Aydınlık PABLO NERUDA, KÖTÜ TATTAN KAÇANLAR VE AHMET HAŞİM İN TEK ŞİİRİ. Bir zamanlar tatilde ÜLkÜ TAMEr

Aydınlık Bir zamanlar tatilde ÜLkÜ TAMEr 31 Temmuz 2015 Cuma Yıl: 4 Sayı: 175 Manzaraya ve vaziyete razı değiliz! OLCAY TUNALI Hemingway’in gölgesi...
11 downloads 0 Views 4MB Size
Aydınlık Bir zamanlar tatilde ÜLkÜ TAMEr 31 Temmuz 2015 Cuma

Yıl: 4

Sayı: 175

Manzaraya ve vaziyete razı değiliz! OLCAY TUNALI Hemingway’in gölgesinde DAMLA YAZICI Kimsesizler mezarlığında bir dahi HALİT PAYZA

TEK ŞİİRİ ’İN M Şİ HA ET M AH VE R LA N ÇA KA PABLO NERUDA, KÖTÜ TATTAN

, n ı k a la ş ıy a l m y s ı a k e t d Bir le re ü k y b k ir e ü z p ö g MECİT ÜNAL

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

3

ÜLKÜ TAMER

Bir zamanlar tatilde atile çıkan çıkana... Kimi arasam bir yerlere gitmiş. İster istemez anılar canlanıyor, eski tatiller hatırlanıyor. Bu hafta da sanattan söz etmeyelim isterseniz, tatilin “rehavet”ine sığınalım. Tarih öncesinden söz etmiyorum, neredeyse daha düne kadar tatil kavramımız başkaydı. Tatil denilince okul tatili gelirdi akla. Öyle koskoca adamların, evli barklı kadınların tatil yapması... Bu, çoğu kimse için anlaşılır şey değildi. Memurlar yıllık izin kullanırlardı, o kadar. O izni de öyle biryerlere giderek değil, evde dinlenerek, kahveye çıkarak geçirirlerdi. Meraklısı daha çok kitap okur ya da çiçekleriyle daha çok ilgilenirdi. Ayrıcalıklar da vardı elbet. İstanbul’da oturuyorsanız, yazlık sahibiyseniz, sorun yok. Erenköy’e, Tarabya’ya taşınırdınız. Ya da Adalar’da yazlık ev kiralardınız. Orta halliyseniz, hafta sonları Florya plajıyla, Süreyya plajıyla, Moda plajıyla, Salacak plajıyla yetinmek zorunda kalırdınız. Anadolu kentlerinden birinde yaşıyorsanız, biraz varlıklıysanız ya da üç-beş kuruş biriktirebilmişseniz, bir haftalığına İstanbul’a giderdiniz. Atlardınız trene, doğru Haydarpaşa. Oradan Karaköy’e. Rıhtımda ya da Sirkeci’de bir otel odası. Rahatınıza biraz daha düşkünseniz, Beyazıt’ta ya da Aksaray’da bir otel. Bütün gece tahtakurularıyla savaşırdınız. Ama ne gam! Sabah olacak, Beyoğlu’na çıkacaksınız! Beyoğlu’nda önce bir güzel gezilirdi. TünelTaksim arası birkaç kere arşınlanırdı. Mayer mağazası, Karlman pasajı ziyaret edilirdi. Oyuncak istiyorsanız Japon mağazası. Budak Pastanesi’nde soluk alınır, Anadolu’nun yabancısı olduğu krem şokola denilen tatlıdan yenilirdi. Sonra mutlaka bir sinema. Melek, İpek, Lâle. Seçimde film değil, sinema salonunun görkemi göz önüne alınırdı. Kentinize dönünce eşe dosta anlatmak için. Göstermek için de Taksim’deki seyyar şipşakçılara fotoğraf çektirilirdi. Kapalıçarşı da unutulmazdı elbet. Bir gün de oraya, Mahmutpaşa’ya, Eminönü’ne ayrılırdı. Son durak Hacıbekir. Kimlere şeker götürüleceği çok önceden saptanmış olurdu. Kutular paketlenirken birer bardak da demirhindi içilirdi. Akrabalar, tanıdıklar Hacıbekir şekeri beklerlerdi. İstanbul’un en ünlü pastanesinden çikolata götürseniz o kadar makbule geçmezdi. Burun kıvrılırdı. “Bize bunu mu lâyık gördünüz” gibilerden. Hacıbekir şekeri

T

“İstanbul’dan hediye”nin tek adıydı. İlkokuldaydım. Bir yaz babamın iş için birkaç günlüğüne İstanbul’a gitmesi gerekti. “Seni de götüreyim,” dedi. “Bana arkadaşlık edersin.” Kahraman’ın makinesine (taksisine) atladık. Doğru Narlı. Posta trenine bindik. İki gün iki gece sonra Karaköy’deki otel odasındaydık. İlk gün babamın işleriyle geçti. İkinci gün Beyoğlu’muzu, sinemamızı yaptık. Akşamüstü Hacıbekir’i bile aradan çıkardık. Üçüncü gün, son günümüz, “Karşıya geçelim,” dedi babam. Biraz Kadıköy’ü keşfettik. Sonra bir tramvay. Sahrayı Cedit. “Bil bakalım, şimdi seni nereye götüreceğim?” “Nereye?” Babam güldü. Bir süre sonra Süreyya Plajı’nın önündeydik. “Plaja mı gireceğiz?” “Evet,” dedi babam. Elindeki küçük çantayı açtı. İki mayo gösterdi. “Bunları dün boşuna mı aldık?” Aldıklarımız arasında mayo olduğunun farkında bile değildim. “Ben utanırım. Girmem.” “Koskoca Antepli de utanır mıymış?” İşin içine Anteplilik girince diyecek söz yok. Bir kabin aldık. Mayolarımızı giydik. Kumlara attık kendimizi. Hem utanıyorum, hem keyif duyuyorum. Antep’e dönünce arkadaşlara anlatacak çok şey çıktı. “Ayda Bir” dergisinde gördüğümüz mayolu kadınlar şimdi canlı canlı karşımda. Sıcaktan bunaldıkça dizlerime kadar denize giriyorum. Sonra duşun altına. Biraz serinliyorum ama her yanıma yapışan kumlar beni perişan ediyor. Nerde Kavaklık’ın gölgeli ağaçları... Babam baktı ki, dondurma filân kâr etmiyor, kalktı. “Hadi, gidelim istersen,” dedi. “Beyoğlu’na çıkar, bir sinemaya gireriz.” Sonra gülerek saçlarımı okşadı: “Biliyor musun, bu yaşta plaja giden ilk Antepli sensin.” HHH Altı yaşımdan başlayarak tam on yedi yıl posta trenlerinin en sadık müşterilerinden biri oldum. İlkokuldayken her yaz ninemle Eskişehir’e

Aydınlık

giderdik. Halil Dayılara. Lise yıllarımda yılda en az üç kere Antep-İstanbul-Antep yapardım. Hep trenle. Hep posta treniyle. Antep’e ekspres yoktu o yıllarda. Şehirlerarası otobüs yolculukları da pek yoktu. Uçak desen Kaf dağının arkasında. Antep’in içine girmezdi tren. Elli kilometre ötede Narlı istasyonundan geçerdi. Gün battı batarken Dunlop garajından Austin otobüse doluşurduk. İki saat sonra Narlı. Küçücük bir istasyon. Bir-iki tahta masa, on-on beş tahta iskemle. Başlardık treni beklemeye. Sivrisineklerle savaşarak. Kışsa odun sobası yanardı bir köşede. On dakikada bir sorardık: “Tehir var mı?” Tren on saat gecikmeli geliyorsa, yandık! Beş saat gecikme akla yakın. İki saat gecikme harika! Tam zamanında... Bu olanaksızdı. Yerler numaralı değildi. Kim nereye oturursa. Tren gelince aslanlar gibi saldırırdık vagonlara. Pencerelerden bavullar, sepetler, testiler uzatılırdı. Yemekli vagon ne gezer. Herkesin yemek sepeti elinde. Yarıya kadar “yol lahmacunu” dolu. Kuru köfteler, zeytinyağlı dolmalar, domates, salatalık, acur, soğan. Testilerle su. Boş yer bulabilirsek oturur, eşyaları raflara yerleştirirdik. Ama çoğu kere koridorda gitmemiz gerekirdi bir süre. Kompartmanlar dolaşılır, aynı soru yüz kere sorulurdu: “Siz nerede ineceksiniz?” Yakında ineceklerin yerleri peylenirdi. Narlı’dan Adana’ya kadar kimbilir kaç kere ayakta gittim. İki gün iki gece. Gecikme üstüne gecikme binerdi. Bir keresinde İstanbul’dan Antep’e otuz altı saatlik gecikmeyle gittiğimizi hatırlıyorum. En sevdiğim istasyon Çiftehan’dı. Hele İstanbul’dan Antep’e dönerken. Torosların kokusunu ilk duyduğum yer. Bir de Fevzipaşa. O sonu gelmez Ayran Tüneli’nden sonra Antep yoluna açılan aydınlık. Keçiler, Kömürler, Eloğlu, Köprüağzı, Narlı. Burunlu Austin otobüsün güzelliği.

Gündüzleri idare ederdik de, geceler felâketti. Oturduğun yerde, iki dakikada bir başın yana düşerek uyumaya çalışmak, anlatılmaz bir azaptı. Bir mucize olur da uykuya dalabilirsen bile, kondoktörün sesiyle irkilerek doğrulurdun: “Biletler!” Gecede en az dört kere bilet kontrolü yapılırdı. Zımba yerine koca bir çivi kullanırdı kondoktörler; küçücük yeşil karton biletleri çiviyle delik deşik ederlerdi. HHH On altı yaşındayım. Haydarpaşa’dan trene bindim. Kompartmanda bir delikanlı. Eskişehir’e gidiyor. Kartal’a gelmiştik ki, yüreğinin derinliklerinden bir “Oooof off!” patlattı. Bir an yüzüme baktı sonra. “Kardeş,” dedi, “bana bir yardımda bulunur musun?” “Buyur,” dedim. “Benim okumam yazmam yok. Nişanlım İstanbul’da kaldı. Ona bir mektup yaz. Ben söylerim, sen yazarsın. Eskişehir’e varınca postalarım.” Kâğıt kalem çıkardık. Başladı söylemeye: “Aziz nişanlım... Bu mektubumu alınca gramafonu kur. ‘Ver saki tazelendi derdim bu gece’ plağını çıkar. Beni hatırlayarak o plağı çal. ‘Otomobil uçar gider’ plağını çıkar. Beni hatırlayarak o plağı çal. ‘Leylâ bir özge candır’ plağını çıkar. Beni hatırlayarak o plağı çal...” Mektup, dört sayfalık bir plak listesi olarak tamamlandı. Delikanlı bir kâğıt daha aldı. Avucunu üstüne bastırdı. Kendi deyimiyle, “kalemle suretini çıkardı”. Mektubu özenle katlayıp cebine koydu sonra. “Kardeş,” dedi, “nişanlım şimdi bunu alınca ne yapar, biliyor musun?” “Ne yapar?” dedim. “Ağlar,” dedi. “Her plağı en az onar kere çalar. Her çalışta da beni hatırlayarak ağlar.”

TEBESSÜM MOLASI

YAZAN KAYBEDİYOR Kimi yazar, kaleme aldığı yapıttan hiç para kazanamaz. 19. yüzyıl yazarlarından Thomas Wirgman, para kazanamamakla kalmamış, 200,000 dolardan fazla kaybetmişti. Her sayfasını ayrı renkte kâğıda bastırdığı kitaplarından toplam sadece altı adet satabilmişti.

