binayı yıkacaksanız önce hurdacıları çağırıyorsunuz. Doğramaları, vitrifiyeleri vs onlar alıyor. Geri kalan ahşaplar ya yakılıyor ya yonga levhaya gönderiliyor. Betonarmenin çöpe gittiğini düşünebilirsiniz ama Türkiye’de betonu kırıp agrega ya da yapı dolgusu olarak satan bir sektör var. Ülkemizin sıkıntılı geçmişinden kalma bir geri dönüşüm kültürü olduğundan konvansiyonel bir apartman binasını yıkıp yeniden yapmak çok daha pratik.

Hülya Ertaş: Kentsel altyapı açısından çok sorunlu bir bölgede inşa edilen bir yapının LEED sertifikası alması mümkün mü? Mehmet Can Anbarlılar: LEED sertifikasında size hiç negatif puan verilmez, hep pozitif puan verilir. Türkiye’de birçok projenin kolaylıkla LEED alabilmesinin nedeni, kentlerin özellikle de İstanbul’un yoğun olması. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz gibi siz ne kadar yoğun bir yerleşim kurgularsanız, kirlilik üretiyorsanız bile onu çok sınırlı bir alanda üretiyor olursunuz. Bir diğer nedense toplu ulaşım. Çünkü birincisi binayı ısıtmak için ikincisi olarak da ulaşım için çok enerji harcıyorsunuz. Toplu taşımanın üzerindeyseniz artı puan alıyorsunuz. Bizim için bu çok normal geliyor ama bu sistemlerin genelde toplu taşıma olmayan ülkelerde geliştirildiğini düşünürseniz, LEED sonuç olarak mısır tarlasına ofis yapılmasın diye üretilmiş bir sistem. Çünkü Amerika’daki spekülatif ofis üretimi öyle gelişiyor. Bizim yerli sistemlerimizi üretmemizin gerekliliği buradan geliyor. Örneğin bir proje için LEED’in kriterlerine göre yerel yönetmeliğin önerdiğinin üzerinde araç için otopark yapılmaması gerekiyor. Yönetmeliklerde özellikle konut projelerinde daire başına bir araçlık otopark önerilir ama lüks konutlara baktığınız zaman daire başına üç araçlık otoparklar görürsünüz. Eğer bir yapı LEED almak istiyorsa o sayıyı kısıtlamak zorunda. Aynı şekilde otoparkta düşük emisyonlu araçlar için özel park yerleri ya da elektrik şarjörleri koymak durumunda. Birçok puanlama sistemi size ceza vermiyor, yaptığınız avantajları toplamaya çalışıyor. En önemlisi ise; bir binanın nerede, etrafının ne kadar yoğun ve ne kadar toplu ulaşıma elverişli olduğu. Siz

Hülya Ertaş: Böylesi kentsel ana kararlar pasif iklimlendirme sistemlerinin geliştirilebilmesi için çok önemli. Mehmet Can Anbarlılar: Kesinlikle. Sadece pasif iklimlendirme için değil, aktif iklimlendirme kullanıyorsanız da ne kadar doğal koşullardan faydalanırsanız o kadar iyi. Mevcut kent dokusunda onu yapmanız çok sorunlu ama yeni yapılan yerleşimlerde bunu yapmıyorsanız geçmiş olsun. Artık elimizde öyle bir teknoloji var ki sadece pasif iklimlendirmeyle sınırlı kalmak zorunda değiliz. Evet, en uygun ve düşük fiyatlı çözümler bunlar ama onlar dışında biz yine de yapabiliriz. Hülya Ertaş: Yapı enerji sistemlerinin tesisat gibi bir şeye dönüşeceğini düşünüyor musunuz? Nasıl zamanında yapıların içine su tesisatı, ardından elektrik tesisatı eklemlenmeye başladıysa şimdi de ekolojik yapısal sistemlerin eklemlenmeye başlayacağını öngörüyor musunuz? Mehmet Can Anbarlılar: Evet. Biz su sorunlu bir ülkeyiz. Suyumuzu ta Istıranca Dağları'ndan alıyoruz. Sonra onu klozete basıyorsunuz ve o su denizin ortasına gidiyor. Yani ta Istırancalardan Marmara'nın ortasına suyu klozete basmak için taşıyorsunuz. Bir yandan da sel sorunumuz var. Burada tuhaf bir durum yaşanıyor. Keşke o basit sarnıç sistemleri çok daha pratikleşebilse. Her binada şu an paranoyak olduğumuz için kocaman sığınak alanları var, siz o sığınak alanlarını sarnıç yapsanız zaten birçok kentin sel sorunu hallolacak. Birçok yeni binada biz bunu doğrudan istemesek de halihazırda gri-su projelerinin olduğunu, bunun en azından fizibilite çalışmasının yapıldığını mutlulukla görüyorum. Şu an klimalar tesisat gibi. Yeni yapılan birçok bina klimasıyla beraber yapılıyor. Bu yaşam kalitesi açısından muhteşem. Türkiye'nin şöyle bir avantajı var, bu sistemlere geç girdiği için konvansiyonel sistemlerden daha iyileriyle başlamış durumda. Mesela Amerika’daki birçok klima bütün havayı iklimlendirerek devreye sokuyor. Bizse temiz havayı hala pencereden alıp sadece soğuk havayı içeri sokan daha Asya kökenli teknolojileri kullanıyoruz. Bunların enerji verimlilikleri inanılmaz farklı. Geç gelişmenin öyle bir avantajı da var, biz iyi bir noktadan başlıyoruz. Aynı projeyi siz Amerika'da yapsanız kocaman hava kanalları gerekecekti, Türkiye'de sadece temiz hava sağladığınız sürece klima koyarak çözümleyebiliyorsunuz.