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Celal Demirel Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmen Yrd. Deniz Yıldırım Yazıişleri Müdürü Ergün Gedek Sorumlu Müdür Murat Şimşek Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş

Reklam Servisi Yayın Yönetmeni Rozerin Doğan [email protected]

Reklam Grup Başkanı Saynur Okuroğlu [email protected] Reklam Müşteri Temsilcisi Emel Toraman [email protected]

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı [email protected]

Sayfa Sekreteri

Alev Özgenç

Katkı sunanlar: Görsel Tasarım:

İrem Halıç, Elif Korkut, Deniz Toprak Hakan Uğurluay, Şener Soysal

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

[email protected] Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.Ş Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

4

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

HALİT PAYZA

Kimsesizler mezarlığında bir dahi Fikret Muallâ, ailesinin ona sağladığı olanakları reddederek, sıra dışı olmayı seçer. Paris kafeleri ve içki evlerinde resim yapar gibi içer, içki içer gibi de resim yapar. Kendi ibadetinin vazgeçilmez ritüelleridir bunlar

Qui acceperint gladium gladio peribunt”, ya da “kılıçla yaşayan kılıçla ölür”. Bu Latin kökenli deyiş Matta İncil’inde geçer. İsa, havarilerine kılıcını çekenin kılıçla öleceğini söyler. Kaya Özsezgin de Fikret Muallâ’yı anlattığı “Resmin Ustaları” dizisinin dördüncüsünde, sanatla hayatın, hayatla sanatçının, eylemle söylem arasında kopmaz bağlar, somut ilişkiler olduğunu yazar. Sanatçının yaşadıkları, ürettiği yapıtlara yansır, kişisel düşünce ve eylemleriyle kimliğini oluşturur. Yapıt neyse, onu yaratan da odur. Yapıt onu yaratanın, yaratıcısı da yapıtının yerine geçer, giderek birbirleri ile özdeşleşirler. Doğu toplumları için de, Batı toplumları için de durum budur. Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”in altıncı fragmanında insan doğası için “tür özü değil, insan özü” kavramını kullanır. Friedrich Engels, Marx’ın notlarında değişiklikler yaparak 1888’de aynı kavramı içeren fragmanı “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” kitabının sonuna ekler. Marx, Feurbach’ın dinsel özü insan özüne indirgemesine, insan özünün -burada bir parantez açar “insan doğası” der- tek tek bireylerin doğasında bulunan soyutlama olmadığını, bu özün kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünü olduğunu belirterek karşı çıkar. Özsezgin, sanatçı üzerinde erk sağlayıcı yönetim biçimlerinin özgür, demokratik düzene doğru evrimleşmesinin yoğun biçimde yaşandığı 19. yüzyıldan bu yana, sanatçının, toplumda özgür yaşam koşullarını benimsemekten yana olduğu süreç içinde farklı bir figür olarak kendini göstermesiyle aykırı bir tip olarak ortaya çıktığını söyler. Bu aykırı tip geleneksel kurallara, toplumdaki geçerli yaşam biçimlerine itibar etmez, uyum göstermez, mütemadiyen huzursuzdur, düzenle ilişkilerini koparma eğiliminde olan bu aykırı tip, farklılıkları her biçimde açığa vurur. Bu saptamalar doğru olmakla birlikte, aykırı tip salt 19. yüzyılın göreceli özgürlük ortamı içinde değil, ontolojik varlığını arkaik dönemlerde de gösterir. Grafik sanatın öncülü olan duvar resimlerini çizen ilkel insanımsı da ilk aykırı sanatçı tipi örneğidir, kimsenin yapmadığını yapmıştır. Aykırılığı ölüm karşısında dirimi, av olmamak için avcı olmayı yeğlemesi ile ortaya çıkar. Kaldı ki 19. yüzyılda her ne kadar göreceli özgürlüklerin ve demokratik eğilimler içerse de diyalektik olarak karşıtlığı da içinde taşır. Ayrıksı tipin ortaya çıkmasında bu durumun da büyük payı vardır. Türkiye özelinde, cumhuriyetle birlikte, gelenekselliğin tasfiyesi ile başlayan devrim, modern sanatçı imgesini de geliştirir. Modern sanat da Türk devriminin çağdaşlığını temsil eder. Günümüzde ise ortadan kaldırılmaya çalışılan cumhuriyet kazanımlarının savunuculuğunu yapmak üzere muhafazakârlığa karşı çıkar.



Fikret Muallâ

Yaşamla Sanatın Örtüşümlü Estetiği Kaya Özsezgin Kaynak Yayınları 58 s.

Mustafa Fikret Muallâ da sanat kavramını resmi ideoloji ile bütünleştirme çabası içinde olan Batı kökenli akımlar karşısında duyarlı davrananlara karşı, sanat anlayışını özgür tercihler kapsamında genişletmek isteyen, bunun için savrulmayı göze alan sanatçılardandır. Muallâ bu savrulmayı daha çocukluk, ilk gençlik yıllarından başlayarak yapar. Ailesinin ona sağladığı olanakları reddeder, sıra dışı olmayı yeğler. Onun yaşam biçemini de içeren sanat anlayışını Ocak 1938’de Ses dergisine yazdığı “Üsera Karargâhı” başlıklı yazısında görebiliriz. Şöyle yazacaktır; “Ben hürriyetimi çok severim. Bunu naçiz sükûtumda bulurum. Resim yaparken, ibaret eder gibi, sükûtu beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissetmezsem, o zaman bilirim ki yanlış bir işle meşgulüm veya işgal edilmişimdir. Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvela üç-beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım.”

‘Albastı Defterleri’ Fikret Muallâ, Paris kafeleri ve içki evlerinde resim yapar gibi içer, içki içer gibi de resim yapar. Kendi ibadetinin vazgeçilmez ritüelleridir bunlar. “Albastı Defterleri”ni dolduran karasabanlarını ve iç dökümlerini çizdiği desenler terapi yerine geçer. Bu desenlere çiziliş amacına uygun isimler verir; Agâheyn Partisi, Sırtlanlar, Mundar Reisler, Kruçef Tahtakuruları, Moskova Rublecileri, Trampacı Ankara Ekâbiri, Stamboul Hyene, Çürük Paçoz bu ilginç ve her birinin gerçek yaşamda karşılığı olan desenlerdir. Ferit Edgü’nün yayına hazırladığı Fikret Muallâ’nın Sainte Anne Hastanesi’nde çizdiği desenlerden oluşan, sonradan “Çakallar” adıyla yayımlanan kitabında da paranoya belirtileri gösteren ruh yapısının izleri görülür. Dostları; Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Suat Derviş, Fikret Adil, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Semiha Berksoy, Nâzım Hikmet, çıkardığı Yeni Adam dergisinde desenlerini yayımlayan İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve içkidir.

Hayatı dramatik özgün ressam Fikret Muallâ’nın bu olağanüstü ayrıksılığı, doğumuyla başlamıştır denebilir. Fikret Muallâ, İs-

tanbul’da 1913’te Kadıköy, Kalamış/Moda’da bir konakta, babası Düyunu Umumiye Muamelat Müdür Muavini Ekrem Bey ve annesi Emine Nevber Hanım’ın kız çocuğu beklentisinin aksine erkek çocuk olarak doğar. Kız çocuğu bekleyen Ekrem Bey ve Emine Nevber Hanım, çocuklarının ismini bile önceden hazırlamışlardır, doğacak kız çocuklarına Muallâ adını vereceklerdir. Beklentilerin aksine doğan çocuk erkek olunca ismin önüne Mustafa Fikret eklenir. Beş yaşına kadar saçları kesilmez, kız elbiseleri giydirilir, kız çocuğu gibi büyütülür. Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuması, dayısı Hikmet Topuzer gibi futbolcu olma tutkusudur. Lisede top oynarken geçirdiği kaza sonucu bileği kılır ve topal kalır. Futbolcu olma tutkusunu yitirir, yitirdikleri bununla kalmaz, okuldan kaptığı İspanyol gribini eve taşır, annesini İspanyol gribi nedeniyle yitirir. Annesinin ölümünden kendini sorumlu tuttuğu için, vicdan azabı ile yaşar. Babası iki kez daha evlenir. 17 yaşındayken Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimi yarıda bıraktırılır, İsviçre’ye mühendislik okuması için gönderilir. Bunu, evden uzaklaştırılmak olarak yorumlar. İsviçre’de mühendisliğe değil resme ilgi duyar. Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde afiş ve desinatörlük, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi alır. Fransa’da, Edvard Munch ve Wassily Kandinsky gibi ressamların temsilcisi olduğu dışavurumculuk akımından etkilenir. Bir darbe de akademide tanıştığı ve âşık olduğu Ressam Hale Asaf’tan gelir, aşkı karşılıksız kalır. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Ayrıksı başlayan bir yaşam, kendi akışı içinde çatlağını bulan akışkan bir su gibi ayrıksı bir biçimde devam edecek, Fikret Muallâ, 19 Temmuz 1967’de Fransa’nın güneyindeki Mane kasabasının düşkünler yurdunda beş parasız son nefesini verecektir. Paris Kimsesizler Mezarlığı’na gömülür, kemikleri sonradan bulunduğu mezarlıktan alınıp Türkiye’ye getirilecek ve Karacaahmet Mezarlığı’na nakledilecektir. Özsezgin, Fikret Muallâ’nın “dramı” olan, “özgün” sıfatını hak eden ressam olduğunu söyler, Özsezgin’e göre Fikret Muallâ, kendi anlatım biçemini yaratmış, hiçbir sanatçıdan etkilenmemiştir.

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

5

OLCAY TUNALI

CÜNEYT ÜLSEVER’DEN AKP İKTİDARININ SOSYO-POLİTİK ANALİZİ: ‘MANZARA-İ UMUMİYE’

Manzaraya ve vaziyete razı değiliz! üneyt Ülsever, hiç kuşku yok ki Türkiye fikir hayatının son 30 yıldaki ilginç ve üretken portrelerinden biri. Özal’lı yıllardan başlayarak belirlediği liberal çizgide, sübjektif olarak sert iniş çıkışlar yaşamadan ve yönünü pek çok benzerinin aksine “rüzgâra göre” tayin etmeden yazan çizen bir kalem insanı. Akademisyenliği, siyasi ve ekonomik analistliği, köşe yazarlığı ve romancılığıyla tartışmalar yaratan, dolayısıyla kendisi de tartışmalara konu olmuş gerçek bir entelektüel… Ülsever’in ayırt edici özelliklerinden biri de iç politika kadar Türkiye’nin dış politikasına da uzmanlık derecesinde hâkim oluşu kuşkusuz ki. İktidarının ilk yıllarında AKP’ye belli oranda destek verip hoşgörü ve umutla yaklaşmasıyla, ama öte yandan bu desteği hızlı biçimde geri çekmesiyle de tanınan Ülsever, 2011’de yayımlanan “Yeni Osmanlıcılık ve Kürt Açılımı” (Kırmızı Kedi Yay.) adlı kitabında, Türkiye’nin önüne çizilen yeni güzergâha ilişkin temel eleştirilerini ortaya koymuştu. Bu çalışmasında, ABD imalatı Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde eşbaşkan olduğunu ilan eden dönemin başbakanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’yla özdeşleştirilen iki tezi, Yeni Osmanlıcılık ve Kürt Açılımı-Çözüm Süreci’ni ayrıntılı biçimde incelemişti Ülsever. Fakat yalnızca incelemekle yetinmemiş, eleştirilerini, itirazlarını, çözüm önerilerini de dile getirmiş, en önemlisi önemli ve ciddi uyarılarda bulunmuştu.

C

Hayatın doğruladığı analizler Hiç abartmadan söyleyecek olursak, Türkiye’nin bugünü itibariyle içinde bulunduğu duruma bakıldığında Ülsever’in haklı çıktığı görülüyor. “Komşularla sıfır sorun” iddiasından “Demokratik Özerklik”in ne anlama geldiğine, Arap Baharı’ndan İran’ın uluslararası arenadaki hamlelerine kadar pek çok analiz, saptama ve öngörünün hayat tarafından doğrulandığı açıkça söylenebilir. Yazar, geçen hafta okurlarla buluşan son kitabı “Manzara-i Umumiye / AKP İktidarının Sosyo-Politik Analizi”nde (Kırmızı Kedi Yay.), ülkemize, AKP’ye, Ortadoğu’ya ve dünyaya, deyim yerindeyse “bıraktığı yerden” bakmayı sürdürüyor. Adını, Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplanan Cumhuriyet Halk Partisi İkinci Büyük Kongresi’nde yaptığı aynı başlıklı konuşmadan alan kitap, örneğin “Kürt Açılımı”nı bu kez “Çarşafa dolanan Kürt açılımı” olarak tanımlayarak ya da ısrarla dikkat çekilen İran’a dair “Yeni İran’a hazır olun!” diyerek gerçekleştiriyor analizlerini. Irak ve Suriye’deki kanlı gelişmeler ve Türkiye’nin rolü, Paris’te üç PKK’lı kadının öldürülmesinin ne anlama geldiği, Balyoz ve Ergenekon davalarının hukuku nasıl siyasallaştırdığı ve neden çöktükleri, “Liberal İslam”ın mümkün olup olamayacağı gibi temel konular üzerinden, 2015 seçiminin sonuçlarına kadar uzanıyor Ülsever. 1999-2015 Haziran arası hiçbir önemli gelişmeyi ihmal etmeden gözden geçirilirken, bir yandan da gazetecilik-köşe yazarlığı dünyasından ilginç anılar-anektodlar içererek bir tür günce niteliğine de bürünüyor “Manzara-i Umumiye”. Örneğin Ülsever’in Recep Tayyip Erdoğan’la ilk tanışması ve sonrasında yaşananları anlatan Önsöz sayfaları, basın tarihimiz açısından da kayda geçirilmesi ge-

Türkiye’nin bugün itibariyle içinde bulunduğu duruma bakıldığında Ülsever’in haklı çıktığı görülüyor. “Komşularla sıfır sorun” iddiasından “Demokratik Özerklik”in ne anlama geldiğine, Arap Baharı’ndan İran’ın uluslararası arenadaki hamlelerine kadar pek çok analiz, saptama ve öngörünün hayat tarafından doğrulandığı açıkça söylenebilir

Cüneyt Ülsever reken bir belge niteliğinde. Dönemin Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, 2002’de “Eğer seçimi AKP kazanırsa elinizde ne var?” sorusuna “Bir kozumuz var!” demesinin perde arkası, küçük bir ders niteliğinde. Bunun gibi, ayrı bir bölümde aktardığı Hürriyet’ten ayrılış hikâyesi de başlı başına bir olay ki Ülsever’in polemik ustalığının küçük bir örneği de sayılabilir. Kitaptaki “Medya ve Aydınlar” başlıklı bölüm, çok “renkli” bir manzara oluşturuyor gerçekten de!

IŞİD’in parlaması ve intikam duygusu Ülsever’in öngörülerinin çoğu defa şaşırtıcı biçimde doğrulandığından yukarıda söz etmiştim. “Manzara-i Umumiye”, sırf bu açıdan ayrıca incelenebilecek bir kitap. Öte yandan birkaç yerde de tersi söz konusu olmuş. 2004’te şöyle yazmış örneğin Ülsever: “AB süreci Türkiye’ye inanılmaz bir dönüşüm yaşatıyor. Samimi olarak inanıyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminden sonra en büyük dönüşüm (kabuk değiştirme) bu dönemde yaşanacak.” 11 yıl sonra, bu satırların altına da açık yüreklikle “yanıldım” şeklinde bir not düşülmüş. Ya da “Bush, 2. dönemi bitmeden ‘İran meselesi’ni ya halledecek, ya halledecek!” denilmiş zamanında. Onun peşinde de bir “yanıldım” notu geliyor. Bununla birlikte çok öncesindeki kimi “tahminler” de var ki neredeyse harfiyen gerçekleşmiş durumda. “Tahmin”, tabii ki lafın gelişi… Örneğin analizleri ışığında, Irak’taki Sünnilerin intikam duygusuyla harekete geçeceklerine ve IŞİD vahşetine altı-yedi yıl öncesinde dikkat çekmiş Ülsever: “Saddam’ın bu dönemde idamı ABD’nin İran’a zımni bir çağrısıdır. Irak’taki Şii-Sünni-Kürt denkleminde Sünniler artık tamamen arka planda kalma gerçeğiyle yüz yüzedirler. Ya bu durumu sineye çekecekler, ya da beter saldıracaklar!”… “Ben 2007 yılında ‘Sünni asiler’in çok daha aktif hale geleceğini ve aralarında El-Kaide’nin parlayacağını düşünüyorum”… “Sünniler artık tamamen gözden çı-

karıldıklarına inanacaklar, intikam saldırılarını artıracaklar, bu saldırılar ABD ile Şiileri (İran) daha fazla yakınlaştıracak”… “Dışlanmış Sünnilerin intikam duygusu, Şiilerin ‘duruma el koyma’ gayretleri, bu arada Kürtleri kaybetmeme çabaları bu dönemde her zamankinden daha fazla Irak’ın geleceğini belirleyici unsurlar olacaktır.”

Yalakalara sesleniş “Kürt Meselesi”, “Dış Politika”, “İran’a Bakış”, “Balyoz ve Ergenekon”, “Medya ve Aydınlar”, “Toplumun Yapısı”, “21. Yüzyıl” başlıklı yedi ana bölümden oluşan 414 sayfalık büyük boy kitap, kuşkusuz ki çok çeşitli açılardan tartışılabilir, eleştirilebilir, itirazlar yöneltilebilir. Ancak Cüneyt Ülsever’in şu sözlerine “her devrin adamları” dışında hiç kimsenin de itiraz edeceğini sanmıyorum: “Bir liberal belki de AKP’nin ekonomi yönetimini, sosyal politikalarını beğenebilir, Kürt meselesi karşısındaki tavrına bel bağlayabilir. Hatta ‘cukka’ uğruna ekranlarda veya köşesinde AKP’ye yalakalık yapması bile bir yerde görmezden gelinebilir. Ama zamanında solcu olduğu için TSK’dan çok dayak yemiş bir ‘liberal’, sırf intikam almak uğruna; AKP-Cemaat işbirliğinin hukuka hile, desise, ihanet, sahtekârlık, üçkâğıtçılık karıştırmasına göz yumuyorsa, insanların dört beş yıl hapiste sürünmesine ‘ohh!’ çekiyorsa, o kişi değil liberal, insan bile değildir.”

Manzara-i Umumiye

AKP İktidarının Sosyo-Politik Analizi Cüneyt Ülsever Kırmızı Kedi Yayınevi, 416 s.

6

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

ECE KIRBAŞ

Paranın bununla bir ilgisi var! Will Gompertz, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabında bilindik sanat tarihi yazımında pek de okumaya alışık olmadığımız bir tarzda; mesafesiz ve anlaşılır analizler sunuyor

ıllardır “Sanat tarihi” dendi mi akla ilk E. H. Gombrich’in kitabı “Sanatın Öyküsü” gelir. Öyle olması da doğaldır zira sanat tarihi üzerine en kapsamlı, öğretici kitapların başında gelir Gombrich’in kitabı; her sanatçı, sanat tarihçi ve sanatçı adayı için adeta bir başucu kitabıdır. Will Gompertz de “Pardon Neye Bakmıştınız: Modern Sanatın 150 Yıllık Şaşırtıcı, Sarsıcı, Kimi Zaman da Tuhaf Hikayesi” kitabında Gombrich’i anmadan geçmiyor; “Benim amacım bu tür kalın, bilge ciltlerle rekabete girişmek değil –ki istesem de bunu yapamazdım- ama başka bir şey önermek...”

Y

Tate çıldırdı mı? “1972’de Londra’daki Tate Gallery, Amerikalı minimalist sanatçı Carl Andre’nin Eşdeğer VIII adlı heykelini satın aldı. 1966’da yapılmış olan heykel sanatçının talimatlarına göre iki tuğla yüksekliğinde dikdörtgen oluşturacak biçimde üst üste dizilmiş 120 ateş tuğlasından oluşuyordu... Açık renk tuğlaların bir özelliği yoktu; tanesi üç beş kuruşa herhangi biri tarafından satın alınabilirlerdi. Ama onlar için Tate Gallery 2000 pound’dan fazla ödemişti. Britanya basını topluca sinirlendi: ‘Ulusal servete ait nakti bir tuğla yığınına harcıyorlar’ diye bağırıyordu gazeteler. Entelektüel bir sanat dergisi olan Burlington Magasine bile ‘Tate çıldırdı mı?’ diye sordu. Tate neden herhangi bir tuğlacının aklına gelebilecek bir şey için halkın parasını har vurup harman savuruyor, diye soruyordu bir başka yayın...” Gompertz’in “Pardon Neye Bakmıştınız? Modern Sanatın 150 yıllık Şaşırtıcı, Sarsıcı Kimi Zaman da Tuhaf Hikayesi” adlı kitabı bu satırlarla başlıyor ve can alıcı soruyu soruyor: “Neden modern ve güncel sanat genelde kötü bir şaka olarak görülmekten saygı duyulan ve tüm dünyada değer verilen bir şeye dönüştü?” Yazarın cevabı kısa ve net: “Paranın bununla bir ilgisi var”... Gompertz kısaca şöyle anlatıyor süreci; “Son on yıllar içinde çok büyük miktarlarda nakit sanat dünyasına aktı... Fiyatlar, yeni para bulmuş bankerler ve gölgede oligarklar, hırslı taşralılar ve ‘Bir Bilbao da biz yaratalım diyen’ turist yönelimli ülkelerce yükseltiliyor. Hepsi büyük bir bina almanın veya son model bir müze inşa etmenin işin kolay kısmı olduğunu anladılar...” Amerikan pop sanatının seyri ve “sanatçı”nın yeni duruşuna değinirken genel sanat tarihi yazımında okumaya alışık olmadığımız bir analiz sunuyor Gompertz: “Bir zamanlar sefalet çeken sanatçılar şimdi multimilyonerler olarak şöhretli arkadaşlardan özel jetlere ve her biri göz alıcı adımlarını haberleştirmeye meraklı doyumsuz medyaya, sinema yıldızları-

Pardon Neye Bakmıştınız? Will Gompertz Çev: Süreyyya Evren Yapı Kredi Yayınları, 360 s.

Will Gompertz nın aşina olduğu bütün tuzaklara yakalanmaktalar. Yirminci yüzyılın sonunda patlayan cilalı dergiler sektörü de bu yeni medya kurnazı sanatçı kuşağının kamusal profilini inşa etmekten hayli memnun...”

Duchamp’ın ‘Çeşme’si Modern sanatın ne olup ne olmadığı konusundaki tartışmaları alevlendiren Duchamp’ın başta provokatif bir eşek şakası olarak düşünülmüş “hazır nesne”si “Çeşme” olmuştur. Duchamp’ın kışkırtıcı eylemiyle, sıradan, kaba bir “tesisatçılık malzemesi” yirminci yüzyılda yaratılmış en etkili sanat eseri oldu çıktı. Fakat bu bir sanat mıydı? “Yoksa bu sadece Duchampvari bir şaka mı? Çenemizi kaşıyıp en son kavramsal, güncel sanat sergisini ‘takdir ederken’ kendimizi aptal durumuna mı düşürüyoruz?” Gompertz Duchamp’ın sanatın ne olduğunu ve ne olabileceğini yeniden tanımladığı düşüncesinde. Sanatçının işinin ne olduğu ama daha önemlisi “ne olmadığı”da yazarın dert ettiği noktalardan biri ve Duchamp burada iyi bir örnek... Marcel Duchamp’ın modern sanatın hikayesinden çıktığını, onu başlatmadığını fakat etkisinin modern sanatın tarihi boyunca heryerde hissedilir olduğunu söylüyor: “O daha doğmadan, dünyadaki olayların Paris’i gezegendeki entelektüel açıdan en heyecan verici yer yaptığı on dokuzuncu yüzyılda başlamıştı modern sanat. Heyecanla dolup taşan bir kentti: Devrimin kokusu hala havayı dolduruyordu”.

Sanatın tuhaf ve büyüleyici dünyası Modern sanatın tarihinde “Çeşme”nin ve Duchamp’ın belirleyiciliğini tespit ettikten sonra “çoğumuzun kendimizden emin ve huzurlu bir şekilde yaklaşabildiğimiz tek modernizm’” olarak tanımladığı

Empresyonizm’den itibaren kapsamlı bir araştırmaya girişiyor Gompertz. Modern sanata daha “geleneksel” gözlüklerle bakanların empresyonistleri bir parça daha “aileden” gördükleri bir gerçektir. Onlara göre empresyonistler “kavramsal saçmalığın” peşinden gitmemişlerdir ve ortaya koydukları ürünler de “düzgün sanat yapıtları”dır. Yazar bu görüşe “empresyonistler bütün sanat tarihinin en radikal, isyankar, engel-yıkan, çağ değiştiren sanatçılar grubuydu. Bugün modern sanat dediğimiz küresel devrimi kışkırtmadan önce sanatın hakim kurallarını yırtıp atmışlardı” sözleriyle karşı çıkıyor. 19. yüzyılda sanatın seyrini 3 ayrı bölümde irdeleyen Gompertz “modern sanatın babası” Cezanne’a uzun bir bölüm ayırmış. Modern sanatı ve sanatın öyküsündeki yerini anlayabilmek için önce Cezanne’ı “tanımak” gerekir. Yazar Picasso’nun “Benim tek ve biricik ustamdır! Elbette onun resimlerine baktım... Onları inceleyerek yıllar geçirdim” diye bahsettiği büyük usta Cezanne’ı “Hepimizin Babası” başlığı altında incelerken önemli noktalara değinmeyi ihmal etmiyor. Kitap “baba”ya ayrılan bölümün ardından Kübizm’den Bauhaus’a, Soyut Dışavurumculuk’tan Performans Sanatı’na modern sanat tarihinin temel taşlarını akıcı bir dille sorgulamaya devam ediyor. Sanatçıları ve yapıtları esprili ve anlaşılır bir şekilde anlatması kitabın en önemli artılarından. Sanat tarihi üzerine olan yayınlarda genelde hakim olan mesafeli duruşa, son on yılını modern sanatın “tuhaf ve büyüleyici dünyasında” çalışarak geçirmiş olan Will Gompertz’in “Pardon Neye Bakmıştınız” kitabında rastlamıyorsunuz. Yazar verdiği sözü tutmuş; ne dipnotlar var ne de uzun kaynakça listeleri. Modern sanatın öyküsü üzerine “kanlı canlı” bir kitap “Pardon Neye Bakmıştınız”; hareketli ve bol “anı”lı...

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

7

DAMLA YAZICI

Hemingway’in gölgesinde Ölümsüzlük” istenci somut olarak kendini en çok bilim ve edebiyatta gösterir. Yazarın kendi yaşamı dışındaki bir yaşamda bırakacağı “etki” ve “iz”ler bir zincir gibi birbirine kenetlenerek uzar. Bazen nesiller boyu süregelen bu etkileşim bazen kelebek etkisi gibi büyük coğrafyaları kapsar. Her yazar etki yaratmak için yazar. Eğer bunu istemiyor olsalardı, kendi kendilerine yazıp kendi kendilerine de yazdıklarını okuyabilirlerdi. Ancak durum böyle değildir. Fikirlerini, yaşamlarını boca ettikleri eserlerini yayımlarlar. “Yayım” kelimesi önemli, yaymaktan geliyor. Demek ki etkiyi genişletmek de eseri oluşturmak kadar değerli. Öyleyse yazarının dahi içine dahil olamadığı bireyci bir edebiyattan bahsetmek mümkün görünmüyor. Ama bireyi odak alan yapıtların toplumsal etkisinden ve ilerleyişinden bahsedilebilir elbette. Peki; yazarın ölümsüzlüğü nerede başlıyor? Bu sorunun yanıtı bir önceki cümlenin ikinci kısmında yatıyor olsa gerek: “etki ve etkinin ilerleyişi”.



Hemingway neden ve nasıl yazdı? Clancy Sigal’ın kaleme aldığı “Ölümsüz Hemingway”, İthaki Yayınları’nın Kalem & Yaşam dizisinden yayımlandı. Hemingway’in yaşamı ve eserleri üzerinden ilerleyen kitap yazarın neden ve nasıl ölümsüzleştiğini bize başarılı bir akışla sunuyor. Edebi yapıtların alt metinlerini yazarının yaşamıyla bütünleştirerek eserler üzerinden yapılan biyografik detektiflik, okurlara keyifli bir öğreticilik aşılıyor. Yıllar boyu severek, zaman zaman tekrarlayarak okuduğumuz pek çok kitabın yazarı Hemingway’i yazmaya iten nedenler nelerdi, karakterlerini nasıl oluştururdu, anlatı ve akıcılık temellerini nasıl oluşturuyordu gibi birçok sorunun cevabını kitapla birlikte bulurken genel tarihi koşulların edebi metinler üzerindeki etkisini ve bu metinleri yazarken yazarlarının fikirsel gelişimlerine tanık oluyoruz. Çoğumuz kitap okurken biçimsiz zamanlamalarla bunu yaparız. Belli bir yazarın bütün kitaplarını okuma alışkanlığı edinemez, edindiklerimizde de kronolojik sıralamaya dikkat etmeyiz. Oysa okumanın verimini arttıracak önemli adımlardan biri budur. Yazarlar fikirlerini doğuştan edinmezler, yaşamları, çevreleri, politik etkileşimleri herkes gibi onların da birikimini sağlar ve eserlerinde bu birikimlere göre ilerlerler. Hiçbir yazar kendi çapından daha fazla ve gene kendi çapından daha az yazamaz. İşte bu nedenledir ki yazarın bilinçlenmesini ve gözlem birikimini bu kronolojik okumayla keşfedebiliriz. “Ölümsüz Hemingway” kitabı tam olarak bunu yapıyor. Hemingway’ın yaşadıklarının ve yaşayamadıklarının (bu da bir insanın birikim dairesinin içindedir) eserlerine nasıl işlediğini görmemizi sağlıyor. Hemingway’in yaşamı kurgulanmış bir roman gibi fazla insanlı ve fazla olaylıdır. Bu bile onun hayat hikayesinin bir roman olmasına neden olabilirdi. Ama elbette bu dolu yaşam, bittiği anda bir bütün olarak görülebiliyor. Yaşananlar kendi anının hakimi olan insan tarafından fark edilmiyor, yaşam akan bir nehrin içinde kişiyi sürüklüyor ancak bütün bu macera dolu yaşam

Ernest Hemingway son bulduğunda ve geriye dönülüp bakıldığında anların büyüklüğü, coşkusu, heyecanlandırıcılığı ortaya dökülüyor. “Ölümsüz Hemingway” kitabı da Hemingway ‘in anlarına, yaşam akışına geriden bir bakış sağlıyor ve yazarın bir macera romanının kahramanı olabilecek bir yaşam sürdüğünü anlıyoruz.

Gösterişsiz dilin arkasındaki gazetecilik tecrübesi Çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilen Ernest Hemingway beş çocuklu bir ailenin iki erkek çocuğundan biriydi. Annesi çağının ilerisinde ve otoriter bir kadındı. Kız kardeşler ve baskın bir anne ile yaşayan Hemingway’in kadınlarla ilişkileri yaşamında büyük izler bırakacak ve bu izler “Kalimenjero’nun Karları” gibi bir başyapıt öyküsü de dahil olmak üzere pek çok eserine yansıyacaktır. İlk kadın savaş muhabiri Martha Gellhorn ile 5 yıl süren evliliği ve İspanya İç Savaşı’na yaptıkları tanıklık Hemingway’in politik yönelimini şekillendirecektir. Kendisi de gazeteci olan yazar, yazarlığı için en iyi okulun muhabirlik dönemlerinde yazdığı haberler olduğunu söyler. Gösterişsiz dilin yaratımı bu sade haber metinlerinden doğmuş gibi görünüyor. “Silahlara Veda”, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, “Güneş de Doğar”, “Yaşlı Adam ve Deniz” gibi edebiyatın zir-

vesindeki masada yerini almış kitapların yazarı Hemingway için kurduğumuz cümlelere kitaptan şu pasajla son verelim: “Hemingway Amerikan edebiyat dilini aşırı duygusal ve gösterişli sözlerden temizleyerek sanki yeniden şekillendirmekte veya yeni bir düzyazı türü yaratmaktadır. Sözcükleri yeni bir dokunaklı üslup getirmiştir. Yeni mi? Hemingway’ın ilk dönem eserleri, çocukluk dönemindeki Michigan balık avı gezilerinin, gizlice kulak kabarttığı sessiz aile içi tartışmaların, Kansas City’nin kanunsuz içki satan barlarındaki parlak yaşantıların ve sessiz sinema tekniklerinin yanı sıra Ezra Pound, Ford Madox Ford, James Joyce, Gertrude Stein gibi ‘modernist’ ustaların imalarını ve verdikleri edebiyat derslerini çabucak anlamış olmasının kristalleşmiş sonucudur.”

Ölümsüz Hemingway Clancy Sigal Çev: Murat Karlıdağ İthaki Yayınları, 224 s.

8

31 Temmuz 2015 Cuma

MECİT ÜNAL

Aydı

GÜLDEN TERAZİ

[email protected]

PABLO NERUDA, KÖTÜ TATTAN KAÇANLAR VE AHMET HAŞİM’İN TEK ŞİİRİ

BİR TEK DAMLASIYLA AŞKIN, GÖZÜ PEK BİR YÜREKLE “Has şiir”; “saf şiir”, “öz şiir” demek öte yandan da. Şiirin “sadece ve yalnızca” şiir olması ve bundan başka da hiçbir şey olmaması, altında-üstünde, sağında-solunda, önünde-arkasında, içinde-dışında başka bir şey, bir mesaj, bir bildiri bulunmamasıdır. Büyük Fransız Devrimi’yle romantizmi yaratan devrimci burjuvazinin gericileşmeye başladığı zamanların ürünü bu köhne anlayış bugün de pek makbul olarak postmodernizm adı altında varlığını sürdürmekte

iirde sembolistti, hayatta müşkülpesent… Bu yüzden, gördüğü her kadına aşık olmasına karşın bunu hiçbirine söyleyememişti. Ayrıca alıngan, güvensiz, kuşkucu ve kıskanç bir adam. Boğazına da düşkün, rahatına da… Ama hep kaygılı; sık sık işsiz kalıyor ve bir türlü rahat bir yaşantısı olamıyor, o ayrı. Buna karşın “has şiir”e inanıyor, yani “saf şiir”e… “Has şiir”, az şiir demek. Müşkülpesentliği ile az şiir arasında da bir bağ kurulabilir belki. Hayati Baki, “Şair ve Hakikat” adlı kitabında (Yazılı Kağıt Yayınları, 2015 Ankara) kişiliğinin tüm bu yönlerinin altını çiziyor Ahmet Haşim’in. Aralarında Ahmet Haşim’in de bulunduğu Türkiye ve dünyadan 22 şair ve yazar üzerine yazdığı portre/denemelerde bu şair ve yazarlara kendi “zihin temrinleri” üzerinden başka bir gözle bakmamızı sağlıyor Hayati Baki. Beşir Fuad, Orhan Veli, Behçet Necatigil, İbrahim Şinasi, Melih Cevdet, René Char, Rilke, Aragon, Pavese, Brecht bu şair ve yazarlardan bazıları.

Ş

Haşim’in şiiri Haşim’in, tüm hayatı boyunca yazdığı şiir sayısını, bitmemiş üç şiiriyle birlikte 91 olarak saptıyor Hayati Baki. Şairin bunca az şiiri, hatta tüm şiirlerini tek bir şiire, “Bir Günün Sonunda Arzu”ya indirgemesi “has şiir” inancına bağlı oluşundan elbet. “Bir Günün Sonunda Arzu” için “en güzel şiirim, ama korkarım ki, yegâne güzel şiirim” demektedir. Diğer şiirlerini, örneğin “O Belde”, “Karanfil”, “Merdiven”, “Yarı Yol”, “Parıltı”yı vb. çocukça, ilkel şiirler olarak değerlendirir: “Şiir ne kadar ‘imponderable’ yaklaşırsa o kadar güzel ve o kadar şiir oluyor. Ben de bu itibarla bir tek bu şiiri yazmış oldum.” (Sf. 28-29). Edebiyatımızda bu kadar az şiirle -onun kendi şiirine yaklaşımıyla bakarsak da bu tek şiirle- bu kadar etkili olabilmiş pek az şair adı sayabiliriz ki, Ahmet Haşim onların ba-

Yeryüzünde Konaklama Pablo Neruda Çev: Alova Can Yayınları, 232 s.

şında gelir. Hilmi Yavuz da zamanında şiirinin önemini, şiirlerinin sayısını söyleyerek vurgulamak istemişse de Haşim’i fersah fersah geçmiştir şiirlerinin sayısı bakımından. Öte yandan da Haşim, Hilmi Yavuz’un tam tersine moderndir. “Gurabahane-i Laklakan”, “Bize Göre”, “Frankfurt Seyahatnamesi”nden apaçık anlarız bunu. Hayati Baki de daha çok bu yönüyle, şiir anlayışı ve bu anlayışın şiirine yansıyan taraflarıyla ele almış Haşim’i: “söz söylemek için değil, şiir yazmak için vardı, ahmet haşim; saf şiir olmalıydı, bu; lakırdıya boğulmayan, bağırmayan, haykırmayan, ürkütmeyen, korkutmayan şiir; güzelliği gösteren şiir; zaman ve mekân önemliydi onda: öğle, öğle sonrası, akşam, seher, ay, mehtap, güneş, karanlık, yollar, yaz, kış, sonbahar, hazan: merdivenleri evine, ormana, havuza, denize, bahçeye, göle, çöllere,… ve o beldeye giden: gizli bir dille: merdiven’le”. (Sf. 32).

Altın Palmiye Costa Gavras’ın 1973 darbesinden sonra Şili’de kayıp oğlunu arayan bir babayı anlatan “Kayıp/Missing” adlı filmi ile Yılmaz Güney’in İmralı Açık Cezaevi’nden bayram iznine çıkan beş mahkûmun öyküsünü anlattığı “Yol” arasında paylaştırılır. 

Mitinglerde okunan şiir

“Yeryüzünde Konaklama”, Neruda’nın 1925-1945 arasında yazdığı şiirleri bir araya getiriyor ve Türkiye’de ilk kez eksiksiz olarak yayımlanıyor. Biz bu kitabın şimdiye kadar daha çok 1935-45 arasındaki şiirlerinden bazı parçaları biliyorduk. Bunlardan biri Enver Gökçe’nin çevirdiği “Oğulları Ölen Analara Türkü” adlı şiirdir ki, bizim kuşaktan olanlar, özellikle 70’li yıllardaki pahalılığı, işsizliği ve katliamları protesto mitinglerinden hatırlayacaklardır. Aklımda yanlış kalmadıysa birçok şiir gibi bu şiiri de Sultanahmet Meydanı’ndaki miting kürsüsünden vurgulu ve tok sesiyle –belleğimde capcanlı durur hâlâ Yolları kesişen iki ülke o ses- Nihat Behram okurdu. “Yeryüzünde Pablo Neruda’nın bu şiirinin “Has şiir”; “saf şiir”, “öz şiir” Konaklama”nın de aralarında bulunduğu demek öte yandan da. Şii1935-45 arasındaki birçok şiirini ilk kez çevirip rin “sadece ve yalnızca” şiirlerinden bazı parçaları “Çağımızın Büyük Şairleşiir olması ve bundan biliyorduk. Bunlardan biri rinden Pablo Neruda’nın başka da hiçbir şey ol“Oğulları Ölen Analara Türkü” Şiirlerinden Seçmeler” maması, altında-üstünde, adlı şiirdir ki, bizim kuşaktan başlığı altında Mustafa sağında-solunda, önünolanlar, özellikle 70’li yıllardaki Gökçe adıyla 1961’de  yade-arkasında, içinde-dıpahalılığı, işsizliği ve yımlayan Enver Gökçe’dir. şında başka bir şey, bir katliamları protesto Enver Gökçe bu şiirleri mesaj, bir bildiri bulunmamitinglerinden daha sonra 1975’te “Seçmemasıdır. Büyük Fransız Devhatırlayacaklardır ler” başlığı altında kendi adıyrimi’yle romantizmi yaratan la yayımlamıştır. devrimci burjuvazinin gericileşmeye başladığı zamanların ürünü bu köhne anlayış bugün de pek makbul Dizelere düşen bir damla kan olarak postmodernizm adı altında varlığını sürdürmekte. Bu anlayışın bugünkü örnekleAlova’nın “Öldürülmüş Milislerin Anaları rine gelince, mebzul miktarda var, ancak hiç- İçin Şarkı” başlığıyla çevirdiği İspanya İç Sabiri şiir değil bunların. vaşı’nda Franko-Faşistlerin katlettiği CumBiz “has”, “saf” ve “öz” olan şiiri bir yana huriyetçiler’i anlatan bu şiir, Enver Gökçe’nin bırakıp Erdal Alova’nın çevirdiği, “Yeryüzünde çevirisiyle epeyce farklılıklar taşımasına karKonaklama” (Pablo Neruda, Can Yayınları, şın, yine aynı Neruda sesini işitebiliyoruz. Bu Nisan 2015, İstanbul) üzerinden “has”, “saf” farklılıklar çok da aykırı, iki çeviriyi birbirinin ve “öz” olmayan şiire bakalım. uzağına iten farklılıklar değil öte yandan. Bu şiirin dünya ölçeğindeki şairlerinden Eski çeviri daha yalın, Alova’nın çevirisi daha biri Nâzım Hikmet ise, bir diğeri Neruda’dır. yoğun anlatımlı. Çevirenin sahip olduğu şiir Öyle ki, 1950 yılında verilen Uluslararası Ba- dili kadar şiirin çevrildiği dil de önemli kuşrış Ödülü, Şilili ve Türkiyeli iki şair arasında kusuz. Enver Gökçe’nin hangi dilden çevirdipaylaştırılır ve ödülü Nâzım adına Neruda ğine ilişkin bir bilgi edinemedim, Fransızca alır. İki ülkenin yolu bundan 32 yıl sonra olabilir, emin değilim. Erdal Alova’nın İspanCannes Film Festivali’nde bir daha kesişir ve yolcadan çevirdiğini ise kitapta belirtilen

9

ınlık

kaynaktan anlıyoruz. Şiirini başlangıçta gerçeküstücü akımdan, bu akımın devrimci yanından beslenerek oluşturan Neruda, daha sonra onu Türkiye’den Nâzım Hikmet’le, Yunanistan’dan Yannis Ritsos’la, Meksika’dan Octavi Paz’la, Peru’dan Cesar Vallejo ve İspanya’dan Lorca ile Fransa’dan Aragon’la, Eluard’la buluşturan evrensel, toplumcu bir şiir diline vardı. Erdal Alova, kitaba yazdığı kısa önsözde, şair hakkında önemli bir inceleme yazmış olan Luis Monguıo’nun saptadığı Neruda’nın yaşamı ve şiirini yönlendiren “üç kutsal eğilim”e –bunlar “Ruben Dario’ya göre modernizm, Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, Karl Marx’a göre komünizm”dir- kendisinin saptadığı bir dördüncü eğilim olarak Walt Whitman’ın “Çimen Yaprakları”nı ekliyor. Gerçeküstücülüğün Neruda üzerindeki etkisinin yansımalarını “Yeryüzünde Konaklama”nın 1. ve 2. bölümlerinde bariz bir biçimde ve giderek azalan bir ölçüde görebiliyoruz. Üçüncü bölüm, önce Avrupa’nın bir parçasının, uç parçasının, İspanya İç Savaşı’nın, sonra tüm dünyanın, 2. Dünya Savaşı’nın tam içinde, ortasında oluşur ki, 1935-45 arasındaki bu şiirler çok daha yalın, çok daha dolaysız, çok daha acı ve öfkeyle dolu ve çok daha devrimcidir. Bu bölümdeki şiirlerden “Öfkeler ve Üzünçler” başlıklı uzun şiire sonradan 1939’da yazdığı kısa, küçük önsözde şöyle der: “Bu şiir 1934’te yazıldı. Nice şey geçti o za-

mandan beri! Bir yıkıntı çemberi şimdi, bu şiiri yazdığım İspanya. Ah bir tek damlasıyla şiirin ve aşkın yatıştırabilseydik öfkesini dünyanın, ama bu ancak, savaşımla ve gözü pek bir yürekle olabilir. “Dünyayla birlikte benim şiirim de değişti. Bu dizelere düşen bir damla kan, onların üstünde yaşayıp duracak, aşk gibi hiç çıkmadan.” (Sf. 154).

Bizim aradığımız şiir “Yeni Bayraklar Altında Toplanma” ve “İspanya Yüreklerimizde”yi oluşturan şiirler boyunca bu kan damlasını, aşk damlasıyla iç içe, birlikte görürüz. Üçüncü bölümün önemli şiirlerinden “Stalingrad’a Şarkı”ya kimi Meksikalı entelektüellerin karşı çıkması üzerine “Stalingrad’a Yeni Aşk Şarkısı”nda der ki;

“Bir parça ayırın bana yaman köpükten bir tüfek ayırın, bir saban ayırın bana, ve üstüne koyun onları gömütümün kırmızı bir çiçekle toprağından senin, bilsinler diye, varsa eğer bir kuşku, seni severek öldüm, sevdin beni sen, ve dövüşemediysem yanında senin, geriye bu karanlık narı bırakıyorum onuruna senin, bu aşk şarkısını Stalingrad’a.” “Saf olmayan şiir”dir bu da, “Yeryüzünde

Konaklama”nın 1935-45 arası şiirleri gibi. “Saf Olmayan Şiir Üzerine Bazı Düşünceler”de “kötü tattan kaçanlar, düş kırıklığına doğru yol alırlar” diye yazar: “Tıpkı asit gibi, insan elinin zoruyla aşınmış, tere ve dumana batmış, sidik ve zambak kokan, yasa içi ya da yasa dışı, değişik mesleklerce kirletilmiş: böyle bir şiir bizim aradığımız. “Bir giysi ya da bir gövde kadar saf olmayan bir şiir, yediklerimizle, utançla lekelenmiş bir şiir, kırışıklarla, gözlemlerle, düşlerle, uyanıklıkla, kehanetlerle, aşk ve nefret ilanlarıyla, hayvanlarla, apansız belalar, idiller, manifestolar, yadsımalar, kuşkular, olumlamalar, yergilerle dolu bir şiir.” (Sf. 21-22).

‘Bu dizelere düşen bir damla kan, onların üstünde yaşayıp duracak, aşk gibi hiç çıkmadan’

10

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

MELİHA AKAY

Şafağa uyananların yolculuğu “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” geçmişten geleceğe işçi hareketine ışık tutarken yürünecek yolun uzunluğunu zorluklarını işaret etmesi gelecekten umutlanmalı mı, kaygılanmalı mı sorusunu da beraberinde getiriyor

nıların, başvurduğu akademik kaynakların ve sözlü tarihin birbirine eklemlendiği kitapta, yazar konu edilen ülkelerin politik ortamını gözler önüne serer. Bunu yaparken de; bugün dedelerinin çalıştığı iş yerlerinde çalışan, onların gittiği barlarda içen iş gücünün yerine yaratılmakta olan küresel işçi sınıfına göndermeler yaparak nedenlerini irdeliyor. Küresel ya da ulusal krizlerde bile türlü bahanelerle sömürülmekte olan işçi sınıfının tarihi ne denli meşakkatli bir yolculuğun tarihi ise, gelecekte kat edeceği yol da o denli meşakkatli görünüyor. Paul Mason’un uzun araştırmalardan sonra kaleme aldığı buğusu üstünde kitabı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” geçmişten geleceğe işçi hareketine ışık tutarken yürünecek yolun uzunluğunu zorluklarını işaret etmesi gelecekten umutlanmalı mı, kaygılanmalı mı sorusunu da beraberinde getiriyor. Zamanın hem bu kadar içinde, hem bu kadar uzağında olabilir mi insan? Bu soruyu da kitap kendi kimliğinde saklıyor; çünkü insan yaşamıyla ödenen bedeller göz önüne alındığında insanın özerkliğini yok sayan sistemin iki yüz yıl önceki durumu ile tahtı sallantıda olan kapitalizmin bugünkü durumu aradaki mesafeyi iki yüzyıldan iki günlük uzaklığa indirgemiş görünüyor.

A

Küreselleşme afyonu 1960 yılında Manchester’da doğan Paul Mason, tekelciliğe karşı başlatılan hareketin, ilerlemenin ilk yüzyılını anlatırken önemli olaylara değinmenin yanı sıra tarihe tanıklık edenlere birinci ağızdan yer verir kitabında. Ne de olsa iki savaş arası süreçte yaşanan karmaşa ve kriz içinden geçtiğimiz yirminci yüzyıla aittir ve tanıkların anıları taptazedir. Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’daki beyaz erkek işçilerin ve erkeklerin oluşturduğu sendikaların hikâyeleri sanayi kapitalizminin ilk yüz elli yılını kapsamakta. Anıların, başvurduğu akademik kaynakların ve sözlü tarihin birbirine eklemlendiği kitapta, yazar konu edilen ülkelerin politik ortamını gözler önüne serer. Kitabın ilk bölümü Çin’in Şenzen kasabasındaki endüstriyel bir kenar mahallesi olan Longgang’ta yaşayan işçinin kısa anısıyla başlar. “Arkadan birisi döşeme makinesinin çalıştırma düğmesine bastığında, ben makinenin önünde pamuk dokumaktaydım. Yalnızca on iki usta işçi vardı, geri kalanların hepsi deneyimsizdi. Bazıları işle ilgili hiçbir şey bilmiyordu” diyerek kesik kolunu gösterir. Bu anıların en masumu olarak kalır, kitapta yer alan anıların tümü okunduğunda. Hepsi genç, hepsi göçmen, hepsi bitap, dahası sigortasızdır. Ve onlar, dünyayı değiştirecek kadar, ticari yatırım coğrafyasını değiştirecek kadar hızlı ve ucuz bir uygulamayla

Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek Paul Mason Çev: G. Orhan, M. Ertan Yordam Kitap, 355 s.

bir araya getirilen Çinli emekçilerin birer parçasıdırlar. Oysa dünya onların varlığından bile haberdar değildir, çünkü hak ve özgürlükleri çağın ötesinde bir yerdedir!

Çinli işçinin anısı Çinli bir işçinin anısı yaşadığım ülkemdeki bazı sendikaların da geldiği noktayı gösteriyor. “Çinli işçi sendikaları birer birlik gibi değil, devletin birer organı gibi hareket ediyor. Birliğin parasının bir kısmı devletten, bir kısmı işverenlerden geliyor. Bununla beraber, bir sendika temsilcisi şirketin çalışanı olmaya devam ediyor ve eğer yanlış bir şey yaparsa işten atılıyor.” Sendikaların işçiler için devletten ya da özel sektörden isteklerde bulunurken gösterdikleri çabayı kendilerini değiştirip dönüştürmek için gösterdiklerinden şüpheliyim. Fransa’da 1848 yılında gerçekleşen cumhuriyet sonrası devrimler bütün Avrupa’ya yayılmıştır. O güne değin kapitalist dünyanın uykularını kaçıran tek güç işçi sınıfıdır. Siyasal devrim tehdidi demek örgütlü işçi sınıfı demekti. Günümüzün tutunamayanları olarak tanımlanacak kesimden; sosyal dışlanma kavramı, alt sınıf kavramı ve marjinallikle birlikte anılacak yoksullardan oldukça farklıydı. Fransa’da Lyon’un ipek dokumacılığında kol gücüyle çalışan insanlar (sayıları yaklaşık 40.000) aşağılayıcı bir anlam taşıyan ‘canut’ kavramıyla konumlandırılırdı. Canutlar, üreticilere göre; mistisizme ve isyan çıkarmaya meyilli hayalperestlerdi. İlk kez canut’ların başkaldırısında, küresel işçi hareketinin oluşumunu yönlendiren üç büyük talep göze çarpar. Yaşam koşullarını iyileştirme, işyeri özerkliği ve demokratik haklar. Sosyalizmin ve anarşizmin kuramcıları eserlerini kaleme almadan çok önce, işçiler bu üç amacı kapsayan ve kendilerince işçi sınıfı cumhuriyetçiliği olan bir ideoloji yaratmışlardı. 1819’da Manchester’da işverenler yeni sanayi işgücünden korkuyordu. 16 Ağustos’ta yapılacak ve son derece disiplinli olan gösteri iş gücünün tarihindeki en belirleyici günü olacaktır. Anılarını anlatarak kitaba da-

hil olan işçilerin özgürlük tutkusu ve direnci okurun gözlerini yaşartacak kadar coşkulu demek sanırım abartı olmaz. Orada da, bütün ayaklanmalarda ve devrimlerde olduğu gibi, yine gösteriyi bastırmak için gelen bir sivil birlik vardır! Makinelerde uzuvlarını kaybeden işçilerin yanı sıra son derece kötü koşullarda yaşayan öteki işçilerin çoğu potansiyel hastadır.

Vasıflı işçiler sosyalizmi Rusya’da Lenin el yapımı ipeği pazarlayarak dokuma sanatını sürdürmek istese de, bunun için önündeki tek engel vardır: Hindistan Hükümeti tarafından uygulanan serbest ticaret anlaşmalarının yürürlükten kaldırılma gerekliliğidir. Oysa Hindistan’da tarımdan sonra ülkenin en büyük sektörü dokumacılıktır. İngiltere Manchester, Fransa Lyon ve Hindistan’da yaşanan işçi gösterileri ekonomistleri ve hükümetleri yeni arayışlara yöneltir. Fransa’da 1833 yılı ipek üretiminde rekor yılı olurken, buna paralel olarak işçi örgütlenmeleri de canlanır. Paul Mason, siyasi, sosyolojik ve ideolojik kavram üçgeninde kotardığı kitabında kuramsal kitapların boğuculuğundan uzak, anılarla desteklediği konuları edebiyatçı estetiğiyle ele almayı başarmış, ancak buna kitabın çevirmenleri Gözde Orhan ve Mehmet Ertan’ın payını da eklemek gerek. Gerek kış boyunca başkenti mesken tutan işçilerin eylemini, gerekse Karl Marx’ın devrimci rakibi Proudhon’un destekçilerinin kadınların fabrikalarda çalışmasına karşı çıkmasını okurken günümüz kadınlarının yaşadığı güçlükleri düşündüğümde durup şunu sormak kaçınılmaz oluyor: Bir asırdan fazla bir zaman geçmesine karşın değişen ne? Yalnızca giyim biçimleri ve mekânlar mı?! Proudhon’a göre eylemin gücünü öncelikli olarak erkekler oluşturur, kadınlarsa cazibenin gücüdür! Kadınlara cinsel özgürlük tanınması sosyal çöküntüye neden olacaktır, fahişelik en büyük toplumsal ahlaksızlıktır. Bütün bunlar 1860’larda sendikalı erkekler tarafından da kabul görür ve enternasyonalin politikası olarak benimsenir.

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

11

ERCAN DALKILIÇ

Sözcüklerin müziği ykücü olarak tanıdığımız Seyit Göktepe, 2013’te çıkardığı “Kanayan Ruhlara Armağan”ın ardından bu sefer bir mensur şiir toplamı “Hiçliğin Grameri” ile çıktı karşımıza. Göktepe’yle buluşarak yeni Baudelaire’den ülkemizde yaşananlara değin uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik… n Mensur şiir bizim edebiyatımızda çok sık karşılaştığımız bir tür değil. Dünyada Baudelaire, bizdeyse Halid Ziya ve Mehmet Rauf gibi isimler ürün vermiş bu türde ilk olarak. Kimlerin izini sürerek ortaya çıktı “Hiçliğin Grameri”? Öncelikle kendi izimi sürmeye çalıştım. Ne yaşıyorum, nasıl yaşıyorum, neyi nasıl duyuyorum ve bunları sözcüklere nasıl aktarmalıyım noktalarından çıktım yola. Belki de daha ilk yazdıklarımdan bugüne bu kitap için bir yolculuktaydım. Bununla birlilikte, bu bir son değil elbette. Bir merhale sadece. Hayatın akışı içerisinde, elbette ziyadesiyle düşünsel ve duyusal âlemim içerisinde cereyan edenlerin bir ifadesi olarak yerini aldı bu kitap. Öyküden omurgayı sıyırıp almak, öze varmaktı başlangıçtaki amacım. “Hiçliğin Grameri” bu amaç doğrultusunda bana ses veren, el veren pek çok kıymetli yazarın-şairin de izini sürmemle vücuda geldi. Dolayısıyla bir iç ve dış ‘izciliğin-izleyiciliğin’ sentezi niteliğine varmak istedim. n Ben “Hiçliğin Grameri”ni okurken satırların arasına sızmış bir Türkiye portresi gördüm. Senin toplumsaldan damıtıp kanaviçe gibi işlediğin ince bir acının güncesi gibi sanki elimizdeki eser… Son dönemde ülkemize yaşananlar ne kadar etkiliyor seni ve yazınını? Ben pek belli etmem ama çok derinden yaşarım. Bu, ülkemin durumu açısından da böyle. Bir defa, hepimizin bildiği ve çoğumuzun acısını çektiği son on iki–on üç yıllık süreç bende, aklını işleten, vicdan sahibi insanlarda büyük acılara yol açtı. Yazdıklarımda bu acıyı yansıtmaya, bunu yaparken de kendi hayatımdaki yansımalarından, iç aynalarıma düşen izlerinden yola çıkmaya çalıştım. Ben’in derinlerinde bir ‘biz’ ve bizi acıtanlar… Burada şu noktayı her zaman göz önünde tuttum: Yazdığım, her şeyden önce bir öykü, şiir… Her ne ise adı… Dolayısıyla burada öncelik dildir, sözcüklerdir, sözcük işçiliğidir… Bunu layıkıyla yapamazsanız dile getirmeye çalıştığınız acı da tam anlamıyla karşılığını bulamaz. Bir bildiri ya da bir slogan değil, zamanla bir akan, sonlu olmasını dilediğim bir dönemi aktarırken sonsuz olma arzusunu da asla aklından çıkarmayan bir yazı dünyası kurmaya çalıştım “Hiçliğin Grameri”nde… n Yazmaya koyulduğunda insan, nasıl fark eder ki doğurduğunun mensur şiir ya da öykü olduğunu/olabileceğini… Bir ayrımı var mı bunun? Üretim sürecin nasıl gelişiyor yazarken? Bunun kesin bir ayrımı en azından bende yok. Bununla birlikte “Hiçliğin Grameri”nin bundan önce yazdıklarımı da daha yakından ve daha berrak görebilme, değerlendirme adına bir anahtar rolü görmesini dilerim. Benim öyküde de yapmaya çalıştığım buydu. Sözcüklerin işlenmesi, yan yana gelme ya da gelmeme biçimleriyle bir

Hepimizin bildiği ve çoğumuzun acısını çektiği son on iki–on üç yıllık süreç bende, aklını işleten, vicdan sahibi insanlarda büyük acılara yol açtı. Yazdıklarımda bu acıyı yansıtmaya, bunu yaparken de kendi hayatımdaki yansımalarından, iç aynalarıma düşen izlerinden yola çıkmaya çalıştım. Ben’in derinlerinde bir ‘biz’ ve bizi acıtanlar

Ö

Seyit Göktepe ahenk yaratması, cümle cümle, paragraf paragraf bu ahengi sürdürüp neticede bir bütün olarak ‘arı-duru’ bir yapıya kavuşması… “Hiçliğin Grameri”, sözcüklerin müziğini yakalamaya çalıştığım bir kitap oldu. Daha doğrusu sözcüklerin müziğini en yakından duyduğum kitap oldu… Bu metinlerin çoğu yoğun okumaların ve “yaşanılanlardan kalanların” süzülmesiyle doğdu. Kalem kâğıda değdi, yazdım ve bitti. Pek çoğunda durum böyle oldu. Çok az metnin üzerinde sonradan değişiklik yaptım. Kitaptaki metinlerin neredeyse tamamı doğdukları anda nasılsa öyledir. İçten geldiği gibi, içerinin dışarıyla temas ettiği noktada doğan çatışmayla ya da ahenkle…

‘Şiir duyan, roman yaşayan ve öykü yazan biriyim’ n Kendi adıma söyleyebilirim ki mensur şiire daha uygun bir dili var Göktepe’nin galiba… Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Öyküye ya da mensur şiire uygunluk yine doğrudan yaşadıklarımla ve dünyayı, ülkemi, iç âlemimi nasıl algıladığımla, duyduğumla ilgili. “Hiçliğin Grameri”, -daha önce de bir öykümde satır arasında belirttiğim gibi– şiir duyan, roman yaşayan ve öykü yazan bir insan olarak öyle bir döneme denk geldi, öyle bir atmosferin içinde yazıldı ki burada bu üç tür arasında devamlı gittim, geldim. Duyduğum ve yaşadığım arasındaki bağ bu kitapta sanırım en güçlü noktasına ulaştı ve bu da ‘mensur şiir’ olarak yazıya aktı. İnsan-insan, insan-eşya, insan-mekân, insanzaman ilişkisinin geriliminden doğan, zıtlıkların birliğiyle güçlenen ve müziğin, sözcüklerin ahengine ulaşmaya çalışan metinler yazmak istedim. “Hiçliğin Grameri” bu isteğimin gereği olarak sarf ettiğim emeğin karşılığında kendini bu şekilde sundu bana. Ben de bana nasıl geliyorsa onu öyle kabul ettim. Dediğim gibi, öyküde yapmaya çalıştığım da buydu tam olarak. Şimdiden sonra –yazabilirsem– yazacağım öykülerde de yine aynı şeyi, boyutları genişleterek yapmaya çalışacağım. Kendime has bir dil dünya-

sı kurmaya çalıştım başından beri. Bir öykü dünyası… Yadırganabilir… Ama ezberden gitmekten ve herkes gibi olmaktan –bana kalırsa elbette– böylesi bin kat daha iyidir… n Son olarak, Hulki Aktunç’un “genç usta” olarak adlandırdığı Göktepe 2000’ler başından bu yana nasıl bir yol kat etti? Ustasının açtığı yoldan ilerlemeye çalıştı. İyi bir yazının öncelikle iyi bir okuma olması gerektiğini hiç unutmadı. Yan yana gelmemiş sözcüklerin hâlâ var olduğunu ve yazmayı sürdürmesinin temel gerekçelerinden birinin bu olduğunu aklından hiç çıkarmadı. Gençliğinden otuzlu yaşlarına doğru ilerlerken acı da çekti, mutlu da oldu. Çok film izledi, çok yalnız kaldı, çok kalabalıklarda yaşamaya ve para kazanmanın, aile sorumluluğunu üstlenmenin, geçim kaygısının nasıl bir şey olduğunun farkına varmaya başladı. Az konuştu. Çok okudu. Öz yazmaya çalıştı. Girişken bir insan olmadığından yazdıkları kendi yolunu kendi çizsin istedi, “bir okurum olsun ama layığınca okusun” dedi… Dönüp baktığında, yazdığı kitaplardan ziyade okuduklarıyla gönenen, “okumadığım ne kaldı?” dürtüsüyle hareket edip giderek azalan “dinlenme” anlarını en verimli şekilde değerlendirmeye çalışan ve her şeyden önce güzel, temiz bir hayat sürmeyi dileyen bir insan olarak yoluna devam etmek istiyor... Ustamın, Hulki Aktunç’un yazdıklarına kıyasla “yol kat ettim” asla diyemem… Daha çok çalışmam gerekiyor…

Hiçliğin Grameri Seyit Göktepe Palto Yayınevi 128 s.

12

31 Temmuz 2015 Cuma

Aydınlık

CEYHUN BOZKURT

Açılımda Güneydoğu’da gazeteci olmak Mehmet Bozkurt ve Murat Kazancı’nın Doğu ve Güneydoğu illerini gezerek yazdığı “Ya Kemik Ya Çilek O Topraklarda Çözümün Adı” kitabı, bizlerin açılım, hükümet ve PKK’nın çözüm süreci adı verdiği projeyi gazetecilerin gözünden irdeliyor

ıllar önce Yılmaz Odabaşı’nın Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Güneydoğu’da Gazeteci Olmak” kitabından çok etkilenmiştim. Öyle ya... Ülkemizde gazeteci olmanın zorluğu, terör ve kontrgerillanın kol gezdiği Güneydoğu coğrafyasında daha da artıyordu. Odabaşı da, bu zorlukları 1990’lı yılların şartlarından elinden geldiğince aktarmaya çalışmıştı. Şimdi iki genç gazeteci arkadaşımız, Mehmet Bozkurt ile Murat Kazancı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun 11 ilinde 39 gazeteci ile yaptığı söyleşilerle açılım sürecini irdelemesi bizlere bu iki bölgemizin bakış açısı ile ilgili önemli veriler sunuyor. Hem gazetecilerin yaşadığı sıkıntılar, hem illere göre değişen bakış açıları dikkat çekiyor. Kimisi HDP’nin, PKK lideri Öcalan’ın perspektifinden yaklaşırken, kimisi terörün güçlenmesine dikkat çekiyor. Ancak PKK/HDP savunsun ya da savunmasın bu gazetecilerin çoğunun dikkat çektiği bir şey var: Bölgede gazetecilik yapmanın tehlikeleri ve zorlukları. Haksız sayılmazlar... Halit Güngen gibi meslektaşlarımız, sadece 20-25 yıl gibi bir zaman aralığında kontrgerilla güçleri tarafından katledilmişti. Sadece meslektaşları o gazetecileri hatırlıyor, hatırlatmaya çalışıyordu. Bu cinayetlerin sorumlularını bulması, gazetecileri katleden bataklığı kurutması gerekenler ise bir türlü kamuoyunu tatmin etmiyordu. Bozkurt ve Kazancı’nın, daha sonra gerici ve bölücü terörün can yaktığı coğrafyada konuştuğu gazeteciler de, işte bu şiddet sarmalının içinde mesleklerini yapmanın zorluklarını aktarıyor. Gazeteciler ağırlıklı olarak desteklerken, destekleme gerekçesi olarak “silahların susmasını” gösteriyor. Sürecin, emperyalist dayatma olduğunu aktaran bizlerin de kabul ettiği bir gerçek de bu zaten. Açılımı yönetenler, propagandayı bunun üzerine oturtarak, bölge insanının desteğini almak ve kendi ellerini güçlendirmek istiyor. Çünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki illerde yaşayan vatandaşlarımız, artık ölümlerden korkuyor ve bunun yarattığı ekonomik kayıpları da çok iyi biliyor. Aslında, uzun vadede kendilerini daha da zor duruma soktuğu ortaya çıkan açılım sürecine vatandaşların nabzını tutan gazeteciler, bir yıl öncesinde sürecin destekçisi olduklarını beyan ediyor. Gazetecilerin dikkat çektiği önemli bir nokta ise, silahlar ağırlıklı olarak sussa da silahların gölgesinde habercilik yapmanın zorluğunu aktarmaları ki bir gazeteci olarak baktığımız zaman, dikkatimi en çok da bu nokta dikkat çekiyor. Girişte aktardığım zorlukları Mardin Life Genel Yayın Yönetmeni Nezir Güneş, açılım önündeki engelleri anlatırkan su sözlerle aktarıyor: “İkincisi; silahların gölgesi. Bu olduğu müddetçe ne sivil toplum ne de halk özgür bir şekilde kendini ifade edebilecek.”

Y

Ya Kemik Ya Çilek

O Topraklarda Çözümün Adı Mehmet Bozkurt, Murat Kazancı Buğra Yayınları 288 s.

Güneydoğu’da gazeteci olmanın en çarpıcı örneklerinden biri kısa süre önce PKK-Hizbullah çatışmasında yaşandı. Olayları takip eden DHA muhabiri Canan Altıntaş, kesici bir cisimle saldırıya uğrayarak ağır yaralandı

‘Örgüt çiftçinin hasadını yaktı’ Güneş, tehdidin PKK kaynaklı olduğunu da şu örnekle veriyor: “Halk, örgütün silahının gücüyle kendini ifade edemez. Seçimin hasat dönemine denk gelmesinden dolayı birçok yerde BDP’nin oy oranı yüzde 20 fazlalaştı. Çünkü dağdan inerek ‘Bu köyden bize bu kadar oy çıkacak’ dediler. Adamın hasadı yerde. Olmadık olaylar değil. Birçok yerde anız yangınıyla hasat yandı. Batman gazetesi Başyazarı Nizamettin İzgi, HDP’lileri süreci, ellerindeki gücün gideceği gerekçesiyle istememekle suçlarken Şırnak Olay gazetesi muhabiri Melih Yiğit “Yaptığın haberlerin yüzde 90’ı başına bela açar” derken, bu süreçte örgüte çok sayıda kişinin katılmasına dikkat çekiyor. Aynı şeyi PKK’nın etkin olduğu Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Yüksekova Haber gazetesi Yazı İşleri Müdürü Zeki Dora da söylüyor. Dora, “Devlet PKK’yı çözmeye çalışıyor. Ama karşı taraf boş duruyor mu onu bilmiyorum. Son bir hafta içerisinde PKK’ya Hakkari’de yüksek oranda katılım oldu” diyor.

HDP’lileri görünce özerkliği desteklemekten vazgeçmiş PKK baskısını çarpıcı bir örnekle aktaran gazetecilerden biri de Şeh-i Van gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Aytaç Aykaç. 26 yaşındaki genç ve iddialı gazeteci Aykaç, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş.

Aynı bölümde yüksek lisans yapıyor ve bu genç yaşında bir de Anadolu Üniversitesi Medya Bölümü’nü bitirmiş. Yani mesleğinde de akademik çalışmalar yapmış. Çarpıcı tespitleri var Aykaç’ın. Şunu hatırlatalım: HDP, 30 Mart yerel seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu illerinde BDP olarak katıldı. Bu nedenle Aykaç, parti ismini BDP olarak zikrediyor. Ne diyor Aykaç okuyalım: “BDP yerel seçimlerde demokratik özerklik parolasıyla geldi. Ben burada vatandaşa çok sordum, ‘BDP demokratik özerklik diyor sen ne diyorsun’ diye. Halk ‘biz bölünüyoruz’ diye bir tedirginlik yaşıyor. Kimisi kendi ülkemizi kuruyoruz havasında. Devleti bilenlerde ise, ‘bölünürsek ne yapacağız’ endişesi var.” Kendisi ise ilk başta özerkliği destekliyormuş. Bölgedeki gelişmeleri görünce fikri değişmiş. Gerekçesi ise çarpıcı: “Türkiye bütününde doğru olur diye düşünüyordum ama son zamanlarda kentte, bölgede uygulanan politikaları görünce doğru olmaz diye düşünüyorum. BDP’li yöneticilerle konuştuğumda ‘Yerel yönetimleri bilmiyoruz, yeni yeni belediyeciliği öğreniyoruz, rüşvet ve yolsuzluklar diz boyu, daha kenti idare edemiyoruz’ diyorlar. ‘Sen beyaz Kürtsün’ denilen insanlar bile daha şimdiden devre dışı bırakılıyor. Tek tip insan modelini de düşündüğümüzde bana sağlıksız geliyor açıkçası.” Aykaç yine baskıyı da fikirlerinin değişmesinin gerekçeleri arasında saymış: “Daha çözüm süreci aşamasında bile baskı en üst seviyeye çıkmışsa, insanlar bu anlamda tedirginlik duyuyorsa, özerkliğe Kürtler hazır değil diye düşünüyorum.” Gazetecilerin aktardığı daha birçok örnek, örgütün süreci fırsat bularak yaptığı baskıyı gözler önüne seriyor. Kitap aynı zamanda devletin yanlış uygulamalarına da ışık tutuyor, bu iki bölgedeki vatandaşlarımızı kazanmamızın işaretlerini taşıyor.

13

Aydınlık

Çocuk / Genç

BANU AKTAN

Bu bir çocuk kitabı değildir! ocuk ve gençlik edebiyatının, kitapları birçok dile çevrilen ve artık tüm dünyada tanınan usta ismi Yalvaç Ural’ın, denemelerini bir araya getirdiği kitabı “Başparmak Çocuklar”ın hemen açılış sayfasında Sokrates’in şu cümlelerine yer verilmiş: “Şimdiki çocuklar lüksü seviyor, otoriteye ve büyüklerine saygısı yok. Kötü eğilimliler, çalışmak yerine çene çalmayı yeğliyorlar. Onlar artık evlerinin sorumlu bir bireyi değil, sanki efendileri. Anne babaları odaya girdiğinde ayağa bile kalkmıyorlar. Onlarla çatışıyor, sofra kurallarına uymuyor, çabucak yemeklerini yiyip sofradan kalkıyorlar. Öğretmenlerine hiç saygıları yok, onları aşağılıyorlar.” Büyük düşünürlerin büyük sözlerini biliriz hepimiz ancak böylesine geçerliliğini ve tutarlılığını koruyan bir tespite gerçekten az rastlanır. M.Ö. 469 ve 399 yılları arasında yaşayan Sokrates’in hemen yukarıda bahsettiğim sözlerinin altından imzasını çıkardığımız an, eminim herkes güne dair bir tespit yapıldığını sanacaktır. Ancak şöyle de bir gerçek var ki gelen her yeni nesle bu türden sözler söylenmiştir. “Biz böyle miydik efendim, değil mi ama?” şeklindeki efelenmelerin aradında geçmişe dair duyulan inceden bir özlemin yanında, belki biraz da o gençleri kıskanarak söylenir bu sözler ama daha çok gençlerin duyarsızlığını ya da duyarsızlaşmaya başlamasını anlatmak için kullanılır. Yani anlayacağınız “bu zamane gençlik” hiçbir zaman durulmamış efendim. Klasik yakınmalar arasında sayabileceğimiz “Nerede o eski bayramlar!” sözünün yanında “Bu gençlik bitmiş azizim!” hayıflanmasını da koyabiliriz bu bağlamda gönül rahatlığıyla. Usta Yalvaç Ural da kitapta bir araya getirdiği denemelerinde böylesi konulardan söz açıyor daha çok. Ancak Sokrates’inki gibi yaralayıcı diyebileceğimiz bir tavırla değil. İşin içine ebeveynleri de katıyor Ural ve internet, bilgisa-

Ç

yar, teknoloji üçgeninin içinden geçerek yaşama atılan bu “yeni çocukların” yaşamlarına odaklanıyor. Ebeveynlerin rolü ise oldukça zor ve yıpratıcı çünkü hem anne baba görevlerini yerine getirmeye çalışıp çocuklarını o üçgenin zararlarından koruyup kollamaya çalışıyorlar hem de çağın ve çocukların gerisinde kalmamak için delice çırpınıyorlar. Ancak işleri zor doğrusu. Kolay gelsin! Çünkü bu yeni çocukların çılgınca gelişen üçgenin her bir aşamasına hakim halleri, ebeveynleri sıkıştırdığı açık.

Ailelere çocuklarını anlatıyor “Başparmak Çocuklar” için giriştiğim bu yazının başlığını işte tam da bu nedenle “Bu bir çocuk kitabı değildir!” koydum. Çünkü çocuklar kadar anne babalar da kendilerine çok şey çıkarabilir kitaptan. Bu bağlamda Ural’ın yaptığına da karşılıklı bir anlayış yaratma çabası da denebilir. Çocuklara ailelerini, ailelerine çocuklarını anlatıyor bu denemelerinde Yalvaç Ural. Aynı şekilde öğretmenleri de işin içine katabiliriz aslında. Bu yeni çocuklara nasıl davranılması gerektiği konusunda çok şey öğrenebilir öğretmenlerimiz Yalvaç Ural’ın denemelerinden. Yazarın özenle altını çizmeye çalıştığı ve her iki tarafa da kendine has kırmayan üslubuyla anlatmaya çalıştığı en önemli nokta ise teknoloji yararlarının zarara evrildiği noktalar. Konuyu öyle noktalardan yakalıyor ki Ural, herkesin yaşamından bir kesitin fotoğrafını çekiyor adeta. Üstelik kendi okurunu eleştirerek yapıyor bunu. Eleştiri dendiğinde bizde yanlış şeyler uyanıyor daha çok. Uyanmasın! Yalvaç Ural’ın yaptığı güldürerek eleştirmek. Yani tüm dünyada en makbul kabul edilen eylem. O nedenle ebeveyn ya da çocuk, hiç fark etmez. Ustanın denemeleri arasında kendimizi görmeye ve o tatlı tavrıyla bizi bize anlatmasına kulak vermekte yarar var.

Başparmak Çocuklar Yalvaç Ural Yapı Kredi Yayınları 190 s.

14

31 Temmuz 2015 Cuma

Yeni çıkanlar

Aydınlık

Bahar

Geometri

Romaniye

Arkadaş

Ay ve Güneş

Umudun Zaferi

TÜRK-ALMAN genç kız Bahar öldü mü, öldürüldü mü? Herkes Bahar’ın bir namus cinayeti kurbanı olduğunda hemfikir. Fakat zanlı olarak gözaltına alınan Bahar’ın kardeşi Burak gerçekten suçlu mu? Sosyal danışman İna, olayın izlerini aramaya başlıyor… Diğer yandan her iki kardeşin arkadaşları ve Karadeniz yöresindeki köyde yaşayan dedeleri de iz sürüyor…

BU kitabı Atatürk, ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, III. Türk Dil Kurultayı’ndan hemen sonra, 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’nda kendi eliyle yazmıştır. Geometri, eski terimle “hendese”nin terim düzeni çok ağdalı ve çapraşıktı. Arapça ile Farsça okul programından kaldırılmış, fakat Arapça üzerine kurulmuş olan terimler kalmıştı. İşte birçok geometri terimleri hep bu amaçla Atatürk tarafından türetilip konmuştur.

BİR yanda S., eşi ve beş sevgilisi… Diğer yanda güzel bir kadının şiddetle sürüklenen cinselliği… “Yaşam sert bir rüzgârla savrulup gider bazen, onu tutabilmek elinde değilse savrulan sen olursun! (...) Hangi zamanda yaşıyoruz biz? Yarını kim bilebilir? Tutkular yaşamın kıvılcımlarıdır. Tehlikeli de olabilir, sağaltıcı da.”

20. yüzyılın başında bir edebiyat fenomeni olan ve Romain Rolland tarafından “Balkanların Gorki’si” yakıştırması yapılan Panait Istrati’nin ölümsüz eseri “Arkadaş”ta, Adrien’la Mihail İbrail’in bir kenar mahallesinde yeşeren gerçek dostluğuna tanık oluruz. Bu iki zıt insanı tanıştıran ortak dost ise kitaplardır. Onları buluşturan kitaplar sayesinde, aralarında asla kopmayacak bir dostluk bağı kurulur...

XIV. Louis ile birlikte kraliyet mensupları ve tüm Fransız halkı La Havre Limanı’nda büyük bir bekleyiş içindedir. Doğa filozofu Yves, Kralının emriyle açıldığı denizlerden dönüyordur ve gemisinde türüne ender rastlanan iki deniz canavarı vardır. Yves, ölü deniz canavarı üzerinde incelemeler yapacak ve canlı yakalanan diğer deniz canavarının Kral’a ölümsüzlüğü getirip getiremeyeceğini araştıracaktır.

ON dört yaşındaki kızakçı Victoria Secord’ın babasının ölümü onun tüm yaşamını değiştirir. Artık en büyük hayali büyük bir kızakçı olan babası için “Beyaz Kurt” yarışmasını kazanmaktır. Alaska ormanlarında yaralı bir çocuk ve korkunç kar fırtınası, Victoria ve köpek takımını hazırlıksız yakalayınca, sıradan bir yolculuk ölüm kalım mücadelesine dönüşür. “Umudun Zaferi”, sonuna kadar direnmenin, dostluğun ve zaferin öyküsü...

Kölelik Dönemeci

Yaratıcılığı Kim Öldürdü?

Ölme Üzerine Bir İnceleme

Her Şey Ben Yaşarken Oldu

Kemal Bilbaşar Can Yayınları, 720 s.

A. Grant, G. Grant Çev: Çetin Soy NTV Yayınları, 280 s.

Kolektif, Çev: Barış Zeren Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 391 s.

Mustafa Becit Sayfa 6 Yayınları, 296 s.

Kar ve Kurt Efsaneleri Sarı Kam

Osmanlı Toprak Düzenlerinin Mezheplere Etkisi

ESPRİLİ anekdotlarla harmanlanan titizlikle araştırılmış veriler, yaratıcı düşüncenin katillerini ortaya çıkarıyor. Ardından, pratik araçlar ve vaka çalışmaları temel yaratıcı düşünme stratejisiyle herkese, zihnini yeniden nasıl düzenleyebileceğini gösteriyor. “Yaratıcılığı Kim Öldürdü?” inovasyon ruhunu her seviyede diriltmenize yardımcı olacak eserlerin arasındadır.

ÖLMEK nasıl bir şeydir? Bu kitabın yazarlarına bakılırsa, yanıt soruyu kime sorduğunuza bağlıdır. Ölmek ne tek bir şey, ne tek bir deneyim, ne de basitçe sağlık durumundaki kötüleşme ya da zayıflık klişesidir. Her ne kadar ölümün en sık karşılaşılan nedeni hastalık olsa da, ölmeyi hastalık hakkındaki bilgilerimizle kavrayamayız.

Sabine Adatepe Çev: Levent Bakaç Ayrıntı Yayınları, 240 s.

18. yüzyıl sonlarında ata yurtları Kafkasya’da Kırım hanlarına bağlı olarak özgür bir yaşam süren Abhaz ve Adıga Çerkeslerinin, romanda bütün renkleriyle dile getirilen özgün yaşam tarzlarının çözülüşünün hikâyesi... Osmanlılar, Çerkesleri Müslümanlaştırarak Rusya’ya karşı kullanmak istemektedirler. Ancak bazı Çerkes boyları Müslümanlaştırma çabalarına endişeyle bakmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk Kaynak Yayınları, 76 s.

Orhan Tez Etki Yayınları, 72 s.

Panait Istrati Fabula Yayınları, 200 s.

BU romanda iyilerin yüzü kötülüğe, kötülerin yüzü beyaza boyalıdır. Bazıları portakal, bazılarıysa kurumuş kan kokar. Tüm bu intikam planları sadece Serap’ı elde etmek için mi, yoksa Serap sadece bir maşa mı? Mustafa Becit’ten hayatın içinden karakterlerle kurulmuş bir olay örgüsünün aksiyon, intikam, aşk, felsefe ve hatta biraz delilik dolu, bir solukta okuyacağınız bir roman.

Vonda N. McIntyre Çev: Aslı Genç İthaki Yayınları, 544 s.

Tekin Sönmez Nis Media, 255 s.

KARABASAN fırtınasında kurtlar dans ediyordu. Gökten donmuş insan yağıyordu Sarıkamış Dağları’na. Shakespeare çağından kalmış Bardız Kalesi’nde al duvaklı gelin. Kurtlar, kar, tipi, macera, savaş ve casuslar... Sarıkamış Aralık... 1914 Rusya-Osmanlı Savaşı’ndan bir hafta önce başlayan lirik bir öykü...

Terry Lynn Johnson Altın Kitaplar, 184 s.

Rafet Aydoğan Kurgu Kültür, 208 s.

“TARİHSEL sorulara bilimsel cevaplar aranmadığı veya halının altına süpürülüp geçiştirildiği için, emperyalizm bu boşluklardan yararlanmıştır. Maraş, Çorum, Sivas vb. olaylar emperyalist devletlerin kirli oyunlarıdır. Bu katliamların bir daha yaşanmaması için bilimin peşinden koşarak gerçekleri aradık. Gördük ki bir yanımız Sünni, bir yanımız Bektaşi’ymiş...”